FEVZİYE NUROĞLU HOCAMIZIN AZİZ HÂTIRASINA…

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Muhtereme Fevziye NUROĞLU geçtiğimiz yıl Haziran ayında aramızdan ayrıldı. Onun açtığı Kur’ân kurslarında dînini öğrenmiş ve şuurlanmış bütün talebeleri gibi, bendeniz de kendisini rahmetle yâd ediyorum. Vefatının sene-i devriyesi münasebetiyle onu rahmetle anarken, gelecek nesillere örnek olması için onunla olan hâtıralarımı paylaşmak istiyorum.

Anadolu’dan büyükşehirlere göç vâkıasının birçok sosyal neticeleri olur. Göçen insan; yeni yerleştiği yerde hayata tutunmak ister, intibak ile alâkalı sıkıntılar yaşar. Aile büyükleri maddî-mânevî dertlerle boğuşurken, çocuk ve gençler boşluğa düşer. Ailenin inancı, değerleri, hayat tarzı eskiye ait bir hâtıra gibi geçmişte mi kalacak; yoksa bu yeni çevrede, yeniden daha güçlü olarak hayata nizam mı verecek?

Bu neslin gençleri olarak, çok daha güçlü bir mânevî hamle yaparak üzerimizdeki ezikliği silkelememiz gerekiyordu. İşte Fevziye Hocamız başta olmak üzere, birlikte yola çıktığı hocalarımız, bizim için çok samimî ve tavizsiz birer örnek oldular. Îmanlarından aldıkları mânevî güçle, bize şevk aşıladılar.

İlkokul beşi bitirdiğim sene, Fevziye Nuroğlu Hocamızın Şirinevler’de açtığı Kur’ân kursuna kayıt olduğumda; iki dünyada bana lâzım olacak asıl tahsil hayatıma başlamış oldum. Şöyle bir düşünüyorum da; derslerimize giren hocalarımızın her biri hem öğretmen olarak sahasında uzman hem de şuurlu ve idealist idiler. Böyle seçkin bir eğitim kadrosunu bir araya getiren bir müessese, bizim için büyük bir nasip idi. Bilhassa o devirde…

Fevziye Hocamız eğitim sahasında çok idealistti. Tesettürlü dindar kadının en iyi şekilde yetişmesini, çok önemli bir mesele olarak görüyordu. İslâm düşmanları; resmî eğitim kurumlarında tesettürü yasaklayarak, müslüman kadınların cahil kalmasını ve toplumda düşük bir durumda olmasını istiyordu.

Gerçekten de o vakitler; tesettür, sadece yaşlı veya köylü kadınların kıyafeti olarak gösterilmek isteniyordu. Okumuş, memur olmuş bir adam; mutlaka tahsilli ve modern giyimli bir bayanla evlenirdi. Cahil bir kadını yanında, hanımım diye taşımak istemezdi. Zaten «karısı başörtülü» diye fişlenir, kendi istikbâli de etkilenirdi. Sistem henüz açık bir yasak uygulamazken bile, baskı ve aşağılama uyguluyordu. Böylece dindar kadının; hayatın dışına itilip, âdeta yok olup gitmesini hedefliyordu.

Fevziye Hocamız ise bu hilenin farkındaydı. Müslüman kadının hem edepli ve tesettürlü hem de şuurlu ve dünyada olup bitenlerle ilgili olmasını önemsiyordu. Bunun için de İslâm’a uygun eğitim kurumları oluşturarak; tesettürlü bir şekilde tahsil yapıp İslâm’ın kadına verdiği değeri en güzel şekilde ortaya koyan, İslâm kadınını en iyi şekilde temsil eden, örnek bir nesil yetiştirmek istiyordu.

O zamana kadar, kız öğrencilerin dînî eğitimi konusunda hemen hemen hiçbir şey yapılmamıştı. Hattâ benim babaannem; âlim bir kişi olan kendi babasında hâfızlığını ikmâl etmişti ama, babasından başka ezberini dinleyecek kimsesi bile yoktu. Hizmet edebilme imkânı da hemen hemen bulunmuyordu. Zaten tek parti devrinde; erkek öğrenciler dahî çok zor şartlarda, gizlice medrese eğitimi alabiliyordu. Kızların eğitimine ise gelenekten gelen anlayışla pek önem verilmiyordu.

İşte böyle zor yıllarda; Fevziye Hocamız başta olmak üzere bir avuç gayretli hanım, kızlar için de Kur’ân kursları açılması için harekete geçtiler. Bilhassa Fevziye Hocamız, eğitim hususunda çıtayı çok yükseklere koymuştu. Tesettürlü hanımların, her bakımdan eğitimli ve donanımlı yetişmesini istiyordu. Meselâ Arapça dersimize Mahmut BAYRAM Hocamız giriyordu. Ondan aldığımız sağlam temel sayesinde; hem İmam Hatip Lisesini hem İlahiyat Fakültesini dışarıdan bitirinceye kadar Arapça dersinde zorluk çekmedik. O eğitim kadrosundan istifade etmemizde, Fevziye Hocamızın eğitimimizi ciddîye alması tesirli olmuştu muhakkak ki.

Resmî bir diploması olmayan kursumuzda, derslerin dışında şuurlandırıcı konferanslar ve mâneviyat muhtevâlı faaliyetler tertip edilirdi. Meselâ kandil geceleri; kursumuzun mescidinde toplantı tertiplenir, aşr-ı şerifler okunur, ilâhîler söylenir, samimî duâlar ve niyazlarla eller dergâh-ı ilâhîye açılırdı. Bu özel geceler, Fevziye Hocamızı yakından görmek ve hattâ musafaha etmekle nasiplendiğimiz müstesnâ zamanlardı.

Hiç unutmuyorum, hocamızla musafaha etmek için sıraya dizilirdik. Yüzü aşkın talebeyle üşenmeden tek tek musafaha ederdi. Şimdi düşünüyorum, bu manzara hiçbir resmî eğitim müessesesinde göremeyeceğiniz bir manzaraydı. Bizi evlâtları gibi sevdiğinden hiç şüphe duymadığımız Fevziye Hocamızla musafaha etmekten derin bir mutluluk duyardık. Yatılı okumanın mahzunluğunu, onun o samimî kucaklamasıyla giderirdik. Gözlerimizin içine sevgiyle bakması, bize ümit ve sevinç telkin ederdi. Bize daima duâ ederdi.

Elbette o yıllar, müslümanlar için çok zor yıllardı. Başörtülü bir genç kız ve kadın olmanın fedâkârlık gerektirdiği bir çağ olmasına rağmen; o bizi hep ümitlendirir, şevklendirirdi. Doğru yolda olmanın, Allâh’ın emrini tutmaya çalışan kullar olmanın; huzur ve sürûrunu hissetmemizi sağlardı.

Fevziye Hocamızı tanıyan herkesin dilinden dökülebilecek cümleler şunlardı:

“O îmânında çok samimiydi. Hizmet aşkıyla dopdoluydu.”

“Asla; «Biz ne yapabiliriz ki?» diye düşünmezdi. İnancından aldığı şevki ve heyecanı hiç bitmezdi.”

“Hep ümitliydi, sanki kısa bir zaman içinde İslâm zafer kazanacak gibi bir ümit telkin ederdi.”

“Aktif, lider ruhlu, sosyal becerileri yüksek, başarılı bir hanımdı; ama ilk bakışta kim olduğu tahmin edilemeyecek kadar da mütevâzıydı. Bazı günler onu kursun mutfağında, aşçı teyzenin dertlerini dinlerken de bulabilirdiniz.”

“Hisleri çok samimî olduğu için, hâl ve hareketleriyle dışarıya yansırdı. Şevk ve heyecanı sesinin tonunda işitilir, gözlerindeki pırıltıyla görülür hâle gelirdi. Böylece o şevk yanındakilere de tesir ederdi.”

Gerçekten de onu sahâbe neslinin fedâkârlıklarını anlatırken görseniz, sanki o zamanları yaşamış gibiydi. O kadar içten ve samimî bir insandı ki; gözlerinden yaşlar akmadan veya gözleri umutla, şevkle ışıl ışıl parlamadan konuştuğunu nâdiren görürdünüz.

Allâh’ın emirlerinin hayata geçmesi onun en başta gelen meselesiydi. Yüreği sanki Allah aşkıyla pır pır ediyordu. Zaman zaman bize konuşma yapar ve hep birlikte şahâdet parmaklarımızı havaya kaldırarak söz verdirirdi:

“Dâvâmız; İslâm’dır, adımız; müslümandır, en büyük arzu ve emelimiz Allah yolunda şehîd olmaktır!”

Bizim için Filistin uzak bir yer değildi; Afganistan’daki cihad en önemli gündemimizdi. Kurstaki hususî toplantılarda; duygulu ilâhîler kadar, şuurlandırıcı ve heyecanlandırıcı marşlar da söylerdik. Birçok zaman, marşların nakaratlarını ve tekbirleri hep bir ağızdan söylemeye teşvik ederdi. Yüreğimizi İslâm heyecanıyla doldururdu.

Bütün talebelerinden yemin ettirerek şu sözü almıştı:

“Hiçbir dünyalık menfaat karşısında; Allâh’ın emirlerinden, bilhassa tesettürümüzden asla taviz vermeyeceğiz!”

Çok hararetli bir şekilde, dünyevî tahsil ve ikbal için tesettüründen taviz verenlere hocalık hakkını asla helâl etmeyeceğini söylerdi. Onun heyecanlı konuşma şekli, yüreğimize tesir ederdi. Âdeta İslâm yeniden nâzil olmuş gibi, âyet-i kerîmeler bizim için indirilmiş gibi öyle bir şevkle anlatırdı ki, îmânımızın tazelendiğini hissederdik.

Bizim kursumuz, onun bizzat açtığı eğitim müessesesiydi ancak onun öncülük ettiği daha birçok hayır kuruluşu vardı. Tûbâ Kur’ân Kursu’nun, dul ve yetimleri himaye eden Şefkat Vakfı’nın kurucuları arasında yer alan Fevziye Hocamız; bu vakfın açtığı ilk dînî eğitim veren anaokullarının da öncüsüydü.

O; bütün bu hizmetlerde, cemaat-meşrep ayrımı yapmadan, her mü’mine hanımla omuz omuza birlikte çalıştı. Kendisinin ve bazı hocalarımızın; merhum Mehmed Zahid KOTKU Hazretleri’nin sağlığında, kendisinden feyz aldığını biliyorduk. Sonraları merhum Musa TOPBAŞ Hazretleri’nin sevenlerinin tertiplediği faaliyetlerde kendisine rastladım. Onun dervişliği, kuru mensubiyet değildi; edebi, ahlâkı ve irfânıyla tam bir dervişti.

Fevziye Hocamız, kadının aslî görevinin annelik olduğuna inanıyordu. Kendisi de evliydi ve çocukları vardı. Ancak gerçek anneliğin, çocuğu besleyip büyütmek değil; aklını ve gönlünü hak ve hakikatle tezyin etmek olduğunu kabul ediyordu. Cesur, mücadeleci ve yılmaz bir dâvâ neferi olan Fevziye Hocamızın en sevdiği unvan «mücâhide» idi.

Onun maksadı asla; kariyer, para, güç, gurur, gösteriş, erkeklerle rekabet değildi. O samimî bir şekilde, dâvâsının bir neferi olarak görüyordu kendisini. Ona göre; İslâm diyarlarının sinsice işgal altında olduğu bu dönemde, kadınlar da dâvânın yükünü omuzlamalıydı. İslâm’a hizmetin kadını erkeği olamazdı. Kalplerdeki îmân ışığının söndürülmek istendiği bir çağda; İslâm medeniyetinin yeniden ayağa kalkması için, hep birlikte çalışmak gerekiyordu.

Bir yanıyla çok gayretli olduğu gibi, bir yanıyla da derviş gönüllüydü. Bir mekânda bulunduğunda; kim olduğunu anlamayacağınız kadar alçak gönüllü, sessiz sedâsız hattâ zaman zaman da münzevî bir insandı.

Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Keşke ona lâyık bir talebe olabilseydim; ancak onu sevmiş olmaktan dolayı âhirette beraber olmayı ümit besliyorum. Allah -Zülcelâl-, hizmetlerini mükâfatlandırsın ve bizleri de onunla birlikte haşreylesin. Âmîn…