Kemâlâtın Anahtarı: TEFEKKÜR

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

İnsanın kendisine ihsan buyurulan değere liyâkatinin alâmeti, ancak gayesinin bu vasfa uygunluk nisbeti ile tebârüz eder. Bu yüzden, yaratılış hikmetine uygun bir insanlık, ulvî gayelere sahip olmayı gerektirip; kemâlât mertebesi, bu yolla ulaşılabilen bir keyfiyettir. Kur’ân-ı Kerim’de, istikamet üzere olmanın önemi;

“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tevbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adâlet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (Hûd, 112) beyanı ile ifade buyurulur. Gayeye ulaşabilmek, ancak usûle riâyetle mümkündür; zira; «Vusulsüzlük, usûlsüzlüktendir.»

İnsanı diğer varlıklardan ayıran en bâriz husus, düşünme ve buna bağlı olarak muhakeme kabiliyetidir. Bu keyfiyet, hikmetine uygun nisbette kullanılmasına bağlı olarak, onun kıymetini artırır veya düşürür; azîz veya zelîl kılar. Kur’ân-ı Kerim’de;

“Şüphesiz Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (el-Ahzâb, 72) buyurulur. İnsan, fevkalâde çetin bir mes’ûliyet gerektiren emânete, bu sebeple liyâkat kazanmış; diğer varlıkların taşıyamayacağı bu yük, kendisine ihsan edilen bu yüksek ve müstesnâ vasfa istinâden tevdî buyurulmuştur. Bu ağır mükellefiyeti göz ardı etmek, umursamamak veya ona aykırı hareket etmek; onun kıymetini takdirden âciz düşen insanı, zalim ve cahil kılacaktır. İnsanlığın hüsranlar içinde kıvrandığı zamanımızın dehşet veren manzarası da bu hususa bir işarettir.

Yüce dînimizde;

«Esfel-i sâfilîn ve âlâ-yı illiyyîn» olarak insanın önüne konulan iki kutuplu tercih de, tefekkürün çerçevesine ve istinâd etmesi gereken esaslara dikkati celbeder. Mevlânâ Hazretleri de bu hususta şöyle buyurur:

“Ey kardeş! Sen tefekkür ile hayat bulmalısın. Bedenin kemik ve etten ibaret; hayvanlarda da aynı. Eğer tefekkürün gül ise, sen gül bahçesindesin. Yani, dünya cennetindesin. Tefekkürün diken ise, külhan kütüğüsün.”

Doğru bir zeminde yapılmayan zihnî faaliyetler, yanlış mecrâlara yönlenir. İyi niyetle başlamak bile, yanlış neticelere varmayı engellemeye yetmez. Nitekim, zamanımızdaki şeytânî hizipler bir tarafa, din adına hareket eden birçok akımın bile; ümmet içinde bölünmelere, parçalanmalara, kanlı çatışmalara sebep olması bu hususla ilgilidir.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla sapıtmazsınız.” diyerek vasiyet buyurduğu; «Allâh’ın Kitâbı ve Rasûlü’nün Sünneti», tefekkürün esası için bir mihenk taşıdır. Bu çerçevede yapılan zihnî faaliyet; yüklenilen emânetin kıymetinin takdiri, terettüp eden mes’ûliyetin idraki ve buna bağlı olarak gereğinin yapılabilmesiyle, hayatın gayesi olan iki cihan saâdetinin kazanılmasını mümkün kılan bir ameliyedir. Bu hususta da âlemlere rahmet Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; her hâliyle en güzel örnek «üsve-i hasene» mesâbesindedir.

Muhakeme edilen kanaat, «en güzel örnek» olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünnet-i seniyyesi esas alınmayıp, herkese göre farklılık arz edebilen mantık ölçülerine vurulursa; ne kadar da samimî olunursa olunsun, doğru bir karara varılamayabilir. Nitekim, Enes İbn-i Mâlik -radıyallâhu anh-’ın naklettiğine göre;

“(Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in nâfile ibâdetlerini öğrenen üç kişi, O’nun mâsum olması dolayısıyla, bunu kendileri için azımsadılar.)

İçlerinden biri;

«Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım.» dedi.

Bir diğeri;

«Ben de hayatım boyunca oruç tutacağım.» dedi.

Üçüncü kişi de;

«Ben de kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim.» dedi. Bir müddet sonra, Peygamber Efendimiz onlarla karşılaşınca, kendilerine şunları söyledi:

… «Sizi uyarıyorum! Allâh’a yemin ederim ki; ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutar, bazen tutmam. Geceleri hem namaz kılar hem de uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o kimse benden değildir.»” (Buhârî, Nikâh, 1)

Kezâ ashâbın seçkinlerinden Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh- da; ibâdetleri ile ilgili olarak îkaz edilişini şöyle anlatıyor:

Peygamber Efendimiz, babamın şikâyeti üzerine beni çağırtarak ifademi aldı:

«–Sen, gündüzleri hep oruç mu tutarsın?»

«–Evet, yâ Rasûlâllah!»

«–Gecelerini tamamen namaz kılmakla mı geçirirsin?»

«–Evet, yâ Rasûlâllah!»

«–Fakat ben, bazen oruç tutarım, bazen tutmam; geceleri hem namaz kılar hem de uyurum; aynı zamanda hanımlarımla da ilgilenirim. Benim sünnetim budur. Benim yolumdan ayrılan bizden değildir.»” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 158)

Israrla;

«Akletmez misiniz! Düşünmez misiniz! İbret almaz mısınız! …» îkazları yapılan Kur’ân-ı Kerim’de, tefekkürle ilgili şöyle buyurulur:

“Onlar; ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken hep Allâh’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını inceden inceye düşünürler; «Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (boş, mânâsız şeyler yaratmaktan) münezzehsin. Bizi cehennem azabından koru!» derler.” (Âl-i İmrân, 191)

Kâinat bir hikmetler meşheridir; insana düşen bunu okumak, tefekkür etmektir. Bu zihnî ameliye, İslâm’ı aşkla yaşama sanatı olan tasavvuf mektebinin de esasıdır.

“Hakikaten dünya; ehlullah için bir «seyr-i bedâyî» (ilâhî sanat hârikalarını seyredip tefekkür etmek ve onlar vesilesiyle Allâh’ın yüceliğinin idrâki içinde yaşamak) iken, zıddına gafiller için ise yemek ve şehvetten ibarettir.”1

Hakikat ve mârifete, ancak tefekkürle ulaşılabileceğini, Anadolu’muzun gönül sultanlarından Yûnus Emre Hazretleri de şöyle belirtir:

Şerîat, tarîkat yoldur varana;
Hakikat, mârifet andan içeru.

Süleyman kuş dilin bilür didiler;
Süleyman var Süleyman’dan içeru.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz şöyle anlatmıştır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gece kalktı, abdest alıp namaz kıldı. Namazda çok ağladı. Gözlerinden akan yaşlar, sakallarını ve secde esnasında yerleri ıslattı. Sabah ezanı için gelen Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-;

«–Yâ Rasûlâllah! Geçmiş ve gelecek bütün günahlarınız affedildiği hâlde, sizi ağlatan nedir?» deyince; O;

«–Bu gece yüce Allah bir âyet indirdi. Beni bu âyet ağlatmaktadır.» dedi ve bu âyeti okudu:

«Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette akl-ı selîm sahipleri için ibret ve deliller vardır.» (Âl-i İmrân, 190)

Ondan sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz;

«Bu âyeti okuyup da üzerinde tefekkürde bulunmayan, düşünmeyen kişilere yazıklar olsun!» buyurdu.” (İbn-i Hibbân, Sahîh, II, s. 386)

Merak sâikıyla, görülebildiği kadarıyla bile; kâinâta bakıp tefekkür etmek, gerçeğe açılan kapının eşiğine basmak demektir. Nitekim, ihtidâ eden bir yabancı şöyle anlatıyor:

“Ailece ateist olan Macar Patricia Kata: On iki yaşlarında iken bir gün gökyüzünü izliyordum. Hızla giden bulutlar, gökyüzünün sonsuzluğu beni düşünmeye sevk etti: «Bu dünya nasıl var oldu? Sonu var mı? Biz nereden geldik?..» gibi sorular, o günden itibaren benim en çok merak ettiğim konulardı. Bu düşüncelerle birkaç yıl geçti…”2

Tefekkür etmenin kıymeti ile ilgili olarak; Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- da şöyle buyuruyor:

“Bir saat tefekkür; kırk gece nâfile ibâdetten üstündür.” Bu zihnî ameliyenin keyfiyetini, Ebû Süleyman Dârânî -kuddise sirruhû-;

“Dünyayı düşünmek, âhirete perdedir. Âhireti düşünmek, gafletten kurtarıp hikmet konuşturur.” îkazıyla belirtir.

Kur’ân-ı Kerim’de;

“Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır… İşte bu gerçekten büyük kazançtır.” (et-Tevbe, 111) buyurulur. Ticaret erbabı; işlerinin muhasebesini yapmazsa, iflâsı mukadder olur. Âyet-i kerîmede de mecâzen, insanın Allah Teâlâ ile, bedeli ebedî hayatta ödenmek üzere ticaret yaptığı; şayet riâyet ederse âbâd olacağı ifade buyuruluyor. Bu cümleden olarak akıllı bir insanın da, mahşer gününde «müflis»lerden olmamak için her geçen günün muhasebesini yaparak; malından, canından ve emânetine verilenlerden ne kadarını Allah Teâlâ’ya, ne kadarını kendi nefsine sarf ettiğinin muhasebesini yapması, yarın için de ders çıkarması iktizâ eder.

Batı kaynaklı dünyevî cereyanların; aileleri ve cemiyetleri kargaşa girdaplarında kıvrandırdığı, paramparça ettiği günümüzde, insanlığın her zamankinden daha fazla, rahmet meltemlerinin estiği huzur iklimine ihtiyacı var. Bu da ancak fert fert istikamet üzere olmakla, kemâlât kazanmakla mümkündür ki; bunun anahtarı da tefekkürdür. Tabiî, Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi, diken vasfında değil; Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;

“Mü’minin sükûtu tefekkür, bakışı ibret, konuşması da hikmet olmalıdır.” (Deylemî, el-Müsned, 1/421) buyurduğu gibi gül vasfında bir tefekkürle.

_______________________________________

1 Osman Nûri TOPBAŞ, Yüzakı, s. 124.

2 Halime DEMİREŞİK, Şebnem, s. 103.