O’NA TALEBE OLABİLMEK

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-

NE ÖĞRETTİ,
NASIL ÖĞRETTİ,
NE HÂSIL ETTİ? -1-

O’NA TALEBE OLABİLMEK

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, âlemlere rahmet olarak gönderildi:

وَمَاۤ اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ

“(Rasûlüm!) Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)

Cenâb-ı Hak, O’nu bütün insanlığa örnek bir şahsiyet ve karakter olarak lutfetti. «Üsve-i hasene» olduğunu bildirdi.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün cihana her hususta örnek şahsiyettir. Bundan hakkıyla istifâde için bu üç şart zarûrîdir:

‒Allâh’a kavuşma iştiyâkında olmak,

‒Âhiret gününe de kavuşmayı, yani nâil olmayı samimiyet ve takvâ ile beklemek,

‒Allâh’ı çok zikretmek… (Bkz: el-Ahzâb, 21)

Dolayısıyla bu vasıfları gerçekleştirmeye vesile olan ilmi ve irfânı da idrâk etmek elzemdir. O hâlde;

GERÇEK İLİM ve TAHSİL NEDİR?

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ

“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” (el-Alak, 1)

Gerçek ilim ve tahsil, her şeyi Cenâb-ı Hakk’ın adıyla okuyabilmektir.

Zihnî melekeler ile kalbin ilâhî bir âhenk içinde bir bütünlük teşkil etmesi zarûrîdir. İlmin gayesi; «لِيَعْبُدُونِ» Allâh’a kul olmak. Hedef; «لِيَعْرِفُونِ» Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek ve böylece maiyyet / Allah ile beraberlik sırrından nasîb alabilmek.

Bu gerçek ilmi tahsil ettirmek için;

Cenâb-ı Hak; Fahr-i Kâinât Efendimiz’i bu cihana, âlemlere rahmet bir muallim olarak gönderdi. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Ben ancak bir muallim olarak gönderildim.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)

Bizler O Müstesnâ Rehber’in terbiye ve irşâdına muhtacız. Bütün insanlık; Peygamber Efendimiz’in rahle-i tedrîsine, O’nun tâlim ettiği hakikatlere muhtaç.

O hâlde önce şu suallerin cevabını bulmalıyız:

➢ O’nun Cenâb-ı Hak’tan aldığı gerçek ilim nedir?

➢ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbına ve ümmetine ne öğretti?

➢ Nasıl öğretti?

➢ Ne hâsıl etti? Nasıl bir neticeye ulaştı?

Evvelâ ilk sual:

HAKİKÎ İLİM ve GAYESİ

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“İnsanın üzerinden, henüz kendisinin bahsedilen bir şey olmadığı uzun bir zaman geçmedi mi?” (el-İnsân, 1)

İnsan bir hiç idi. Cenâb-ı Hak, onu büyük bir lütuf olarak; eşref-i mahlûkat, ahsen-i takvîm ve zübde-i âlem vasfında yarattı, mükerrem kıldı. İnsana esmâ-i ilâhiyyeyi tâlim buyurdu. İnsan esmâ tecellîleriyle var olan bu kâinatta, esmâ-i ilâhiyyeye en yüksek seviyede mazhar olan yegâne varlık oldu. Cenâb-ı Hak, insana en çok «Rahmân ve Rahîm» isimlerini telkin buyurmaktadır. Cenâb-ı Hak «Rahmet» tecellîsinin en zirvesini de insana lutfetti. Peygamber Efendimiz’i de «Raûf ve Rahîm» olarak gönderdi. Ümmeti de ümmet-i merhûme oldu. Dolayısıyla insandan bir Rahmet İnsanı olmasını arzu etmektedir.

Yani ilmin gayesi, yaratılışın gayesi ile aynı:

• Bir rahmet insanı olabilmek.

Tedrîsin gayesi de:

• Bir rahmet insanı yetiştirmek.

İlim, insanı «Rahmet İnsanı» hâline getirecek her husûsiyet ve her hakikat…

İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen,
Ha bir kuru emektir!

Çünkü;

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

“Kendini (acziyetini, hiçliğini ve kulluk için yaratıldığını) idrâk ederek bilen kimse, Allâh’ı bilir!”

İnsan büyük bir imtihan dershânesi olan dünyaya, Cenâb-ı Hak ile kalben dost olabilmek için, bir başka ifade ile «rahmet insanı olabilmek için» gönderilmiştir.

Lâkin bu yolda imtihan gereği onun nefs yapısında çözmesi gereken düğümler vardır. Temizlenmesi gereken pürüzler vardır. Takvâ ile giderilmesi gereken fücur temâyülü vardır.

ZALÛMEN CEHÛLÂ

Bunları ifade sadedinde âyet-i kerîmede buyurulur:

اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا

“Muhakkak ki o (insan), çok zalim ve çok cahildir.” (el-Ahzâb, 72)

Gafil insanın, kendi kendisine yaptığı zulmü, bir başka insan ona yapamaz. Çünkü bir insan bir başkasına yapabileceği en ağır zulüm ve işkenceyle, en fazla onun dünya hayatını sona erdirebilir. Hem zalim hem de ahmak ve cahil olan nefis ise; kendi âhiretini yaptığı kötü fiillerle karanlık bir dehlize çevirip, sonu cehennem ateşine çıkan ebedî bir azaba dûçâr eder.

Menfaatine düşkün olan insan, sonu ateş olan böyle bir ahmaklığa ve gaflete nasıl düşer?

Cehâleti sebebiyle…

GERÇEK CEHÂLET

Burada kastedilen cehâlet, dünyevî bilgileri bilmemek değildir. Asıl cehâlet, gaflete düşerek Cenâb-ı Hakk’ı bilmemektir. O Kâinâtın Hâlıkı’nın lutfuyla var olup da ve yine O’nun nimetleriyle perverde olduğu hâlde, bütün bu nimetleri bahşeden yüce kudreti tanımamak ve O’na karşı nankör olmaktır.

İnsan; bir imtihan gereği olarak yapısında bulunan bu cehâleti, gerçek ilim ve irfân ile bertaraf etmedikçe, sonsuz âkıbetini, zalim nefsin elinden kurtaramaz.

Bu cehâleti bertaraf etmek için gerçek ilim ve gerçek tahsil lâzımdır. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’in ilk emri:

İKRA’!

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1)

Her şeyin Allâh’ın adıyla olması. Neyi okursan Rabbinin adıyla oku!.. Kur’ân’ı, kâinat kitabı olan bu cihanı, kendini, hâdisâtın akışını, ömrünün gidişâtını ve amel defterini, yaratan Rabbinin adıyla oku!..

Cenâb-ı Hak, bu şekilde bir tahsil istiyor.

Dâimâ her şeyi Allâh’ın adıyla okumak, kalbin her an Cenâb-ı Hak’la beraberliğini îcâb ettirir. Kul bu seviyeyi gerçek ilimle kazanacak ve Rabbini unutmayacak.

Zira Haşr Sûresi’nde buyurulur:

وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ اُوۨلٰۤئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (el-Haşr, 19)

Gaflete düşüp Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak için de tezkiye zarûrî.

Âyet-i kerîmelerde buyurulur:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا

“(Ki) onu (o nefsini, günahlardan) temizleyen muhakkak kurtulmuştur!” (eş-Şems, 9)

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰىۙ

“Temizlenen kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (el-A‘lâ, 14)

Bunu bize tâlim eden en büyük rehber ile, yani Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile beraberliği de tahsil edecek.

Böylece baktığı, gördüğü, okuduğu her şey onun için tefekkür malzemesi olacak.

Bu dünyaya niye geldi? Kimin mülkünde yaşıyor ve gidiş nereye? Kul bunun idrâkinde olacak.

Sahâbî bu tahsili ikmâl etti. Tarihe eşsiz bir fazîletler medeniyeti hediye etti.

Nitekim câhiliyye toplumu İslâm’la şereflenip, Efendimiz’in taht-ı terbiyesinde yetiştikten sonra «gerçek bilenler»den oldu.

Tefekkür gelişti; insan vücudunun bir damla sudan, kuşun basit bir yumurtadan, ağacın ve meyvelerin yok denilecek kadar küçük bir çekirdekten meydana gelişleri ve emsalleri üzerinde derin tefekkürler başladı…

Hayat, Allah rızâsına endekslendi.

Merhamet, şefkat ve hakkı tevzîdeki derinlik zirveleşti.

Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenmek, sahâbe-i kirâmın en büyük gayeleri oldu:

–Riyâzat hâli yaşandı.

–Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, sahâbe neslinin tanımadığı bir hayat tarzı oldu.

–«Yarın bu nefsin konağının mezar olacağı» telâkkîsi gelişti.

ZÂHİRÎ İLİMLER, MÜSBET İLİMLER

Cenâb-ı Hak; yarattığı şeylerin fizikî, kimyevî, tıbbî vb. kaidelerini insana öğretti. Kul, bu kaideleri tahsil ederek hikmette derinleşecek, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî azamet ve kudret tecellîlerini tefekkür edecek; «Aman yâ Rabbî!..» diyecek.

İlim, Allâh’a yaklaşmaya vesile olacak.

İlim; kulun, dâimâ Rabbini yâd etmesine, hiçbir zaman O’nu unutmamasına vesile olacak.

İlim; Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz lutfunu ve sayısız nimetlerini hatırlatacak.

Böylece kul; hamd, şükür ve abd-i âcizlik içerisinde yaşayacak, «mârifetullah»tan nasîb alacak.

Günümüzde maalesef bu ilimler; meslek edinmek, bir unvana sahip olmak ve para kazanmak için tahsil edilmekte. Yani dünyevî fayda, uhrevî gayenin önüne geçmekte. Böyle kimseler için âyet-i kerîmede şöyle buyuruluyor:

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ

“Çalışmış, fakat boşuna yorulmuştur.” (el-Ğâşiye, 3)

Çünkü;

Muhabbetullah, mârifetullah, ihlâs ve takvâ ile kalben seviye kat etmemiş ve Hakk’ı bilmeyen nâdan bir insan, -ne kadar bilgili olursa olsun- ham kalmaya mahkûmdur.

O, bu hamlığıyla ilim tahsil edip, meselâ bir doktor olsa; insanlara şifâ tevzî edeceği yerde, menfaati için organ kaçakçılığı yapan bir insan kasabı oluverir.

Bir hukukçu olsa; adâlet tevzî edeceği yerde, bir suç şebekesi lideri veya zalim bir cellât oluverir.

Yani ilim; onu kullananların kalbî durumuna göre faydalı veya zararlı olabilen, iki uçlu bir bıçak gibidir. Hayra da kullanılabilir, şerre de âlet edilebilir.

Gerçek ilim ise, kişiyi menfaatlerin kölesi değil, Hakk’a râm eden ilimdir.

Böylesi ilmin bir adı da:

FAYDALI İLİM

Faydasız ilimden Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allâh’a sığınmıştır:

“Yâ Rabbî! Sen’den ilm-i nâfî (faydalı ilim) istiyorum! Faydasız ilimden Sana sığınırım!..” (Müslim, Zikir, 73)

Faydalı ilim hakkında ise, Cenâb-ı Hak buyurur:

“(Rasûlüm) de ki:

«Rabbim, ilmimi artır!..»” (Tâhâ, 114)

Demek ki faydasızından kaçmak, faydalısını ise artırmak zarûrî…

İlmin faydası, takvâya eriştiren tefekkürdür.

Haşyeti meydana getiren ürperiştir.

Huşûu sağlayan mârifettir.

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذ۪ينَ اِذَا ذُكِرَ اللّٰهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَاِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ اٰيَاتُهُ زَادَتْهُمْ ا۪يمَانًا وَعَلٰى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ

“Mü’minler ancak şu (vasıflara sahip) kimselerdir:

• Allah zikredildiğinde kalpleri titrer,

• Kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğunda (bu âyetler, onların) îmanlarını artırır,

• Onlar yalnız Rablerine tevekkül ederler.” (el-Enfâl, 2)

Faydalı ilmin neticesi;

Feyizdir, rûhâniyettir, mâneviyattır.

Gerçek ilim bu…

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede buyurur:

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُۜ

“Kalpler ancak Allâh’ı anmakla huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28)

En ağır çileler peygamberlerin başından geçtiği hâlde, en huzurlu şahsiyetler onlardır. Cenâb-ı Hak’la beraber olmanın huzuru; bütün dünyevî meşakkatleri, çileleri ve zahmetleri dâimâ rahmete dönüştürmüştür. Rasûlullah Efendimiz; çile çemberinden en çok geçen bir peygamberdi, ancak insanlığın en huzurlu şahsiyeti de O idi. Cihana sonsuz bir saâdet, sonsuz bir huzur ve sonsuz müjdeler tevzî ediyordu.

PEYGAMBER EFENDİMİZ NASIL ÖĞRENDİ?..

Bu gerçek ve faydalı ilmi Peygamberimiz, doğrudan Cenâb-ı Hak’tan tâlim etti.

Mekke’de bir ilim meclisi, kütüphane veya mektep yoktu. Herhangi bir dînin din adamı, râhibi veya hocası yoktu. Yani ümmî olan Efendimiz’in, birinden bir şey öğrenmesine ihtimal de yoktu.

Yetim doğan ve öksüz büyüyen Efendimiz’in anne-baba gibi bir istinâdı da olmadı.

Peygamber Efendimiz kimseden bir şey öğrenmedi. O’na sadece Cenâb-ı Hak öğretti. Bunu kendisi şöyle ifade etti:

“Beni Rabbim terbiye etti. Edebimi, terbiyemi güzel eyledi.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 12)

Efendimiz’in bi’setine kadar hâli; mükemmel ve müstesnâ bir ahlâk, tertemiz bir iffettir. Lâkin Cenâb-ı Hakk’ın vahiy ve nübüvvetle gerçekleşecek olan husûsî tâlimi henüz başlamadığı için, o zamana kadar Efendimiz; eğitimci, hukukçu, devlet başkanı, idareci, kumandan gibi husûsiyetlere sahip değildi. Fakat nübüvvetle beraber, Allah Teâlâ O’nu öyle yetiştirdi ki; O, bu sahaların hepsinde en ileri, en öte, en mükemmel ve en müstesnâ şahsiyet ve üsve oldu.

Bu husûsu açalım:

O’NUN MÜSTESNÂ EĞİTİMCİLİĞİ

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, daha evvel eğitimci değildi. Nübüvvetten önce hiçbir kişiden öğrenmedi, hiçbir kişiye de öğretmedi. Allah Teâlâ, O’nu öyle bir muallim olarak yetiştirdi ki; talebeleri olan ashâb-ı kiram, cihana İslâm’ı yaydı. Semerkant’tan Endülüs’e kısa bir zaman içinde hak ve hakikati onlar öğretti.

Nice fakihler, müctehidler, müfessirler, hukukçular, muhaddisler, mütefekkirler ve mutasavvıflar; O’nun talebesi olarak sır ve hikmetlere âşinâ oldu.

O’NUN MUHTEŞEM KUMANDANLIĞI

Yine nübüvvetten evvel;

Efendimiz’in hiç kumandanlığı yoktu. Ancak Allâh’ın terbiyesi altında olduğu için savaşta bile gönül dünyası hem dirâyet hem de merhametle dolu öyle müstesnâ bir kumandanlık sergiledi ki, emsâli görülmedi. Bedir’de düşmanına bile harpten bir gün evvel su verdi.

İslâm’da işgal maksadıyla toprağı kanla sulamak yoktur. İslâm; ancak her türlü hâinâne katliâmlara, düşman saldırılarına ve zulümlere karşı, masumları muhafaza etmek, vatanı, bayrağı, mukaddesâtı ve nesilleri korumak, hakkı ve adâleti tevzî etmek için kılıç kullandırmıştır. İşte Rasûlullâh’ın tâlimâtı:

“(Ey ümmetim! Savaş hâlinde iken bile);

•Zulmetmeyiniz,

•İşkence etmeyiniz!

•Çocukları öldürmeyiniz!” (Müslim, Cihâd, 3; Ahmed, V, 352, 358)

“(Ey ümmetim! Savaş hâlinde iken bile);

•Çocukları,

•Mâbedlerine çekilip ibâdetle meşgul olan kişileri,

•Kadınları,

•Yaşlıları ve

•Savaş hârici işler için kiralanan kişileri öldürmeyiniz!

(Ayrıca)

•Kiliseleri yakıp yıkmayınız,

•Ağaçları köklerinden kesmeyiniz!” (Ahmed, I, 300; Taberânî, Kebîr, XI, 224/11562; Buhârî, Cihâd, 148; Müslim, Cihâd, 24, 25; Taberânî, Evsat, I, 48/135; İbn-i Mâce, Cihâd, 30; Vâkıdî, III, 912; Abdürrezzak, Musannef, V, 220)

HÜMANİZM MAVALI…

İslâm’ın getirdiği insâniyet bu iken, felsefenin getirdiği hümanizmi esas alan batı ise savaşlarda, köy ve şehirlerin üzerine bombalar, roketler yağdırıyor. Bomba, düştüğü yerde; kadın, çocuk, ihtiyar, hasta, doktor kim varsa yakıp kavuruyor. Bugün dünya, teknolojinin zulmünü yaşıyor. Güçlü eziyor, mazlum perişan oluyor.

İslâm’ın insana verdiği değer karşısında, hümanizm bir hiç hükmünde… Sadece lâfta…

Garaudy, Yıldız Sarayı’nda bir konferans vermişti. Orada şu ibretli tespit ve ifadeleri, hâlâ canlı bir gerçek:

“Asıl hasta olan batının kendisidir. Sizler hak üzere olduğunuz için aslında sapasağlamsınız. Maalesef bu sağlamlığın farkında olmadığınız için batıyı taklit ediyorsunuz. Yine maalesef ki sizler İmâm-ı Âzam gibi dünya çapında devâsâ bir İslâm hukukçusunu hakkıyla tanımıyorsunuz. Ne yazık ki, onun dehâsını müslümanlara ben anlatmak mecburiyetinde kalıyorum. Hâlbuki ben yakın bir zamanda müslüman oldum…”

İSLÂM, HİDÂYETLE FETİH

Efendimiz; Bedir Harbi’nden sonra dokuz yıl içinde, az bir kuvvetle bütün Arabistan’ı hidâyetle fethetti. Ardından gelenler de zamanın en heybetli ve güçlü iki devleti olan Rum ve Pers İmparatorluklarını az bir kuvvetle hezîmete uğrattı.

Hatırlanır ise Efendimiz’den önce Araplar ancak kabîle savaşları yapardı. Civardaki Arap devletleri ise, Bizans ve Sâsânîlerin peykleri durumundaydı. Yani Arapların cihangirlik gibi bir dâvâları yoktu. Bu tamamen Efendimiz’in tâlim ve terbiyesiyle husûle geldi.

O’NUN MUHTEŞEM İÇTİMÂÎ LİDERLİĞİ

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; daha evvel halk idaresinde bulunmamıştı. Çocukluğundaki çobanlıktan başka bir idareciliği olmamıştı. Fakat kurduğu Medine Site Devleti’yle medeniyetin zirvesini tesis etti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; câhiliyyeyi, saâdet asrına döndürdü. O’nun 23 senelik nübüvveti sayesinde terör son buldu. Bütün mahlûkātı zalimlerin şerrinden kurtardı. Zalimlerin pençelerinde kan gölüne dönen çöller dahî O’nunla huzur buldu, âdetâ cennete dönüştü. Bu hâli Âkif, ne güzel ifade eder:

Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi,
Zulmün ki zevâl aklına gelmezdi, geberdi…

Köleler huzur buldu. İnsanlar huzur buldu.

Hayvanlar huzur buldu. Nebâtat huzur buldu.

Hurma kütüğü O’nu tanıdı. Taşlar O’nu tanıdı. Ağaçlar O’nu tanıdı. Uhud Dağı O’nu tanıdı. Develer O’nu tanıdı.

O’NUN MUHTEŞEM HUKUKÇULUĞU

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hukukçu değildi. Adâlet husûsunda hiçbir tecrübesi yoktu. Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesinde öyle yetişti ki; O’nun Vedâ Hutbesi, en mükemmel ve müstesnâ «İnsan Hakları Beyannâmesi» oldu. Değişmez anayasa oldu.

O’nun talebelerinin kısa zamanda meydana getirdiği hukuk ekolleri, beşer aklının yüzlerce yılda yetiştirdiği zirveleri geride bıraktı. Meşhur hukukçular Solon ve Hammurâbi, Ebû Hanîfe’nin hukuk dehâsı karşısında çırak bile olamaz!..

O; her sahada en zirve oldu, en müstesnâ oldu.

Çünkü O’na, Cenâb-ı Hak öğretti.

O’NUN TALEBELERİ

Rasûlullah Efendimiz; kalbine nâzil olan Kur’ân’ı ve Cenâb-ı Hak’tan tahsil ettiği ilimden, tâlimine izin verilen hususları ümmetine öğretti.

O’nun en muvaffak ve bâriz talebeleri olarak ashâb-ı kirâmı görüyoruz. Onlar medeniyet semâmızın yıldızları oldular.

Öyle ki;

İslâm hukuku metodolojisinin en mühim sîmâlarından Karâfî (v. 684) şöyle der:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, yetiştirmiş olduğu ashâb-ı kiram Allah Rasûlü’nün nübüvvetini ispata kâfî gelirdi.”

Hâlbuki Efendimiz olmasa, onlar câhiliyye karanlığında silinip gideceklerdi.

Câhiliyyenin kanlı girdaplarında boğulurlarken, Efendimiz’in verdiği feyiz ve rûhâniyet sayesinde; «Radıyallâhu anh: Allah onlardan râzı oldu!» lutfuna mazhar olan, beşeriyetin peygamberlerden sonra gelen zirveleri oldular.

Onlar da Peygamber Efendimiz’den seviyelerine göre nasip aldılar. Sıddîk oldular, Fârûk oldular, Zinnûreyn oldular, Esedullah oldular…

Efendimiz’in tâlimi ve terbiyesiyle ashâb-ı kiram da çok kıymetli birer muallim ve rehber oldular.

Ebû Zer Hazretleri öğrendiği hadisleri zevkle ve şevkle anlatırdı. Hattâ o bir keresinde şöyle demişti:

“Kılıcı enseme dayasanız, ben de Rasûlullah’tan duyduğum bir hadîsi başım kesilinceye kadar tebliğe vakit bulacağımı bilsem, o hadîsi elbette size yetiştirirdim.” (Buhârî, İlim, 10; Dârimî, Mukaddime, 46)

FAHR-İ KÂİNÂT EFENDİMİZ NE ÖĞRETTİ?

➢ KUR’ÂN’I ÖĞRETTİ…

Peygamber Efendimiz; Kur’ân’ı öğretti.

• Verdiği eğitimin esası Kur’ân idi.

Ebû Talha -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Bir gün Hazret-i Peygamber’in yanına gittim. Açlıktan iki büklüm olmuş, belini dik tutabilmek için karnına taş bağlamıştı. Bu hâlde Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğretiyordu. Sahâbe bu hâli örnek aldı, Medine kārîlerle (Kur’ân muallimleriyle) doldu.”

Sahâbînin alâkasını celbeden ilk saha, Kur’ân’dı. Nâzil olan her âyet sanki gökten inen bir sofra gibiydi. Bütün gayretler; o sofradan âzamî ölçüde istifâde etmek, âyetleri telâkkî etmek, yaşamak ve tebliğ etmek içindi. Gece namaz kılmayı, seherlerde Kur’ân okumayı, yataklarına tercih ediyorlardı. Hattâ gece karanlığında evlerinin yakınlarından geçenler, arı uğultusu gibi nağmeler işitiyorlardı. (İbn-i Sa‘d ve İbn-i Esîr)

• Kur’ân ile derinleşmeyi öğretti. Ashâbına Kur’ân okudu. Ashâbından Kur’ân dinledi. Ashab o hâle geldi ki, Kur’ân okurlarken melâike yanlarına iniyordu.

Sahâbe efendilerimiz, âyetleri öğrenince hemen hayatlarına geçirip tatbik ediyordu. Mesela infâk âyetleri indiğinde Ashâb-ı Suffe talebeleri; dağlara çıkıp odun kestiler, çarşıya getirip sattılar ve bedelini infâk ettiler.

• Kur’ân’ı daha çok ezberleyenleri, yaşayanları ve yaşatanları diğerlerinden üstün tuttu. Uhud’da şehidleri defnederken, hâfızlara imtiyaz verdi. Harplerde sancaktar olarak ehl-i Kur’ân’ı tavzif etti. Ashâbıyla meşguliyetinde de dâimâ geleceğin tebliğcileri olacak, Ashâb-ı Suffe’yi önde tuttu.

Efendimiz’in Kur’ân’a verdiği ehemmiyeti, tarih boyunca takip edenler yükseldiler, terk edenler hezîmete dûçâr oldular.

Tarihte ecdâdımız Osmanlı’nın, hiçbir İslâm devletine nasîb olmayan altı yüz küsur senelik ihtişamı, asıl mâneviyâta verdiği ehemmiyetten kaynaklanmaktadır. Osman Gazi’nin meşhur bir rivâyete göre; misafir kaldığı bir evde, odada Kur’ân-ı Kerim bulunması sebebiyle geceleyin ayağını uzatıp yatmaması; Edebâlî Silsilesi’nin devam etmesi; Yavuz Sultan Selim Han’ın mukaddes emânetleri büyük bir tâzim ile İstanbul’a getirip, kırk hâfız tayin ederek onların başında asırlarca sürecek bir sûrette inkıtâsız (kesintisiz) olarak Kur’ân-ı Kerim okutması, Osmanlı Devleti’nin dillere destan büyüklüğünün temel mânevî sâiklerindendir.

Osmanlı’nın büyüklüğü 3 asırda 24 milyon kilometre kare oldu.

KUR’ÂN’IN FAZÎLETİ

Ârif bir zât, Kur’ân-ı Kerîm’in muazzam bir izzet ve şeref vesilesi olduğunu, ne güzel ifade eder:

“Cebrâîl -aleyhisselâm- Kur’ân’ı indirdi, meleklerin en fazîletlisi oldu.

Kur’ân, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e indi. O, öncekilerin, sonrakilerin ve bütün rasûllerin seyyidi oldu.

Kur’ân, Ümmet-i Muhammed’e geldi. O ümmet, ümmetlerin en hayırlısı oldu.

Kur’ân, Ramazan ayında indi. O ay, ayların en hayırlısı oldu.

Kur’ân, Kadir Gecesi’nde indi. O gece, bütün gecelerin en hayırlısı ve en fazîletlisi oldu. İçinde Kadir Gecesi bulunmayan bin aydan daha hayırlı oldu.

Eğer Kur’ân senin kalbine ve hayatına inerse, insanların en hayırlılarından olursun! Elinden, dilinden ve yüreğinden rahmet tevzî eden bir «rahmet insanı» olursun.”

Zira Nebiyy-i Ekrem -aleyhisselâm- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21)

Rabbimiz, bizleri nefislerimizin zulüm ve cehâletinden muhafaza buyursun.

Bizleri; Fahr-i Kâinât Efendimiz’in terbiye ve tezkiyesiyle, hakikî ilimden nasîb alabilenlerden eylesin.

Âmîn!..

(Devam edecek.)