İKİ UÇLU BIÇAK

YAZAR : Halil KAŞIKÇI

«Yüzakı Mecmûamız»ın Ocak 2018 sayısında, Muhterem Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi’nin yazısındaki şu satırlar, fakiri geçmişe aldı götürdü:

“Muhabbetullah, mârifetullah, ihlâs ve takvâ ile kalben seviye kat etmemiş ve Hakk’ı bilmeyen nâdan bir insan, -ne kadar bilgili olursa olsun- ham kalmaya mahkûmdur.

O, bu hamlığıyla ilim tahsil edip, meselâ bir doktor olsa; insanlara şifâ tevzî edeceği yerde, menfaati için organ kaçakçılığı yapan bir insan kasabı oluverir.

Bir hukukçu olsa; adâlet tevzî edeceği yerde, bir suç şebekesi lideri veya zalim bir cellât oluverir.

Yani ilim; onu kullananların kalbî durumuna göre faydalı veya zararlı olabilen, iki uçlu bir bıçak gibidir. Hayra da kullanılabilir, şerre de âlet edilebilir.”

Bendeniz Eczacılık Fakültesi mezunuyum. On seneyi aşkın mesleğimi icrâ ettikten sonra; serbest ticaret ve vakıf hizmetlerine teksif olmak üzere, eczacılığı bıraktım.

Eczacılığa Edirne’de başlamıştım. Tabiplik ve eczacılık neticede şifâya vesile olma meslekleri. Bu mânâda halkın nazarında âdeta mukaddes görülür. Halkımız doktora da hoca gibi, âlim gibi hürmet eder.

Lâkin ilim, irfana dönüşmemişse?

Eczacılık mesleğimi icrâ ederken; yukarıdaki tespite misal olarak ifade edilen, şifâ tevzî etmek yerine maddiyatın esiri olarak, kasaplık yapan bazı insanlara maalesef rastladım.

Aradan uzun yıllar geçti. İsim ve tarih belirtmeksizin, ibret olsun diye zikretmekte fayda görüyorum.

Edirne’de bir tek Devlet Hastahânesi vardı. Bir tane de ameliyathânesi. Hastahânede 3 tane cerrah / operatör vardı.

Bunlardan biri Pazartesi, biri Salı, biri Çarşamba günleri için ameliyatta anlaşmışlar; her gün bir tanesi 17 ameliyat yapar. 18 yapamaz, 16 yapmaz.

16 zaten yapmaz. Çünkü para alacak.

Ama 17’yi de 18’e çıkarmaz. Kendi aralarında böyle taksim etmişler. Birbirlerini de kontrol ederler, âdeta başlarında nöbet tutarlar; «Kaç tane ameliyat yapıyorsun vs.» diye.

Peki, bu iş nasıl oluyor? Her gün aynı sayıda ameliyatlık hasta çıkar mı? Nasıl çıkıyor?

Bunu -trajikomik derler ya- ağlanacak hâlimize güldüren bir vesileyle öğrendim:

Kapıkule yolunda Yenikadın köyü vardır. Hayli geniş bir köydür. Uyanık da bir muhtarı vardı. Bir gün eczaneye geldi. Edirne’de eczacılara; «Doktor!» diye hitap ederlerdi. Bana dedi ki:

“­–Doktor! Sana bir şey soracağım ama bana doğru cevap vereceksin!”

Yüzünde alaylı bir ifade ile sordu. Ben de merakla ve dikkatle;

“–Hayrola Muhtar!” dedim.

Dedi ki:

“–Safra kesesi ameliyatı bulaşıcı mıdır?..”

“–Niye sordun ki?!.” dedim.

Alaycı alaycı gülerek cevap verdi:

“–Bizim köyde yediden yetmişe apandisit ameliyatları bitti. Şimdi safra kesesine başladılar da. O da bulaşıcı mı diye soruyorum sana!” dedi.

Ne apandisit bulaşıcıdır ne de safra kesesi rahatsızlığı…

Bütün köy nasıl apandisit ameliyatı olur?

Hastahâneye herhangi bir hastalığı için müracaat eden hastaya;

“–Senin âcil, apandisit ameliyatı olman lâzım! Hemen yatışını yaptır!..” deniyor. Böylece zaman içinde karın ağrısı, mide ağrısı için hastahâneye yolu düşen kişilere, ameliyat gerekli olsun veya olmasın apandisit kararı veriliyor ve ameliyat gerçekleşiyor. Niçin? Para için!

Maalesef o yıllarda hastaların yani halkın bilgisizliği ve doktorlara olan itimadı sebebiyle şikâyet de olmadığından bu kumpas sürüp gidiyordu.

Hiç unutmam; o hırslı cerrahlardan bir tanesi, henüz 40 yaşlarında olmasına rağmen ameliyat esnasında, muhtemelen aşırı yorgunluktan kalp krizi geçirerek vefat etti.

«Daha çok kazanayım.» diye hırs gösterirken, hayatından olmak, ne acı!..

Bu hayatı kaybettiği gibi, öbür cihanı da kaybetmek asıl hüsranın büyüğü…

Bu istismarları yapabilmelerinin asıl sebebi, tabiî ki mâneviyatsızlık idi…

• Kul hakkından çekinmemek…

• Cenâb-ı Hakk’ın hesap soracağından korkmamak…

• Âhirete kayıtsızlık…

• Meslek olarak da Hipokrat yeminine olan sadâkatsizlik…

Bu yolsuzlukları maddî olarak kolaylaştıran bir unsur da, yetişmiş adam yokluğu idi. Birçoğu sahalarında tek doktor idi. Koca şehirde tek bir göz doktoru, tek bir kulak-burun-boğaz doktoru olunca; onu dengeleyecek, doğru söyleyip söylemediğini tartacak bir imkân olmuyordu. Dediğim dedik oluyorlardı. O zamanlar Sigorta, zaten bir şey yapmaz. Tek bir tane Devlet Hastahânesi var. Onda da doktor ne dediyse o…

«Aldıkları ameliyat paralarıyla sırayla arkadaşlarını İstanbul’a yollar, külçe altın alırlarmış.» diye duyardık.

Bu cerrahlara benzer bir sû-i istîmalci, kötü niyetli bir doktor daha tanıdım. Şahsî yazıhanesi vardı. Çok da malı mülkü vardı. Derler ya; yatı, katı her şeyi mevcut idi. Lâkin hırsı yine de körelmezdi.

Gelen hastasını muayene eder, ardından mutlaka;

“–Sana bir tane de kuvvet iğnesi yapayım.” dermiş.

Bahsettiği ilâç kuvvetli bir anabolizan iğnedir. Kutusunda tek ampul olur, en pahalı iğnedir. Bizim zamanımızda 29 lira idi. Yani aspirinin 125 kuruş olduğu zamanlar, bu iğne, 29 lira. Dâhiliye doktorunun muayene fiyatı da 20 lira. Ona göre; bugün bu iğne kaç paraya karşılık gelir, siz hesaplayın.

Lâkin gerçekten bu iğneyi yapıyor mu?

Mesele burada…

Sonunda bir hasta, şüphelenmiş iğneden. İğne yapıldıktan sonra doktor, malûm yaptığı iğnenin boş ampulünü tıbbî atık kutusuna atınca, hasta onu almak istemiş;

“–Yaptığın iğnenin kutusunu alayım; bir soruşturayım, yaptığın iğneyi bilmek istiyorum.” demiş. Doktor paniklemiş; «Alırsın, alamazsın!» derken müşteri daha da şüphelenmiş. Fakat zorla da olsa iğnenin kutusunu almış. Eczacı olarak bize sormak üzere geldi. Asabî bir şekilde dedi ki:

“–Doktor bak hele şuna. Bu ne? Bak bakalım!..”

Masaya vurdu.

“–Yahu, sakin ol; bakalım.” dedim.

Elinde reçete gibi bir kâğıt da var. Baktım o doktorun reçetesi… Yazdığı da o pahalı iğne…

Fakat getirdiği atık boş ampule baktım ki enjekte ettiği şey, sadece «serum fizyolojik». Yani 10 kuruşa sattığımız tıbbî sıvı… O zaman penisilin toz hâlinde olurdu, sulandırmak için onu katardık. Buna benzer yardımcı bir malzemeden ibaret…

Hasta çok sinirlenmiş. Ben de gerçeği söylesem iş iyice kabaracak. Dedim ki:

“–Bu doktordur, gerekli şeyi yapmıştır, sen hoş görüver!..”

Ama bir hayli kızdı. Neyse biz yatıştırdık, gitti.

Ben bu hâdiseden sonra doktorun yanına gittim. Dedim ki:

“–Yahu arkadaş! Bak böyle böyle şeyler oluyor. Hastalar işin farkında. Biraz dikkat et!.. Dürüst ol!.. İki dünyanı da berbat etme!..”

Doktor-eczacı münasebetimiz var. Bir hukukumuz var. Nasihat edelim istedim.

Gözümle de gördüm o pahalı iğnenin kutusunu. Masasının yanında, pencerenin kenarında duruyor. Ne kadar tutup tutup hastalarına göstermişse, parmaklarının denk geldiği yerler; siyahlaşmış, iz yapmış.

Fakat hep 29 liralık kutuyu gösterip, 10 kuruşluk serum fizyolojik zerk ediyorsa, düşünün girdiği hakkı!..

Düşünün ne kadar acı!

Okumuş, yazmış, tahsilli bir insan… Bir doktor… İnsanlar; «beni muayene edecek de şifâya vesile olacak» diye, kapısına geliyorlar. O da sanki dostâne yaklaşıyormuş gibi;

“–Bak bu kuvvet iğnesidir, 29 lira. Fakat ben 20 lira alıyorum. Sen benim arkadaşım, dostum, ahbabımsın. Sen devamlı bize gelirsin, dâimî hastamsın vs.” diyor.

«20 lira» diyor. Fakat; 20 de muayene, toplam 40 lira…

Sonra da 10 kuruşluk, hiçbir faydası olmayan bir iğneyi yapıp gönderiyor.

Fakat netice ne?

Haram para, hiçbir zaman fayda etmez…

Lâkin; o hırs ve tamahkârlığa karşı, Allah Teâlâ ona engelli bir evlâttan başkasını vermemişti. Tek başına yürüyemezdi. Bir koluna annesi, bir koluna ninesi girer; o çocukcağız ancak öyle adım atabilirdi.

Buradan; «Engelli evlâtlar illâ anne-babaların günahıdır, cezasıdır.» demek istediğim anlaşılmasın. Toplumumuzda maalesef böyle yanlış bir telâkkî de var. Ben bu üzücü anlayışa hizmet etmek istemem.

Fakat haksız kazançla insanları dolandıran böyle birine, Allah bir imtihan vermişti.

Kimisi için böyle bir evlât, terfi-i derecât vesilesi olur. Öyle bir evlâda; muhabbet ve merhametle, gözü gibi bakar da sonsuz sevaplara erişir.

Kimisi için sabır, rızâ ve teslîmiyet terbiyesine bir vesile olur. Başarır ve çok seviyeler de kazanır.

Kimisi için de böyle bir ders ve ibret olur. O evlâdın yahut o annenin hiçbir kabahati yoktur, onlar belki de artı ecir-sevap kazanırlar. Fakat bu kaderin babaya bakan tarafı böyle bir ibret-i âlem olur.

Aynı şekilde, sözüm elbette fedâkâr ve cefâkâr doktorlarımızı da incitmesin. Ben büyük bir câmiadaki birkaç çürük kişiden misal verdim.

Şifâya vesile olmak için gece-gündüz demeden çırpınan; hastasının huzuru için, kendi rahatından fedâkârlık eden, ücret dahî almadan hattâ cebinden masraflar ederek, tâ Afrikalara gidip ameliyatlar yapan çok kıymetli doktorlarımız da var.

Hastasının ilâçlarını kendi cebinden karşılayan çok sayıda doktorlar tanıdım ve tanırım.

Benim işaret etmek istediğim husus; mâneviyat olmayınca, sadece zâhirî ilmin insana hiçbir şey kazandırmayacağı… Hattâ daha kötüsü; hıyânet ve zarar vericilikte daha tesirli, daha zararlı bir hâle getireceğidir. Tıpkı yazının girişinde iktibas ettiğim cümlelerde olduğu gibi.

Diğer meslekler de aynı…

İnsanlara gıdâ sağlayan meslekler var. Fırın, kasap, aşçı vs. Onlar da eğer Allah’tan korkmazlarsa, mâneviyat eğitimi almazlarsa insanlara ne zehirler yediriyorlar.

Muallimlik, hocalık da öyle… Hakkını verenlerin elleri öpülmeye değer… Hakkını vermeyenler insanı dîninden eder… Halkımız da öyle söylemiş:

“Yarım hoca dinden eder, yarım doktor candan eder.”

Bu yarımlık sadece, zâhirî bilgi olarak yarımlığı ifade etmiyor. Aynı zamanda iki kanatlı olmamayı ifade ediyor. Yani zâhirî bilgiyi alırken, bâtınî tarafı ihmal eden; yarım doktordur.

Anatomiyi öğrettiğiniz gibi, ahlâkı da öğretmelisiniz.

Kimyayı ve farmakolojiyi öğrettiğiniz gibi, merhameti ve şefkati de öğretmelisiniz.

Organlar üzerinde çalışacak insana, rûha ve kalbe eğilmeyi de mutlaka öğretmelisiniz.

Yoksa kendisine hesap soran da olmayacağını zannederse, Allah -celle celâlühû- muhafaza buyursun en fecî işlere girebilir.

Maâzallah!..

Cenâb-ı Hak; evlâtların ve nesillerin terbiyesinde, mâneviyâtı da tahsil ettirebilmeyi cümlemize nasip eylesin.

Âmîn…