KUR’ÂN, MUKRÎ ve MÜSLÜMAN

YAZAR : Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Kur’ân-ı Kerim, Allâh’ın kelâmıdır. İnsan da Allâh’ın kulu! Bütün her şeyi olduğu gibi, kendisini yaratanı tanıyıp O’na îmân ile itaat eden insan; iyi kul olduğu gibi, müslüman olarak şerefli yerini alır. Yaratanını tanımazsa; yine O’nun kulu olmakla birlikte, âsî bir kul olarak, âhiret âleminde cezasını çeker. Bu her zaman için böyledir.

Peygamberlerin hepsi bunun için gönderilmişlerdi. Son Peygamber olarak Rasûlullah -aleyhisselâm- da yine bunun için gönderilmişti. Peygamberimiz’in etrafında kenetlenen sahâbîler, bunun için gayret gösteriyorlardı. Peygamber Efendimiz, bizzat yetiştirdiği uzman sahâbîlerden biri olarak, Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr’i, Medine’ye bunun için göndermişti.

Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr; bir anlamda Mekke’nin en meşhurlarından biri de olsa, diğer anlamda herhangi biriydi! Mekke’nin zengin ve yakışıklısı Mus‘ab bin Umeyr’i, öne çıkarıp tanıtan ve istinâsız bütün müslümanlara sevdiren şey, sadece ve sadece Kur’ân-ı Kerim idi. Bir diğer deyimle onun Kur’ân hizmeti yani Kur’ân kaynaklı hayatı ve çalışmalarıydı.

Mekke’de çok zengin, çok yakışıklı, çok itibarlı, çok çevreli çok insan vardı. Bunların hiç birisi Hazret-i Mus‘ab gibi meşhur olamamıştı. Kur’ân gelince yüz çevirmişler ve müşrik olarak kalmışlardı çünkü!

Diğer taraftan Allah ve Rasûlü’ne îmân ile beraber, müslüman olanların bir kısmı da; belki Kur’ân ile bu kadar hemhâl olamamışlardı. Bu yüzden sadece kısa tablolarla kaynaklara geçmiş olabilirler. Tabiî ki, en doğrusunu sadece Allah bilir.

Ama çok net olarak görüyoruz ki; Kur’ân-ı Kerim, Mekke’nin zengin ve yakışıklı genci Mus‘ab bin Umeyr’i, Hazret-i Mus‘ab -radıyallâhu anh- yapmıştı.

Hazret-i Mus‘ab konu edildiğinde Kur’ân atlanırsa, Mus‘ab da kaybolup gider. Kur’ân olmadan Hazret-i Mus‘ab olmaz. Hazret-i Mus‘ab öne çıkarılıp, Kur’ân onun gerisinde bırakılırsa; yine Mus‘ab olmaz. Kur’ân her zamanda ve her şeyimizde hep en öncelikli önceliğimiz olmalı.

O dönemin insanlarının her biri; yolunu şaşırmış birer müşrik iken, Kur’ân ile sahâbî oldular. Bu durumda yine her müslüman, ancak ve ancak Kur’ân ile müslüman olur. Kur’ân olmazsa, müslüman da olmaz çünkü. Netice itibarıyla; çok iyi bir şekilde bilinmelidir ki, Kur’ân olmadan, hiçbir şey olmaz!

Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr, Medine’ye «mukrî» olarak gönderildi. Mukrî, «Kur’ân okuyan» demek malûm. Ama öylesine, çeşitli makamlarla, sadece törenlerde okuyan değil! Mukrî, Kur’ân okuyan; anlayarak, yaşayarak, hissederek, anlatarak okuyan demek.

Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr’i ölümsüz kılan onun mukrî oluşuydu. Kur’ân idi, Kur’ân!

Öyleyse ısrarla ve tekrarla vurgulayalım ki, Kur’ân her şeyin başında gelir. “Kur’ân her şeyimizin başında gelmeli!” demek başka, her şeyimizi Kur’ân ile yaşamak başkadır. Kur’ân, sadece üzerinde konuşulup fikir yürütülsün diye gönderilmedi. Törenleri renklendirip, okuyucularını meşhur etmek için de gelmedi. Kur’ân, yaşansın diye gönderildi. Hayatımızın her yönü, Kur’ân çerçeveli olsun diye!

Mus‘ab Hoca ile yeni bir dünyaya kapı açan Medine müslümanları, bunun için canla başla çalışıyorlardı.

Yani bütün çalışmalar «Kur’ân Nesli» oluşturma çabasıydı. Ve bu nesil de oluşuyordu.

İnsanlarla irtibat kurmadan, onlara mesaj verilemezdi. Bunun için iletişimde ciddî çalışmalar yapılıyordu. Dâru’l-Es‘ad merkezli oluşan yeni şube kurumlar, en temelde Kur’ân öğrenme ve öğretme merkezleri olarak görev yapıyordu. İslâm esasları bu merkezlerde öğretiliyor, namazlar buralarda cemaatle kılınıyordu.

Bir okul ve bir ekol olan Hazret-i Mus‘ab -radıyallâhu anh-, örnek bir çalışma sergiliyordu. Merkezlerde genellikle müslümanlar eğitiliyordu. Bazen de İslâm’a girmek isteyenler buralara getiriliyordu. İslâm’a girmek için ya da İslâm’ın ne olduğunu merak ederek gelen ya da getirilen insanlarla, öncelikli olarak Mus‘ab Hoca ilgileniyordu.

İnsana insan örneği çerçevesinde, onlara önce Peygamberimiz -aleyhisselâm-’dan bahsediyordu. Hemen sonra O’nunla gelen İslâm Dîni’ni anlatıyordu. Muhatapları hazır ve alıcı hâle gelince de Kur’ân-ı Kerim okuyordu. Duruma göre bazen ilk önce Kur’ân okuduğu da oluyordu. Kur’ân ile muhataplarını hazırladığı gibi, Kur’ân-ı Kerîm’e hazırlayarak da mesajını veriyordu.

Ancak burada dikkatlerden kaçırmamamız gereken çok önemli bir ayrıntı var ki, çokça tekrarladığımız hâlde, maalesef çok defa bu ayrıntıyı göremiyoruz!

Hazret-i Mus‘ab bin Umeyr, yanına gelenlere ya da gittiği yerdeki muhataplarına «Kur’ân okudu.» deyimi bütün kaynaklarda geçer. Doğrusu da budur tabiî. Netice itibarıyla Allâh’ın kulları, Allâh’ın Kitabı’na davet edilecek, âmennâ! Ancak sadece; «Kur’ân okudu.» demek yetmiyor. Kur’ân okudu, doğru; ama nereyi, ne kadar okudu? Orayı neden seçti? Yoksa ezberinde orası mı vardı? Ya da en iyi orayı mı okuyordu? Bir diğer soruyla, böyle durumda neresi okunur?

Diğer taraftan, nasıl oldu da bu insanlar, bir defa Kur’ân dinlemeyle bu kadar değiştiler?

Kur’ân-ı Kerîm’i açıp, rivâyet edilen yerleri biz de okuyoruz. Ancak bize pek bir tesir etmiyor! «Hiç tesir etmiyor!» diyemeyiz, ama onlar kadar tesir etmediğini hepimiz bilip yaşıyoruz! Sürekli ve de ısrarla vurguladığımız gibi vahiy, aynı vahiy; kitap, aynı Kitap. Kaynak olarak değişen hiçbir şey yok! Öyleyse bize niye o kadar tesir etmiyor?

Biz yine tekrar tekrar Kur’ân-ı Kerîm’i açıp ilgili âyetleri okuyarak, onların yeniden inşâ eden boyutuna bakıyoruz. Vahiy-âyet-sûre-kitap; ilk günden bu yana hep aynı olduğu hâlde, bizi niye öyle inşâ etmiyor diye düşünüyoruz! İşte asıl mesele burada çıkıyor önümüze!

Kur’ân-ı Kerim, ilâhî kelâmdır, malûm. Cenâb-ı Allâh’ın mübârek sözleri, buyruklarıdır yani. Mûcizedir. Eşsizdir. Bunu hepimiz biliyoruz elbette.

Vahiy ile insan arasında herhangi bir engel ya da pürüz olursa, vahyi anlama ve kavramada ciddî problem yaşarız, yaşıyoruz da!

O günün insanları için belki tek diyebileceğimiz, ama en öne çıkan engelleri ya da pürüzleri, tapmış oldukları putlarıydı. Putu terk ettikleri an, vahyin sıcaklığı ile bir anda ısınıp pişiyorlardı. Arada bir engel kalmıyordu çünkü.

O günlerden çok daha fazla, şimdilerde insanımızla vahiy arasında o kadar çok engel ve pürüz var ki! İçinde bulunduğumuz toplumun ya da bizzat kendimizin Kur’ân ile aramıza koyduğumuz engelleri kaldırıp aşmadığımız sürece, Kur’ân-ı Kerîm’in o eşsiz ufkunu anlayamayacağız!

Problemimiz sade dil (lisan) problemi değildir. Ama dil problemi de en önemli âmillerden biridir tabiî. Eğer her şeyi sadece dile bağlarsak, bu çok sathî bir yaklaşım olur. Bu durumda; «Arapça konuşan bu kadar toplum var, neden onlara da tesir etmiyor?» sorusu akla gelir!

Her birimiz, birer müslüman olarak; bu konu üzerinde ciddiyetle durmalı, çözümler aramalı ve yeni projeler geliştirmeliyiz. Yoksa birçoğumuzun yaptığı gibi ya sadece anlatıp yazarız yahut dinleyip okuruz! Oysa bizden istenen önce doğru anlamak, sonra yaşamak ve anlatmak! Herhangi birer insanı, sahâbî yapan buydu işte!

Kur’ân ve Sünnet çerçeveli yapılanma, Peygamber Efendimiz’in yöntemidir.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-