NE ÇABA GÖSTERDİN?

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Fudayl bin İyâz -kuddîse sirruhû-, 725’te Horasan’da doğdu. Fudayl, gençliğinde bir çete reisiydi. Âşık olduğu câriyenin evine girmek için duvara tırmandığı esnada içeride;

“Îmân edenlerin Allâh’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle kalplerinin ürperme zamanı hâlâ gelmedi mi?” (el-Hadîd, 16) meâlindeki âyet okunuyordu. Bunu duyunca çok tesirinde kaldı ve;

“Evet yâ Rabbî, o an geldi!” diyerek oradan ayrıldı. Yaptığı hatalara tövbe edip kendini tamamen Allâh’a kulluğa verdi.

Bu Allah dostu, mü’mini; «Az konuşan, çok çalışan, sözünde hikmet, sükûtunda düşünce, bakışında ibret, işinde iyilik bulunan kişi» diye tarif ederdi.

Fudayl bin İyâz -kuddîse sirruhû-, 803’te Mekke-i Mükerreme’de vefat etti. Kabri, Cennetü’l-Muallâ’dadır.

***

Kendisi bir nefis muhasebesinde şöyle demiştir:

“Ey nefsim! Sen Firdevs-i ‘lâ’da durup; peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle birlikte Allâh’ın komşusu olmak mı istiyorsun? Acaba yaptığın hangi amelle bunu istiyorsun? Bunun için hangi şehvetini terk ettin? Yuttuğun hangi öfkenle bunu talep ediyorsun? Kesilen hangi sıla-i rahimi yerine getirdin de bunu istiyorsun? Kardeşinin hangi sürçmesini, hatasını affettin de bunu kendine lâ­yık görüyorsun? Acaba; Allah için, hangi uzak insanı kendine yaklaştırdın da böyle bir neticeyi arzuluyorsun?”


ABDEST ROBOTU

Mekanik dehâsı Ebu’l-İzz el-Cezerî, 1153’te Cizre’de doğdu. 25 yıl, Diyarbakır’da Artuklu Beyi’ne basınç tesiriyle çalışan mekanizmalar tasarlayıp, günlük hayatta hem Bey’in hem de halkın ihtiyaçlarını karşılayan sistemler kurdu. Bunlardan bazıları; güneş saati, su saati, kandil saati, su terfî makineleri, abdest robotu, sürekli çalan flüt, kapı kilit sistemi, terazi sistemiyle hareket eden su kefeleridir. Cezerî’nin bazı âletleri yer çekimi kuvvetiyle çalışır ve bu kuvvet; düşürülen bir ağırlık, boşalan bir kaptaki şamandıra veya batan bir cisimle elde edilir.

El-Cezerî; on ikinci asırda, Leonardo da Vinci, Ampere ve Norbert Wiener gibi bilim adamlarından birkaç asır önce, krank mili, yel değirmeni ve daha birçok makinenin mühendisi olarak kayıtlara geçmiştir.

El-Cezerî çalışmalarını Bey’in isteği üzerine «el-Câmî Beyne’l-İlm ve’l-Amel en-Nâfî Fî es-Sınaâ‘ti’l-Hiyel» adlı eserinde yazılı ve resimli kitap hâline getirdi.

Ebû’l-İzz el-Cezerî, 1233 yılında Cizre’de vefat etti. Kabri, Cizre’deki Nuh Peygamber Camii’nin avlusundadır. (Korkutata Y., Toprak Z. F. (2010). el-Cezerî’nin Terazili, Sürekli Çalan Flütü. Bilimde Modern Yöntemler Sempozyumu, Diyarbakır)

***

Cezerî, kitabına nasıl başladığını kitabının ön sözünde şu şekilde anlatır:

“Bir gün onun huzûrundaydım ve yapmamı emrettiği şeyi getirmiştim. Ne düşündüğümü sezdi, gizlediğimi açığa vurdu ve bana şöyle dedi:

«Eşsiz araçlar yapmış, onları gücünle işler duruma getirmişsin. Seni yoran ve kusursuz biçimde inşâ ettiğin bu şeyler kaybolup gitmesin. Benim için îcat ettiğin bu araçları bir araya toplayan ve her birinden ve resimlerden seçmeleri kapsayan bir kitap yazmanı istiyorum.»

Onun bana sunduğu modeli uyguladım ve tekliflerini kabul ettim, zaten boyun eğmekten başka yapacağım bir şey yoktu. Gerekli çalışmayı yapmak üzere gücümü topladım ve bu kitabı kaleme aldım.” (Olağanüstü Mekanik Araçların Bilgisi Hakkında Kitap, Tıpkı Basım, Kültür Bakanlığı Yayınları 1207, Bilim ve Teknoloji Dizisi 2, Ankara, 1990, s. 2; Hill, 1974, s. 3)

BEYGİRİN BAKİYESİ

Ahmed Vefik Paşa, 1818’de İstanbul’da doğdu. Kitaba ve ilme çok düşkündü. Eline geçen parayı kitaba verir, kıymetli eserler toplar; okumaktan, yazmaktan aldığı zevki başka hiçbir şeyden almazdı. On beş bin ciltlik güzel bir kütüphane teşkil etti. “İnsanın kaybedecek bir dakikası yoktur.” der, yemek yerken bile kitap okurdu.

Devlet adamı olarak yetişti. Bursa valiliği sırasında başta Yeşil Cami ve Yeşil Türbe olmak üzere hasar gören veya harabeye dönen mimarî eserleri tamir ettirdi. İlerleyen yıllarda evkaf, adâlet ve maârif bakanlıkları yaptı. Kısa bir müddet sadrazamlık da yapan Ahmed Vefik Paşa, 2 Nisan 1891’de İstanbul’da vefat etti. Kabri, Sarıyer/Âşiyan mezarlığındadır.

***

Paşa’nın Bursa valiliği sırasında; bir adam gelip, memurlarından birinin kendisine borcu olduğunu, fakat borcunu ödemediğini söyleyerek şikâyette bulunur. Paşa, memuru çağırtıp filânca tarihe kadar borcunu ödemesini söyler. Alacaklı, süre dolup da ödenmeyen borç için tekrar şikâyete gelince, memur tekrar çağırtılır. Paşa memura sorar:

“–Buraya nasıl geldiniz?”

“–Beygirle efendimiz.”

“–Çok âlâ. Oturunuz.”

Paşa, daha sonra odacısını çağırarak kulağına bir şeyler söyler. Biraz sonra odacı elinde bir miktar para ile içeri gelir. Paşa; bu parayı ikiye ayırıp bir kısmını alacaklıya, kalanı da borçluya verir. Bundan bir şey anlamayan adam, Paşa’ya bu paranın hikmetini sorar:

“–Merak etmeyin; verdiğim para, pazarda sattırdığım atınızın bakiyesidir.”

NASIL; «AT ÖLDÜ!» DERİM…

Fıkra ve nükteleriyle mâruf İncili Mustafa Çavuş, on altıncı asrın ortalarında Diyarbakır’da doğdu. İyi bir eğitim gördü, Arapça ve Farsça öğrendi. Zekâsı ve hazırcevap şahsiyeti ile devlet adamlığına kadar yükseldi.

Onu bu kadar meşhur yapan şey; nüktedanlığı yanında hiç çekinmeden saray erkânını ve hattâ yeri geldiğinde padişahı bile zaman zaman iğnelemesi ve bu sayede halkın kendisini benimsemiş olmasıdır. Fıkraları dilden dile dolaşan bu zât, Sultan I. Ahmed ve Sultan IV. Murad’a musâhiplik ve nedimlik yaptı.

On yedinci asrın başlarında vefat ettiği düşünülen İncili Mustafa Çavuş’un kabri, Edirnekapı Mezarlığı’ndadır.

***

Padişah, bir gün İncili Çavuş’a güzel bir Arap atı emânet eder. Ama şu tembihi yapmayı da ihmal etmez:

“–Ona iyi bakasın; hastalanmasın, sakatlanmasın, hele hele sakın ha; «Öldü!» deme!”

İncili Çavuş; atı alır, götürür, ahıra bağlar. Ama ata bir şey olacak diye ödü kopar, binmeye bile korkar. Fakat sakınan göze çöp batar misali, at bir gün hastalanır. Baytarlar çare bulamazlar, ne kadar uğraşsalar da at ölür. Atın öldüğünü gören İncili çok korkar; «İnşâallah padişah unutmuştur…» diye düşünürken bir gün Padişah ânîden soruverir:

“–İncili! Sana verdiğim at nasıl?” İncili; «At öldü!» diyemez:

“–At yattı Sultanım!” der.

“–Eee, sonra kalkmadı mı?”

“–Kalkmadı, kıpırdamadı, nefes de almadı.”

“–Öyleyse bu at, öldü desene!”

“–Onu ben diyemem Sultanım, siz buyurursunuz.” (Seratlı, 2004)