İDRÂKİN KAPISI

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Niyet her işin başıdır.

“Niyet hayır, âkıbet hayır!” demişler. Bundan tersini de anlamak mümkün. Niyet kötü olursa âkıbet de kötü olur.

Meselâ tahsilde niyet nedir?

Derin derin düşünmeli…

“Gerçek tahsil, Allâh’ı bilmektir.” diyor Yûnus Emre Hazretleri… Kendini tanıyacaksın, âciz olduğunu idrâk edeceksin. Kādir olan Rabbini tanıyacaksın.

Ölüm var, âhiret günü var, bunu idrâk edeceksin. Kul hakkına, helâle, harama dikkat etmeyi öğreneceksin.

Âyet-i kerîmeleri, hadîs-i şerifleri hocalar söylüyor, işitiyoruz ama duymuyoruz. Bunlar âdeta başkasına söyleniyor;

«Bana gelene kadar akşam olur…» dercesine…

Eğer böyle yapıyorsak, allâme de olsak câhiliz.

Yakınımızdan biri ölüyor; ağlıyoruz, sızlıyoruz, iki gün sonra unutuyoruz. En yakın kardeşlerimizle bile kanlı bıçaklı kavga ediyoruz, niçin? Dünya malı için. Öleni düşünmüyoruz;

«Bize ölüm yıldızdan ırak…» dercesine…

Ölüm meleği gelecek, bunu biliyoruz. Ne zaman? Belki yarın, belki yarından da yakın. Yakana yapışacak; «Aman!», «Yaman!» dinlemeyecek, vazifesini yapacak. Yaptığın günahlar, sevaplar, iyilikler ve kötülüklerin hesabını vereceksin. Unutma! Ölüm var, âhiret günü var. Sen ne hazırlık yaptın? Düşün. Davranışlarını ona göre yap; «Daha zaman çok!» deme!

Bunca tahsile, bunca eğitime rağmen bu câhillik neden?

Çünkü niyetler hayır değil.

“Kendini üstün görüp havalara girmek.”

Maalesef zamanımızın hastalığı…

Herkes kendini üstün gösterip büyüklenmeye çalışıyor. Kendine; «Cömert, akıllı, güçlü, varlıklı» desinler istiyor. Hatırı sayılsın, övülsün istiyor. Birçok insan çocuklarını özel okullarda okutuyor, bununla övünüyor. İngiltere’de filân üniversiteye, Amerika’da şu üniversiteye gitti, diplomasını aldı…

Kimse övünmek için gidip okumasın!.. Çünkü yine câhil kalacak!.. Niyet bu olunca, âkıbet de kibirli, böbürlenen bir insan olacak.

Bir insan; ailesine, devletine, dînine faydalı olmak için okusun; eyvallah! Bir şey demiyoruz. Ama bu kadar paralar harcadın, ya din için ne yaptın? Bir şeyler öğrettin mi? Veyahut öğretenle buluşturdun mu?

Îmânı kalbine yerleştirdin mi? Yoksa bununla övünmek sana yetiyor mu?

Övünmek, kibir alâmetindendir. Hadîs-i şerîfin îkazı müthiş:

“Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez!” (Müslim, Îmân, 147)

“Elbisesini kibirle yerde sürüyen kimseye Allah merhamet nazarıyla bakmaz.” (Müslim, Libâs, 42)

Eskiden kibir alâmeti, kumaşını gereğinden fazla bırakarak elbisesini yerlerde sürümek imiş. Bugün kibir alâmeti neler ise, hadîsi öyle anlamak îcap eder.

Allah katında gerçek üstünlük takvâdadır, onu da Mevlâ’m bilir. Dolayısıyla insana düşen, tevâzu. Allâh’a ilticâ etmek.

Bu sebeple;

Bahâeddin Nakşibendî -kuddîse sirruhû- Hazretleri;

Âlem yahşi ben yaman,

Âlem buğday ben saman…

demiş yani; “Herkes benden üstün, ben âcizim.” demiş.

Biz de kendimizi âciz göreceğiz. Aklımızla, servetimizle, gücümüzle övünmeyeceğiz. İki günlük misafir olarak kaldığımız dünyada, âhiret için bir şeyler biriktirmenin yolunu arayacağız.

Tahsilden gayemiz bu olduğu gibi, ticaretten, sanayiden yani para kazanmaktan da kastımız bu olacak. «Güçlü olmak, kudretli olmak, herkese tepeden bakmak» değil!..

Sayın Mehmet BÜYÜKEKŞİ anlatıyor:

Kazakistan’da oteli olan ve değişik işletmelerin de sahibi bir Türk ile sohbet ederken, adam sorar:

“–Mehmet! Beni nasıl gördün?”

O da;

“–Durumun iyi, ancak olduğundan beş kat fazla görünüyorsun.” deyince adam;

“–O zaman bir eksiğim var, çünkü ben on kat fazla görünmek istiyorum.” diye cevap verir.

Niçin üstün görünmek istiyorsun? Hava atmak yani kibir için. Bu doğru değil.

İnsanları üstün görünmeye iten duygu, başkalarının hep görüntüye değer verdiğini zannetmek. Bunu anlatan herkesin bildiği güzel bir Nasreddin Hoca fıkrası vardır. Faydasına binâen yazıyorum:

Akşehir’in beyleri Hoca’yı yemeğe davet etmişler. Hoca davete, sıradan bir kıyafetiyle katılmış. Davet sahibi olan beyler; sırmalı kaftanlarla, süslü kavuklarla gelenlere bol bol izzet ü ikram ettikleri hâlde, bizim Hoca’ya dönüp bakan olmamış.

Hoca; bir koşu evine giderek, sandıktaki işlemeli kürkünü giymiş, tekrar davet yerine geri dönmüş.

Az evvel;

“Hoş geldin!” bile demeyenler, onu bu vaziyette, bu kıyafette görünce önünde yerlere kadar eğilmişler. Hoca’yı, yere-göğe sığdıramayıp başköşeye oturtmuşlar. Sonra da yemeklerin en haslarını, en mükemmellerini önüne dizmişler.

Herkes Hoca’nın yemeğe başlamasını bekliyormuş.

Hoca, bir ders vermek istemiş. Kürkünün kol kısmını yemeğe yanaştırıp;

“–Ye kürküm ye, ye kürküm ye!” demeye başlamış.

Oradakiler şaşkın;

“–İlâhi Hoca!” demişler; “Kürkün yemek yediği nerede görülmüş?”

Hoca taşı gediğine koymakta gecikmemiş:

“–Az evvel kürksüz, sıradan kıyafetlerle geldiğimde beni adamdan sayan olmadı. Kürkü giyip geldiğimde ise bir iltifat, bir itibar… Sormayın gitsin. Demek ki, bütün itibarı kürküm gördü, bırakın yemeği de o yesin!..”

Yani Hoca Nasreddin diyor ki; insanlara sadece dış görünüşleriyle, makam-mevkileriyle, etrafa sattıkları caka ve fiyakayla değer verirseniz, insanları yanlış yönlendirmiş olursunuz. İnsanlar, olduklarından daha güçlü, daha azametli, daha zengin görünmeye çalışırlar. Hem kendilerini hem başkalarını aldatmış olurlar.

Mevlânâ Hazretleri, her şey için;

“Ya göründüğün gibi ol ya olduğun gibi görün!” demiştir.

Sonra şunu da düşünmeli:

İsterse görüntü değil de hakikat olsun!.. Gerçekten çok zengin, çok güçlü ol istersen, ne fark eder, hepsi geçici değil mi? Hepsi emânet değil mi?

Akıllı insan; aklın da, servetin de, gücün de, sıhhatin de Allâh’ın lütuf ve keremi olduğunu bilir. İsterse verir, isterse alır.

Bu sebeple akıllı insan, Allâh’ın verdiğine vereceğine şükreder. Allah vermezse de râzı olur, şikâyet etmez.

Akıllı insan; «Ben kazandım!» diye muvaffakiyetleri kendisine izâfe etmez, mütevâzı olur.

Aklını çok beğenmez. Her işte başkaları ile istişâre eder, başkalarının da aklından istifade eder. Peygamber’in ahlâkı ile ahlâklanıp O’nun yolunda gider. Başkalarına da faydalı olmak için gayret eder. Önce kendisi İslâm’ı hatasız, tam yaşamalı ki başkalarına söyledikleri yer tutsun.

Şunu da unutmamalı:

Asıl maksadımız, insanların gözünü boyamak değil, gönlünü doldurmak olmalı. Stil yapmak, imaj göstermek değil şahsiyet inşâ etmek olmalı.

Çünkü gözü boyayan yaldızlar çok uzun sürmez. Gösterişlerin foyası meydana çıkar. Fakat güzel ahlâk, sönmez bir ışıktır. Doğru ve dürüst bir şahsiyet, hiç sönmeyen bir güneştir.

Muhatabımız, gönülden râzı olmalı. Tesir altında kalarak değil. Bununla alâkalı bir hâtıramız oldu:

İyi niyetimiz ve samimiyetimiz, biz pek bir şey yapmadan devreye girdi ve muhatabımızı iknâ etti.

Anlatalım:

Bir hayırsever, Gaziantep’teki vakfımıza bin metrekare yurt yeri verecekti. Fakat şartları vardı:

✳ Haftada en az 1 hatim bağışlanacak.

✳ Hâfız veya imam-hatipli talebelerden başkası, yapılan yurdu kullanmayacak.

Hayırsever yaşlı bir kişiydi. Oğlu yok, hanımı da vefat etmiş. İki kızı var: Biri doktor diğeri eczacı… Kızlar tesettürlüler, lâkin okuyup çalıştıkları için rahat konuşmaya alışmışlar. Babaları adına konuşup onu müdafaa ediyorlar.

Arsasını vakfımıza verecek, biz de üzerine yurt inşâ edeceğiz. Bizim vakfın hizmet sahası belli. Dînî, millî ve mânevî bir anlayış içindeyiz. Hizmet verdiğimiz Kur’ân kursu da var, üniversite yurdu da var, imam-hatip de var…

Adam aksi bir insana benzemiyor ama diretiyor:

“–Ya illâ hâfızlar olacak yahut da imam-hatip yurdu olacak!”

Biz de diyoruz ki:

“–İmam-hatip talebesi olur, yeri gelir tıp talebesi olur, yeri gelir hâfızlar olur. İhtiyaç olur, Kur’ân kursu olur. Sen bize güven. Biz en hayırlı şekilde milletin istifadesine sunacağız. Kurs deriz, yarın dolmazsa ne yapacaksın?”

Onlar da itiraz ediyorlar. Zannediyorlar ki, böyle bir şartta ısrar etmezlerse; bir müddet sonra yurda mâneviyatsız, vatana-millete zararlı tipler doldururlar. Hâlbuki bizim vakfımızın duruşu belli. Hâfız yahut imam-hatipli olmasa da millî-mânevî ölçülerle hareket edeceğimiz gayet açık. Fakat onların koymak istedikleri şart; vakfın zaman içinde, ihtiyaçlara göre rahat plânlama yapmasına mâni olur. Çünkü;

“Vâkıfın şartı, şâriin nassı gibidir.” denilmiştir. Hangi şartla alırsan, kıyâmete kadar o şarta uyman lâzım. Uymazsan vebâli var.

Bir türlü anlaşamadık…

Görüştüğümüz zaman bizi de tanısınlar diye, bizim; «İKİ ÇİFT SÖZ YETER» adlı kitabımızdan hediye etmiştik kendilerine. Doktor olan kızı, kitabı inceledikten sonra dedi ki:

“–Benim anneannem bir kitaptan rastgele açar; «Şansımıza…» der öyle okurdu kitapları. Ben de öyle açayım da okuyayım.”

Yani tefeül yaptı.

Açtı; «Ağlatan Ekmek» yazımız çıktı.

O yazıyı okuyan / hatırlayan okuyucularımız bilirler, annemden aktardığım çok dokunaklı bir hâdise… Geçmişte yaşanan yoklukları ve sıkıntıları, günümüzdeki israflarla kıyaslayan acıklı bir yazı…

Doktor hanım okurken ağlamaya başladı. O ağlayınca biz de duygulandık, biz de ağladık. Babası da ağladı, orada oturanlar hepimiz ağladık…

Bu duygulu ortamda adam yumuşadı, şarttan vazgeçti;

“–Size güveniyorum!” dedi.

Anlaşmayı imzaladık, bitti.

Biz artık ısrarı bırakmıştık. Fakat o yazı, idrâkin kapısını açtı. Bize güvenmesini sağladı. Aslında o tesir; yazıdaki, annemin duygularının samimiyetiyle meydana geldi.

Biz de onun güvenini boşa çıkarmadık.

Nitekim oraya yapılan binayı bir müddet üniversite yurdu olarak kullandık. Sonra Kur’ân kursuna ihtiyaç oldu. Kursa çevirdik.

Biz o hayırsever amcanın kanaatini değiştirmek için fazladan bir şey yapmadık. Hâlimizi, yazdıklarımızı, annemizin anlattığı hakikatleri dinledi ve, «Bu insanlar beni kandırmaz!» diye gönül hoşnutluğuyla bizim teklifimizi kabul etmiş oldu.

Kitabımızın böyle bir şeye hizmet etmesi de ayrı bir sır oldu.

Demek ki;

İdrâkin kapısını açmak için söz, yazı, sohbet şart…

Büyüklerimiz;

“Meçhul adreslere ve istikbâle gönderilen mektuplar…” diyorlar.

Yazdığımız bir eseri, kimler okuyacak, kimler tesir alacak, kimlere neler yaptıracak kim bilir…

Hayırlı olursa, hayırlara ortak eder…

Şerli olursa da vebâle sokar…

Bu sebeple sözlerimiz; idrâkin kapısını açtırmalı, fakat yanlışa teşvik etmemeli, hataya düşürmemeli.

Hâlimiz de olduğumuz hâli yansıtmalı. Kimseyi aldatmamalı… İç ve dış güzelliğimiz insanları hayran etmeli.

Rabbim, idrâkimizi açsın. Bizleri nefsini bilip Hakk’ı tanıyan kullarına ilhâk eylesin. Niyetlerimizi arzusuna muvâfık eylesin. Rızâsına uymayan niyetlerden bizleri ve nesillerimizi muhafaza buyursun.

Âmîn…