REZÂLETİN İLÂNI

YAZAR : M. Aşır KARABACAK

8 Mart Dünya Kadınlar Günü.

8 Mart 1857 tarihinde kırk bin kadın tekstil işçisi, Amerika’nın New York şehrinde grev yaparlar. Polis; grev yapanlara şiddetle müdahale eder ve 129 kadın işçi, sığındıkları tekstil fabrikasında çıkan yangında can verir. 27 Ağustos 1910 tarihinde Clara Zetkin isimli aktivistin teklifi ile bu gün Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanmaya başladı.

Burada dikkat çeken hususlar;

Kadın işçilerin iş şartlarının düzenlenmesi,

Eşit işe eşit ücret politikasının belirlenmesi,

Grev hakkının kullanılması vs. gibi konular ile gündeme gelmiş bir günden bahsediyoruz.

Lâkin, günümüzde bazı çevreler 8 Mart’ı vahim bir şekilde istismar etmektedir.

Özellikle geçtiğimiz ay Taksim’de yapılan bir yürüyüş tam bir rezâlet idi.

«Kadınlar gününde, kadın öznesi dışında ve kadın hakları dışında her şey vardı.» desek abartı yapmış olmayacağımız bir yürüyüş ve nümâyiş sergilendi.

Açılan pankartlar, yürüyüşü destekleyen STK ve siyasî partilerin yaptıkları açıklamalar, günün mahiyetinin çok dışında ve ötesinde portreler sergiledi.

Güya kadının cinsiyetinden dolayı ikinci plânda tutulduğunu söyleyenler, kadını tamamen bir cinsî obje olarak ortaya çıkardılar. Açılan pankartların; -bırakınız bir hanımefendiyi- bir erkek bile okuduğunda yüzünü kızartan ve; «Bu kadar da olmaz!» dedirtecek türden ifadelerle dolu olması bir tarafa, bu pankartları kadınların taşıyor olması da ayrı bir fecaat ve denâet örneği oluşturdu.

Öyle ki aile hayatını dinamitleyen bir tavır sergilendi.

Hâlbuki insanın, fıtratı îcâbı aileye ihtiyacı vardır. Aileyi aile yapan da nikâhtır.

«Evlenenlere değil de boşananlara hediye göndermek lâzım!»,

«Anne, babamı boşa!» gibi pankartlarla bütün ahlâkî kıymetleri altüst ederek hangi insanî değeri topluma sunmak ve hangi statüyü kazanmak istiyorlar? Ailesiz bir insan toplumu meydana gelebilir mi? Binâenaleyh insan, diğer canlılardan farklı olarak nikâh ile aile teşkil eder. Hayvanlar ise bu hissiyâta sahip değildir.

Sözüm ona «Kadın Yürü­yü­şü»nde açılan rezil pankartlardan birkaç örnek daha sunmak istiyorum:

«Namus bizden korksun.»

«Tam namuslu olacağım, bir gülme geliyor.»

«Bedenimiz, hayatımız bizim; aileniz sizin olsun.»

«Kötü yola düştüm, böyle iyiyim.»

«Kocanın karısı olma, bilmem ne ol.»

Daha nice edepsiz ifadeler ki burada aktarılmasına imkân yok!

Diğer yandan kadınlar günüyle ne alâkası varsa, millî hissiyattan uzak siyasî pankartlar:

«Silâhlar sussun, kadınlar barışta ısrarcı.»

«Öcalan’a özgürlük.»

«Militarizm bizden korksun.»

«Polis bizden korksun.»

«Sur, Cizre, Silopi. Bu savaşa kadınların rızâsı yok.»

Tamamını yazmaya kalemin hayâ edeceği bir pankartın baş tarafında ise şöyle bir itiraz:

«Ben senin kaburgandan yaratılmadım!»

Âyet ve hadisle sabit olan bir yaratılış hakikatini, böyle rezil bir yürüyüşün afişine taşımak nedir? Bu kadınlar yürüyüşü mü, ateistler yürüyüşü mü?

Ve daha nice edepsizce, millet hissiyâtından uzak ve din düşmanı ifadeler… Şimdi bu ifadelere bakınca, bu yapılan yürüyüşün «kadın hakları» ile ne kadar ilgisi olduğunu düşünürsünüz? Veya bu yürüyüşün, yüzde 99’u müslüman olan bir ülkede yapılıyor olması ve yürüyüşteki dînî değerlere yapılan saldırılar da göze alındığında; hangi maksada hizmet ettiği hususunda nasıl bir yorum yapılması gerekir?

Maksat nedir?

Uygulanan yöntem nedir?

Ulaşılan hedef nedir?

Bu üç soru muvâcehesinde bakıldığında, maksadın birtakım sûi istimalciler vasıtasıyla kadınlara yapılan haksızlıklar olmadığı açıktır. Bilâkis; açılan pankartlara bakıldığında, bu yürüyüşün üç temel gayesi olduğu ortaya çıkmaktadır.

Birincisi, kadın meselesini tamamen cinsiyet üzerinden ortaya çıkarmak. Bunu yaparken de sanki fıtratta varmış ve gayet normalmiş gibi cinsî sapıklıkları da alenîleştirme gayreti güdülmüş.

İkincisi; YPG, PYD gibi terör kuklaları üzerinden saldırılan ülkemizin, yerinde ve güçlü bir taarruz ile Suriye topraklarında yaptığı harekâtın; «Sevgi, barış, kardeşlik» gibi herkes tarafından kabul edilebilecek kelimelerle süslenerek engellenmesi ve eğer bu başarılamazsa kamuoyu önünde tartışılır pozisyona sokulması.

Üçüncüsü ise, en tehlikeli şekilde plânlanmış ve uygulamaya konulmuş. Din ve mukaddes değerler üzerinden yapılan saldırı. Din ve cemiyet vicdanında mâkes bulan değerleri ayaklar altına almak ve kafalarında oluşturdukları «taş devri» insanının hayvânî isteklerini; «Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin!..» felsefesiyle hayata geçirmek.

Dikkat edilirse, hiçbir maddede; kadına yapılan haksızlıklar, eşit işe eşit ücret vs. gibi bugünün ana gayesine yönelik bir hazırlık bulunmamaktadır.

Uygulanan yöntem ise; tamamen insanlık haysiyetini zedeleyici, yani hayvânî bir yöntemdir ve toplumun her kesimince tel’in edilmelidir.

Varılan netice ise -elhamdülillâh- şimdilik bir saman alevidir. Gaye, maksat; hanımların sıkıntılarına çare bulmak olmadığı için hanımlar nezdinde de elbette itibar görmemiştir.

Yapılan bu ahlâksızlıktaki cesaret, Lût -aleyhisselâm-’ın kavminin;

“Temizler aramızdan çıksın!” türünden yaptıkları denâetten de ötedir. Çünkü burada;

“Temizler çıksın!” denilmemekte;

“Temizler bize karışmasın, saygı duysun ve onlar da bizim gibi olsun!”a getirilmektedir işin nihayeti…

Evvelden sokaklarda dolaşan ayyaşlar bile, namus söz konusu olduğunda hâlinden utanır ve başkalarının namusuna yan bakmak şöyle dursun öyle bir duruma şahit olsa ânında müdahale ederdi. Hattâ meşhurdur, af buyurun; İstanbul’un işgal edildiği dönemde Karaköy umumhânelerinde çalışan fâhişeler bile;

“Bizler gâvur askerleri ile birlikte olmayacağız!” diye îlânâtta bulunmuşlardır.

Şimdiki gelinen noktaya bakıldığında insanın havsalası almıyor. Redâetin, rezâletin bu safhaya gelmesine taaccüp ediyor insan.

Kur’ân’ın bildirdiği eski kavimlerin helâk oluş sebeplerine baktığımızda; sadece 8 Mart’ta Taksim’de yapılan yürüyüş ve bu yürüyüşteki fiil ve tavırlar, bütün o kavimlerin helâk sebeplerinin günümüzde de vukû bulduğunu ayan beyan ortaya koymaktadır. Şükür ki Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Ben, Rabbimden; benim ümmetimi helâk etmemesini istedim. Rabbim benim bu duâmı kabul etti.” (Müslim, Fiten, 20) buyurarak isyankâr kavimlerin helâkleri gibi bir helâke dûçâr olmamamız için niyaz etmişlerdir.

Diğer taraftan;

Bu marjinal gösteri dışında da Kadınlar Günü mesajlarının medeniyetimizle, fıtratımızla ters düşen yönleri yok değildir. Kadınların iş, siyaset, ticaret vs. dış dünyada daha fazla temsil edilmeleri gerektiği yönünde telkinler verilmektedir.

Fakat ömrü sahnelerde geçmiş artistlerin ifadelerine bakarsak, içlerinde bulundukları çevrenin aşırı mahalle baskısına rağmen, pişmanlıklarını ifade etmeleri dikkate değer niteliktedir.

Meselâ; Müzeyyen SENAR, kendisi ile yapılan bir röportajda şunları söylüyor:

“–Bugün sorarsan; «Hiç mi pişmanlığın yok!» diye; «Var!» derim. Müzeyyen SENAR olmak yerine, bir kocayla bir ömür geçirmek isterdim. Keşke bir adamla birlikte yaşlanabilseydim. Bugün arkadaşlarımın evliliğinin 66. senelerini kutlayacağız. 66 yıldır evliler. Ne güzel bir şey.”

“–Her şeyi bir kenara koyar mıydınız yani, aynı adamla bir ömür geçirebilmek için?” sorusuna da;

“–Koymaz mı insan, koyar tabiî.” diye cevap veriyor. Her şeyi, tüm o şöhreti, şöhretin getirdiği maddî nimetleri, tanınmayı vs. her şeyi bir kenara iterek, bir adamla bir ömür beraberlik…

Nedir peki gösterişli, nümâyişli bir hayatı yaşamaktansa sıradan bir anne olarak ailesi ile ilgilenebilme isteğine iten o artistleri?

Allâh’ın hanımlara verdiği büyük nimettir. Annelik hissiyâtı ve bir erkeğin koruması altında huzurlu nefes alışverişin rahatlığı. Kadınlığın, kadının fıtratı ve temiz kalabilmiş yanları. Allâh’ın kadın fıtratında yarattığı merhamet ve şefkat temizliği.

Yakın zamanda bir diğer artist, Hülya AVŞAR da şöyle bir açıklama yaptı:

“Erkek çalışsın; kadın evde çocukları kendi büyütsün, yemeğini yapsın, kocasını karşılasın. «Özgürlüklerini kısıtlasın.» demiyorum. Evde kadın baskın, dışarıda erkek. Erkek hâkimiyeti, güzel bir duygu gibi geliyor bana. «Erkek baskısı» demiyorum. Kadın, yapabilir her şeyi.

Biz kadınlar iki işi birden beceremiyoruz. Bunu ben de beceremedim. Ayrılıklarım bu yüzden oldu. Boşanmaların çoğu da bu yüzden oluyor. Bir erkek kadına sarıldığı zaman, kolunun altına girilebilecek bir erkekten bahsediyorum. Güzel bir şey değil mi?”

Tabiî bu açıklamalardan sonra ciddî bir mahalle baskısına maruz kaldı. Fakat;

“Ben, sözlerimin arkasındayım!” diyerek söylediklerini şuurlu bir irade ile de söylediğini ilân etti.

Bu bir iki itirafın ötesinde, batı dünyasında da kadının çalışmak zorunda bırakılmasını, aile ve annelik duygularından uzak kalmasını sorgulayan ciddî hareketlerin varlığını biliyoruz.

Vedâ Hutbesi’ne baktığımızda, hanımlar hakkında çizilen çizginin ne kadar hakkāniyetli olduğunu görürüz:

“Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allâh’ın emâneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allâh’ın emri ile helâl kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır.”

İslâm, Hazret-i Peygamber’in tebliği ile birlikte, kız çocuklarına ve kadına bakışı «TABİATINA UYGUN» noktaya getirmiş ve hanımları aziz yerlerine konumlandırmıştır.

Bu konumlandırma çift taraflı bir konumlandırmadır. Erkeğin vaziyeti ve hanımın vaziyeti ayrı ayrı zikredilerek her iki cinsin de hak ve mes’ûliyetleri tavzih ve ilân edilmiştir.

İslâm’ın kadına bakışı kısaca şöyledir:

Kız çocuğu da aynı erkek çocuğu gibi eğitim alır, ayrı tutulmaz. Ne Kur’ân’da ne de sünnette insanları ilme teşvik eden hiçbir âyet veya hadis, kadınları çerçeve dışında tutmaz.

Prensip olarak, kurulan ailede ev geçindirme mükellefiyeti erkeğe aittir. Ev içindeki evlât yetiştirme gibi vazifeler ise hanıma aittir.

Kadın, evlenirken istediği kadar «mihir» alır. Mihir kendi malıdır, istediği gibi harcar veya elinde tutar. Kendi mal varlığı üzerinde tasarruf sahibidir. İsterse ticaret yapar, şirket kurar, ticârî ortaklıklar yapabilir. Kazandığını da kendi istediği biçimde harcayabilir. Bütün bunları yaparken de evlilik sonrasında bir nevî sosyal güvenlik garantisi altına girmiştir. Erkek, imkânı ölçüsünde hanımına bakmakla ve onun ihtiyaçlarını karşılamakla mükelleftir.

Bu açıklamalardan sonra o iki artistin paylaştıkları pişmanlıklarına bakarsak; geldikleri noktanın, İslâm’ın 1400 küsur yıl önce vaz ettiği hakikatlere ne kadar yaklaştıklarını görürüz.

Allâh’ın insana vermiş olduğu fıtrat ne güzel. Her iki cinsi de kendi istîdatları ve kabiliyetleri yönünde sağlam bir eğitime tâbî tutsak, aslında hiçbir problem kalmayacak. İslâm’ın koyduğu kaidelere uyulmamasından mütevellit sıkıntılar da ortadan kalkmış olacak.

Bunun için çocuklarımızı sağlam ve güvenilir bir şekilde Kur’ân eğitimine yöneltmeli, onların istikbâli ile ilgili oluşabilecek olumsuzluklardan onları korumalıyız.

Maddî, nefsânî ve şâşaalı bir hayat tarzı; başlangıçta sağlam bir Kur’ân eğitimi almamış fertleri cezbetse de zaman geçtikçe buhrana ve bunalımlara yol açıyor. Bu buhranların neticesi de toplumda kapanması zor yaralar açılmasına sebebiyet veriyor. «8 Mart Kadınlar Günü»nde yapılan Taksim yürüyüşü de bu bunalım ve buhranın bir neticesidir.

Bunun bir adım sonrası da; içki müptelâsı bir ayyaşlık veya esrar, uyuşturucu sarmalında kaybolan bir ömür. Sonrası da asıl felâket.

Allâh’ın koyduğu fıtratın dışına çıkılmasının ne hazin bir neticesi.

Rabbimiz Kur’ân’dan ve Kur’ân endeksli bir hayatı yaşamaktan bizi uzak tutmasın. Âmîn!