KUDÜS! KUDÜS! ÂH KUDÜS!

YAZAR : Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

Kudüs senelerdir bizim devamlı kanayan yaramız. Kudüs derdimiz, Kudüs sevdamız. Bilhassa ülkemizde Kudüs denince içimiz titrer. Âdeta kolu kanadı kırık Kudüs’ü; daha çocuk denecek yaşta sapanla, taşla, sopayla en acımasız silâhlara karşı savunan küçük yavrular gelir aklımıza. Vakarlarıyla direnen, nöbetleşe o mukaddes mekânları bekleyen, güçleri nisbetinde savunan müslüman kadınlar gelir aklımıza… Hapishânelerde işkencelerle dirençleri kırılan, psikolojileri bozulan Filistinli müslümanlar gelir aklımıza…

Kudüs yaramız dedik ya! Evet, Kudüs bütün müslümanların en büyük derdi aslında…

Cenâb-ı Hakk’ın mübârek kıldığı topraklarda bir mukaddes şehirdir Kudüs. Bizim için Mekke, Medine ve Kudüs… Bu üçlü azizdir, o topraklara âdeta toz kondurmak istemeyiz. Oraların mânevî havası bizi tarihe götürür, tefekküre daldırır.

Kudüs! Kudüs! Âh Kudüs! İbrahîmî dinlerin mukaddes mekânlarını içinde barındıran mukaddes şehir! Taşında, toprağında peygamberlerden izler taşıyan; hamuru sevgiyle karılmış bir güzel şehir! Kadîm mâzîmizde ezan sesleriyle çan seslerinin birbirine karıştığı, herkesin İslâm dairesinde kardeşçe yaşadığı bir huzur kentiyken önce haçlı idaresinde kanlı hâdiselere sahne olan, sonra yahudi siyonistlerin zulümleriyle ağlayan, inleyen sînesinde nice; «Âh»ları barındıran mukaddes şehir…

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- devrinde İslâm olan Kudüs; haçlı seferlerine kadar bir barış, huzur, selâmet ve afiyet yurdu olmuştur. 1099 yılında başlayan ilk haçlı seferi ve daha sonra tam on defa düzenlenen haçlı seferleriyle bu mukaddes mekân birçok büyük katliâmlara mâruz kalmıştır. Kudüs’ü küffârın elinden alma sevdasıyla yaşadığı sürece, bir türlü yüzü gülmeyen büyük komutan Salâhaddîn-i Eyyûbî 1187 senesinde Kudüs’ü yeniden fethederek o güzîde beldeleri haçlı tahakkümünden kurtarmıştır.

En son olarak Osmanlı Devleti zamanında 1918 yılında maalesef İngilizlere terk etmek zorunda kaldığımız Kudüs bir türlü iflâh olmamış, kendi değerine yaraşır kişiler tarafından idare olunmadığından, o mukaddes mekânda yaşayan müslümanlar hep zulüm görmüş, sînesi acı ve ıstıraplarla inim inim inlemiştir. Yerli müslüman halk; yerlerinden yurtlarından edilmiş, onulmadık işkencelere mâruz kalmıştır. Binlerce müslümanın evi Ramazan günü yıkılmış, başlarına bombalar yağdırılmış, sokaklarda sürüklenen müslüman Filistinli kardeşlerimizin acısı bizim içimizde hiç dinmeyen bir yara olmuştur…

Kudüs! Kudüs! Âh Kudüs! Dinmeyen yaramızsın, yüreğimize akıttığımız gözyaşımızsın sen! Ve sen kurtarılmayı bekliyorsun devr-i Osmanlı’dan bu yana…

Âh Kudüs! Uzun süredir seni sahiplenemedik. Hâlbuki sen Son Peygamber Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ayak basarak mîrâca yükseldiği bir kutlu şehirdin. Son Peygamber senin mekânında tüm peygamberlere namaz kıldırmıştı. Bu sebeple biz müslümanlar için sen özelsin. Utanıyoruz; seni yüklenemedik, yıllarca sana hizmet eden Osmanlı büyükleri gibi sana hizmet edemedik, üzgünüz. Müslüman Filistinli kardeşlerimiz, sokaklarında çok işkenceler gördüler. Zulümkâr idareciler; Kudüs’te ezanları susturmaya, müslümanları Mescid-i Aksâ’ya sokmamaya çalıştılar. Hattâ kirli postallarıyla mescidimize girdiler, bir şey yapamadık. Yandık, yüreğimiz kanadı, müslüman beldeleri karalar bağladı…

Âh Kudüs! Yalnız değilsin inan, sana dair fetih umutları besliyoruz. Bu necip millet; nelerin üstesinden geldi, az kaldı. İnşâallah bağrında baharlar da yeşerecek bir gün…

Bugün Kudüs’ü tek başına sahiplenmek isteyen Siyonist güçler adına iş gören alçak İsrail; 1948 yılından bu yana, yavaş yavaş yayılmacılık zorbalığıyla işgal ettikleri müslüman topraklarının çoğunu, kendi uhdesine geçirdi. Müslümanların yurdunda bir azınlık iken icrâ ettikleri zulümlerle, şimdi oranın asıl sahibi müslümanları asimile ederek azınlık durumuna geçirdi. Hem de bütün dünyanın gözünün içine baka baka, insanlık haysiyetini çiğneyerek yaptılar bu hâinlikleri. Ve ufak tefek cılız seslerin dışında pek güçlü bir ses çıkmadı. Ne üzücü!

Sayıları iki milyara yakın müslümanın mukaddeslerinden birisi olan Kudüs’ün; şimdiye kadar savunulamaz hâle gelmesi, içler acısı bir tablodur. ABD Başkanı’nın; Kudüs’ü alçak İsrail’in başkenti ilân etmesi, büyük bir hukuksuzluğun da ilânı oldu aslında. Teröristlerle kol kola gezen, onları binlerce tır dolusu silâha boğan, dünyayı karıştıran bir devletten; başkası beklenemezdi zaten. Şunu da belirtelim ki, teröristlerle iş tutan devletin kendisi de teröristtir. Dünyada bilhassa İslâm adına ortada dolaşan ne kadar gizli yapı, terör oluşumları varsa; inceleyin, hepsinin arkasında ABD vardır. Dolayısıyla aslında ABD’nin kendisi de, teröre destek veren bir terörist devlettir; hattâ uluslararası mahkemelerde yargılanması gerekir. Bu ayrı bir konu! Biz Kudüs derken, bunları da yazmadan geçemedik. Asıl mevzumuza gelecek olursak;

Eğer bugün biz müslümanlar olarak; Kudüs dâvâsına sahip çıkmaz isek, bunun arkası gelecektir. Bilinsin ki; bugün Kudüs ile oynayan, yarın Mekke ve Medine ile oynayacaktır. Eskiden İslâm düşmanları bir hâinlik yapmak istediklerinde; bunu bir oyun, bir tezgâh ile sahneye koyarken şimdi göstere göstere, gözümüzün içine baka baka yapıyorlar. Nasıl da böylesi tezgâhlara düştük? Vah bize, yazık bize!

Şurası bilinmeli ki; Cenâb-ı Hakk’ın mübârek kıldığı bir şehri zâlimlerden korumak, müslümanların en baş vazifesidir. Ecdat bu hususta bize en kâmil misaldir. Kudsiyetine inandığımız bir şehir olan Kudüs’ün sînesine saplanan hançer, bizim yüreğimize saplanmış demektir. Canımız yanıyor, içimiz eziliyor, rûhumuz zedeleniyor. Ama şu gerçek ki; ne zâlimin zulmü yalan ne de müslümanın şimdiye kadarki gafleti… Belki de bu musîbet gibi görünen şerden, hayır çıkacak. Nitekim çıktı da. Şimdiye kadar bir karar almak amacıyla İslâm İşbirliği Teşkilâtı ne zaman toplansa; son derece birlikten uzak, en önemli meselelerde dahî hassas olmayan cılız sesler çıkardı. Hattâ ses çıkmazdı desek, daha doğru olacak. Ama bu sefer güçlü bir birlik ve kararlılık ile sonuç bildirgesi çıktı. Bu çok sevindirici! Tabiî sadece ses çıkarmak yetmez, gerisi gelmeli! Bu güçlü seste, Reîs-i Cumhûr’umuzun çok büyük tesiri var. Rabbim râzı olsun.

Kudüs meselesinde bundan böyle daha hassas yaklaşımlar sergilememiz lâzım. Zira orada maksatlarına ulaşırlarsa, sırada bizim için en önemli mukaddes şehirlerimiz olan Mekke ve Medine var. Adamlar boş mu duruyorlar! Ne acı ki; Suudî Arabistan temelli, İslâm dünyası içerisinde bir şer ekseni oluşturmaya çalışıyorlar. Eğer Suudîler yeni yetme bir prensin yaptığı, boyunu aşan yanlışın peşinden gideceklerse hem kendilerinin hem de tüm müslümanların başına büyük problemler çıkaracaklardır. Çünkü Mekke ve Medine gibi iki mukaddesimizin mes’ûliyetleri onların omuzlarında! Suudî prensi ile Birleşik Arap Emirliği prensinin beraber aldıkları her yanlış karar, atacakları her hatalı adım, biz müslümanları kahredecek neticelere sebep olabilir. Bu yanlış gidişe bir şekilde mutlaka; «Dur!» denmeli. Bu prensler ateşle oynadıklarının farkına varmalı, ABD’nin kuklası olmaktan derhâl vazgeçmelidir. Açık söyleyelim! Aksinin faturası bütün müslümanlara çıkacaktır…

Bugün Kudüs’ü savunamıyor durumda bulunmamız, Allah katında hesabı verilebilir bir hâl değildir. Bunun sebebi, bugün ümmet olarak «Tevhid Şuuru»ndan uzaklaşmamızdır. Hayatlarımıza keyfîlik ve nefsîliğin hâkim olmasındandır. Atalarımız hayatlarını cihad meydanlarında, at sırtında geçirmişlerdir. Bizlerin hâli ve ahvâli malûm. Ancak malûmun îlâmı neye yarar derseniz… Hâlimizi tespit etmeden; doğru kararlar alamaz, müsbet neticeye ulaşamayız. Müslümanların bölük pörçük hâli, İslâm düşmanlarının işini kolaylaştırıyor. Hattâ onlar, İslâm coğrafyasının bu yapısını daha da bölmeye ve bizi uzun süre ayağa kalkamaz ve toparlanamaz hâle getirmeye çalışıyorlar. Onlar; yıllarca bıkmadan, usanmadan hem kabukla hem özle uğraştılar. Biz de bizim için akıtılan suya kaptırdık İslâmî kimliğimizi, varlarımızı yok ettik. Zamanla içimizdeki güzellikleri, kendi ellerimizle yitirdik. Durum bu maalesef!

Tamam, mesele anlaşıldı. Öyleyse artık uyanalım kardeşler. Önce kaybettiğimiz İslâmî kimliğimizi kazanmalı, sonra da ümmete sahip çıkmalı. Ama elbette; bilerek, inanarak, şuurla, plânlı-programlı bir şekilde olmalı bu çıkış. Öylesine kuru kuruya değil. Dolu dolu, inanarak, tüm samimiyetimizle…

Düzgün inanış, düzgün tavırlar neticesinde başarı ve zafer çıkar. Biz Kudüs’ü ivazsız, garazsız, çıkarsız, Hak için sevdik. Çırpınışlarımız, ülke olarak kararlı bir şekilde bu dâvâya sahip çıkışımız ondandır. Bizde Kudüs, her vatan sevdalısının yüreğinde yanan bir kandildir. Ancak bugün Kudüs üzerinde oynanan oyunun tezgâhı da önceden plânlanmıştır. Bu sıkıntılı teşebbüsün; Orta Doğu coğrafyasında yeniden çatışmalara, çarpışmalara ve istikrarsızlık gibi pek çok probleme sebep olacağı âşikârdır. Dolayısıyla müslümanlar olarak; atılan adımların hesapları yapılmalı, haklıyken haksız konuma düşmeden karşı tavır ve icraatlar geliştirmeliyiz. Bilhassa sivil toplum kuruluşları ve akademi câmiasının bu konuda üzerine düşeni en güçlü bir şekilde yerine getirmesi elzemdir.

Kudüs’ü öyle kolayca zâlimlere teslim edemeyiz. Bu, müslümanların bekā problemidir. Bunu kabul etmek yenilgiyi kabul etmek demektir. Kudüs bizim mukaddesimizdir, ondan vazgeçemeyiz. Güçlü ve gür bir sesle diyoruz ki: «Daha son sözümüzü söylemedik!» Bu şarkı burada bitmez. Bir Salâhaddin giderse bin Salâhaddin gelecektir inşâallah. Hele bekleyelim görelim. Mevlâ görelim neyler neylerse güzel eyler!

Ama ümitliyiz! Bundan sonra; gün gelecek, Kudüs her inananın rahatlıkla sevgi soluyacağı bir nefes olacak inşâallah! Dayan Kudüs’üm dayan! Az kaldı…