ÜÇ FİTNE

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

Hazreti Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

YEGÂNE HAK DİN!..

Âyet-i kerîmede buyurulur:

اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠

“Allah nezdinde hak din İslâm’dır…” (Âl-i İmrân, 19)

Günümüzde bâtıl ve muharref dinlerin, insanlığa verebileceği bir şey kalmamıştır. Dünya; nefsâniyetin, bencilliğin, zulümlerin, küfür ve nifâkın karanlıklarında can çekişirken, insanlığın tek ümidi İslâm’dır, İslâm’dadır.

Bu sebeple;

İslâm’a dört bir yandan hücum ve taarruzların artmış olmasını, garip karşılamamak îcâb eder.

Ancak bu saldırılar, İslâm’la irtibâtımızı zayıflatmak yerine, bilâkis onun kıymetini daha iyi takdir etmemize ve daha büyük bir aşk ve teslîmiyetle yüce dînimize sarılmamıza vesile olmalıdır.

İslâm’ı yok etmek isteyenler defalarca hüsrana uğramışlardır. Asırlarca Haçlılar, Moğollar, müstemlekeci batı istilâları İslâm’ı hüsrana boğmak için bütün güçleriyle defalarca kuşatmışlarsa da, nûrunu tamamlayacağını vaad buyuran Cenâb-ı Hak İslâm’ı muhafaza etmiştir.

İslâm’a haset ve kin ile hücum eden düşmanları, bir başka cephede de kindarca fikir kumkumalarından hakikati örtecek karanlık maskeler oluşturma gayretine girişmişlerdir:

ORYANTALİZM

Oryantalizm veya Şarkiyatçılık, batılıların doğuya ve İslâm’a ait ilimler üzerinde şüphe oluşturmak ve nifak sokmak gayesiyle ortaya koydukları fikriyat ve gayretlerini ifade eden bir tabirdir.

Sûret-i haktan, ilmî ve akademik bir gayret imiş gibi gösterilen bu çalışmalar; aslında müslümanları, yegâne Hak dîni olan İslâm’a karşı, şüphe ve buhranlara düşürmeyi hedeflemektedir. Maalesef 1800’lerden beri devam eden bu zehirleme gayretleri, işgale uğrayan Mısır ve Hindistan gibi yerlerde ilk neticelerini elde etmiş ve müslümanların arasında tefrikayı başlatmıştır.

Müslümanların içine gayr-i müslim müsteşrikler, yabancı misyonerler ve sözde akademisyenler tarafından zerk edilen zehirli fikirlerle İslâm’ın içi boşaltılmaya çalışılmaktadır.

Yani İslâm; bugünkü Hıristiyanlık gibi içi boş bir din hâline getirilmeye uğraşılmaktadır. Bunun için dînimiz; sâlih amel, ahkâm ve dünya görüşünden uzaklaştırılmaya, tebliğ, emr-i bi’l-mâruf ve cihaddan tecrid edilmeye, yani özünden ve hakikatinden koparılmaya gayret edilmektedir.

Bu çirkin iftiralar, birer fitnedir; asla masum fikrî ihtilâflar olarak görülemez. Bunlar İslâm’ın esaslarını yıkmaya ve aslî hüviyetinden uzak, özüne tamamen yabancılaşmış nevzuhur din anlayışları îmâl etme ve ümmeti paramparça etmeye mâtuf çalışmalardır.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurmuştur:

“–Ümmetim, yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunların içinden bir fırkası kurtulacaktır.”

Ashâb-ı kiram sordular:

“–Yâ Rasûlâllah! O kurtulan fırka, hangi fırka olacaktır?”

Fahr-i Kâinât Efendimiz şu cevabı verdi:

“–Benim ve ashâbımın takip ettiği yolu izleyenler…” (Tirmizî, Îmân, 18; İbn-i Mâce, Fiten, 17)

Husûsen devrimizde, Efendimiz ve ashâbının yolundan ayrılanlar, bilhassa üç fitneyle kandırılmaktadır.

Müslümanları, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ve ashâbının yolundan ayırmak isteyenler, ilk adım olarak, mezheblere karşı hücum etmişlerdir. Mezheblerin sonradan çıktığı, lüzumsuz olduğu fitnesi yayılmaya çalışılmıştır.

MEZHEBSİZLİK FİTNESİ

Meselenin esası şudur:

Peygamber Efendimiz, ashâbına İslâm’ı öğretti. İstîdatlı sahâbîlerine daha fazla ihtimam gösterdi. Efendimiz; risâletini tamamladı ve Hakk’a irtihâl ettikten sonra, ashâb-ı kiram, karşılaştıkları meseleleri aralarındaki dinde rüsuh sahibi, müctehid sahâbîlere sorarak çözmeye devam ettiler. Hazret-i Âişe’nin de aralarında bulunduğu fukahâ-i seb‘a (yedi fakih), en çok fetvâ veren sahâbîler idi. Müctehid olmayan yani dînî konuları derinlemesine bilmeyen sahâbîler ve tabiîn de, bir mânâda diğer sahâbîlerin mezhebine tâbî olmuş vaziyetteydi.

Hulefâ-i râşidîn devrinde birçok hususta sahâbe icmâı gerçekleşti. Bu müctehid sahâbîler; İslâm’ı tebliğ etmek ve dîni öğretmek için gittikleri yerlerde, dinde rüsuh sahibi talebeler yetiştirdiler ve böylece birkaç nesil içerisinde amelî / fıkhî mezhebler teşekkül etti.

Meselâ bizim müntesip olduğumuz Hanefî mezhebi; Abdullah İbn-i Mes’ûd, Hazret-i Ali -radıyallâhu anhümâ- gibi, Kûfe ve Basra mıntıkasına giden müctehid sahâbîlerin yetiştirdiği âlimler tarafından kuruldu.

Mâlikî Mezhebi’ni, Medine ehlinin yani Medine’de kalıp ilim ve hadis neşrine devam eden sahâbîlerin bir devamı olarak, Mescid-i Nebevî’de imâmet ve ilim tedrisinde bulunan İmâm-ı Mâlik inşâ etti.

Ahmed bin Hanbel ve İmâm-ı Şâfiî de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadislerini kendilerine aktaran sahâbî ve tâbiîn nesillerinin rahle-i tedrîsinde yetişmiş birer fakih olarak mezheblerini teşkil ettiler.

İmâm-ı Evzâî gibi başka müctehid âlimler de vardı; lâkin, dört mezheb imâmı gibi takipçileri gelmediği için, onların ictihâdî görüşleri sonraki asırlarda takip edilen birer mezheb olmadılar.

Dolayısıyla;

Mezheb müessesesini, sonradan meydana çıkmış, dinde aslı olmayan müesseseler olarak görmek doğru değildir. Bilâkis İslâm ahkâmının sistemleşmesini sağlayan çalışmalar; asr-ı saâdette, bizzat Peygamber Efendimiz’in telkiniyle başlamıştır.

Nitekim şu hâdise, ictihâdın asr-ı saâdetten misâlidir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muâz’ı Yemen’e göndermek istediği vakit şöyle buyurdu:

“–Sana bir dâvâ arz edildiğinde nasıl hükmedeceksin?”

Hazret-i Muâz -radıyallâhu anh-;

“–Allâh’ın kitâbı ile hükmedeceğim.” cevabını verdi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Eğer, Allâh’ın kitâbında bulunmazsa ne yaparsın?”

Muâz -radıyallâhu anh-;

“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünneti ile hükmederim.” dedi.

Rasûlullah;

“–Eğer Rasûlullâh’ın sünnetinde bulamazsan ne yaparsın?” dedi.

Hazret-i Muâz;

“–(Kur’ân ve Sünnet esaslarına muvâfık olarak) reyimle ictihadda bulunurum. (Hükmü olmayanı olana kıyas ederim.) Hüküm vermekten geri dönmem.” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazreti Muâz’ın göğsüne dokundu ve;

“–Allah Rasûlü’nün elçisini Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in râzı olacağı şeye muvâfık kılan Allâh’a hamdolsun.” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvûd, Akdiye, 11; Ahmed, V, 230, 236; İbn-i Sa‘d, III, 584; Diyarbekrî, II, 142)

Mezhebin zaruretini bu hâdisedeki esaslar ne güzel ifade etmektedir. İslâm; âlemşümul ve kıyâmete kadar da geçerli yegâne hak dindir. Kıyâmete kadar sosyal yapıda yeni olarak zuhur edecek şartlar karşısında gerekli bütün çareleri ortaya koyabilmesi, İslâm’ın cihanşümul yüceliğini gösterir.

Ancak, nassların yani Kitap ve Sünnet’in açıkça tayin ettiği hususlarda ictihâd edilemez, edilmemiştir.

İslâm’ın içini boşaltmaya çalışan şer mihraklarının ikinci hedefi, Sünnet-i Seniyye oldu. Mezheblerden sonra Sünnet-i Seniyye üzerine şüphe düşürülmeye çalışıldı.

SÜNNET: DÎNİN KAYNAĞI

Edille-i şer‘iyye yani dînimizin şer‘î delilleri 4’tür:

Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas…

Birinci şer‘î delil olan Kur’ân-ı Kerim’de, sayısız âyet-i kerîme; insanlara dînin hakikatini, ibâdetlerin tafsilâtını, haram ve helâlleri Hazret-i Peygamber’in beyan ve îlân edeceğini ifade etmektedir.

Ahmed bin Hanbel -rahmetullâhi aleyh-; 33 âyet-i kerîmede Allah ve Rasûlü’ne itaatin tekrarlandığını hatırlatarak, sünnetin dindeki yerini tebârüz ettirmiştir.

Efendimiz’in hadislerinin mânâsını şu âyet-i kerîmeler ne güzel ifade eder:

“O, hevâsından / arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.” (en-Necm, 3-4)

Bilhassa şu âyet-i kerîmede, Cenâb-ı Hakk’ın yanında Rasûlullâh’ın da dinde hüküm koyma salâhiyeti sarâhaten ifade buyurulmuştur:

“…Peygamber onlara; iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar, temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber’e inanıp O’na hürmet gösteren, O’na yardım eden ve O’nunla birlikte gönderilen Nûr’a (Kur’ân’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (el-A‘râf, 157; ayr. bkz. et-Tevbe, 29)

Kur’ân ve Sünnet, birbirinden ayrılamaz iki esastır.

Zira Kur’ân, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kalbine indirilmiştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Muhakkak ki o (Kur’ân), Âlemlerin Rabbinin indirdiği (kelâm-ı ilâhî)dir. Onu, Rûhu’l-Emîn; uyarıcılardan olasın diye, apaçık bir Arapça ile Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 192-195)

Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın ilk ve tek salâhiyetli müfessiri de Peygamber Efendimiz’dir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“…İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye Sana bu Kur’ân’ı indirdik.” (en-Nahl, 44)

Nitekim; namaz, oruç, zekât ve hac gibi İslâm’ın rüknü olan ibâdetlerin bütün tafsilâtı hadîs-i şeriflerde bildirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim; namaz vakitleri, rekâtları, namazın rükünleri ve namazı bozan şeyleri bildirmemiş, bunu tamamen Peygamberimiz’in sünnetine bırakmıştır.

Yine zekâtın hangi mallardan, hangi şartlarla ve hangi nisbetlerle verileceği Kur’ân’da yer almamaktadır. Bunları bize Peygamber Efendimiz bildirmiştir.

Dolayısıyla;

Sünneti hafife alanların, gizli maksadının, dînin içinden ahkâmı çıkarmak olduğu anlaşılmaktadır.

Hâlbuki;

Sahâbenin de Sünnet-i Seniyye’yi aslî bir kaynak gördüğünde hiçbir şüphe yoktur. Şu şahâdet de bunun nice delilinden biridir:

“Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- aralarındaki problemi çözmesi için kendisine hasımlar (dâvâlılar) geldiği zaman önce Allâh’ın kitâbına bakar, hasımlar arasındaki meselenin çözümü ile alâkalı bir hüküm bulur ise onu tatbik ederdi…

Eğer Kur’ân’da bulamazsa mevzu ile alâkalı Peygamber Efendimiz’den öğrendiği bir sünnet var ise ona göre hükmederdi.

Burada da bulamazsa o zaman müslümanların yanına çıkarak;

“–Bana böyle böyle bir vak‘a geldi. Bu vak‘anın çözümüyle alâkalı Rasûlullâh’ın bir hüküm verdiğini hatırlayanınız var mı?” diye sorardı ve eğer sahâbe icmâ hâlinde Rasûlullâh’ın bir hükmünü zikrederse, Hazret-i Ebûbekir o zaman;

“–Allah’a hamd olsun ki içimizde Rasûlullah’tan ezberleyenleri bulunduruyor.” derdi.

Eğer Rasûlullah’ın sünnetinden de bir hüküm elde edemez ise insanların ileri gelenlerini toplar ve istişâre yapardı. Eğer toplu hâlde bir neticeye varılırsa ona göre hükmederdi.” (Dârimî, Sünen, 32-33)

Sünnetin dindeki yerini ispat eden bunca delil karşısında, hadis muârızları bu kez, hadislerin sağlam bir şekilde aktarılmadığına dair şüpheler uyandırmaya çalışmışlardır.

İSNÂD: DÜNYANIN HAYRAN OLDUĞU NİZAM

Hâlbuki;

Yeryüzünde, söz, fiil ve hattâ takrirleri (yani görüp müdahale etmemek şeklinde tasdik etmeleri) Peygamber Efendimiz kadar kayda alınmış bir ikinci şahıs yoktur.

Peygamber Efendimiz’in sahih hadisleri; sahâbe, tâbiîn ve talebelerinin titiz ve fedâkâr gayretleriyle günümüze kadar intikal etmiştir. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in emâneti olan Kur’ân ve Sünnet’e o en hayırlı nesillerin sahip çıkmaması, onları ziyan etmesi mümkün müdür? Onlar bazen bir tek hadîs-i şerîfi, onu bizzat Efendimiz’den dinleyen sahâbînin kendisinden dinlemek için; bir beldeden uzak bir beldeye seyahat etmişler, gece-gündüz talebeler yetiştirerek İslâm’ı gelecek nesillere aktarmışlardır.

Efendimiz;

“–Bu mektubu kim götürür?” buyurduğunda; uçsuz bucaksız çölleri ve sarp dağları, zalim kralların bir işaretine bakan cellâtların kılıçlarını hiçe sayarak, o nebevî mektubu mukaddes bir emânet bildiler ve muhatabına nasıl ulaştırdılar ise, Efendimiz’in bütün hadislerini de aynı fedâkârlık, titizlik ve hakkāniyet ile istikbâle intikal ettirdiler.

Şu söz, ashâbın Peygamber Efendimiz’in hadislerini nasıl bir şevk ve cesaretle aktardığının güzel bir misâlidir:

Ebû Zer Hazretleri bir keresinde şöyle demişti:

“Kılıcı enseme dayasanız, ben de Rasûlullah’tan duyduğum bir hadîsi başım kesilinceye kadar tebliğe vakit bulacağımı bilsem, o hadîsi elbette size yetiştirirdim!” (Buhârî, İlim 10; Dârimî, Mukaddime 46)

Sahih sünnet-i seniyyeden şüphe duyanların hâli ne kadar acıdır:

KÂFİRE İTİMAT, MÜ’MİNDEN ŞÜPHE!

• İslâm’ın hak din olduğuna,

• Kur’ân’ın Allâh’ın vahyi olduğuna ve,

• Fahr-i Kâinât Efendimiz’in peygamberliğine îmân etmeyen müsteşriklerin; hadislerin sıhhatine de inanmaması kendi küfür ve gafletlerine gayet muvâfıktır. Asıl anlaşılması zor olan şey;

“Ben müslümanım!” diyen bir kişinin sünnet-i seniyyeye atılan bu iftiraları kabul etmesidir.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’a, İmâm-ı Buhârî ve İmâm-ı Müslim gibi mübârek zâtlara îtimat etmeyen birtakım gafil mü’minler; ne acıdır ki asırlar sonra onlara iftiralar düzen münkir ve fâsıkların iftira ve ithamlarına hemen inanıveriyorlar.

İşte bu bühtanlara karşı da çare, İslâmî ilimlerin ihlâs ve takvâ içinde tahsil edilebileceği müesseseleri kurmak ve yaşatmaktır. Usûl-i hadis ve benzeri ilimleri hakkıyla bilen ve müdafaa edebilecek takvâlı âlimler yetiştirmektir.

Dalâlet ve sapıtmaların son halkası ise, Kur’ân’ın ahkâmına iftira şeklinde olmuştur:

AHKÂMI EMEKLİ ETMEYE KALKMAK!..

Tarihselcilik adı verilen, yahudi ve hıristiyanlardan kopyalanmaya çalışılan bu sakat anlayışta; Kur’ân’ın birçok ahkâmı emekli edilmekte ve Kur’ân -hâşâ- tarihe mâl olmuş, kıyâmete kadar geçerli olmayan bir kitap durumuna düşürülmektedir.

Böylece bir tarihselci, İslâm düşmanlarının söylediği;

“İslâm çağdışıdır, çöl kanunudur, müslümanlar örümcek kafalıdır, gericidir, mürtecîdir.” şeklindeki iftiralarının hepsiyle ağız birliğine girmiş olmaktadır.

Hâlbuki, Cenâb-ı Hak sorar:

“Yaratan bilmez mi?” (el-Mülk, 14)

Allâh’ın âyetlerini ve kıyâmete kadar geçerli emirlerini; akıl terazisiyle tartıp değerlendirmeye kalkmak, ilk kez iblisin kalkıştığı bir cidaldir.

Günümüzde de Allâh’ın kelâmına karşı cidâle kalkışanlar, şeytanın arkadaşları durumuna düştüklerini idrâk etmelidirler.

Allâh’ın verdiği aklı, Allâh’a karşı kullanmak ne kadar abes ve gülünç bir bedbahtlıktır!..

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Hazret-i Ahmed’in, akıl ve irfânın zirvesinde olduğunu herkes biliyordu. Fakat kendisine vahyedilen ilâhî bilgileri, her idrak telâkkî edemedi.”

“Vahiy rûhuna ve ledünnî ilme uygun zuhuratlar, pek üstündür, pek yücelerdedir. Akıl onları kavrayamaz. Çünkü o üstün hakikatler, mânâ âleminin ötelerindedir; akıl ve mantık, oralara ulaşmaktan âciz kalır.”

“Hattâ insanın aklı, vahiy rûhuna uygun hareketleri bile, bazen mecnunluk gibi görür. Bazen de onlara hayran olur, şaşırır kalır. Çünkü bu yüksek hakikatlerin anlaşılması için aklın da o dereceye yükselmesi, daha doğrusu, aklın kalp ile bir âhenk teşkil etmesi gerekir.”

“Hızır’da tecellî eden ledünnî hakîkatler karşısında Kelîmullah olan Hazret-i Musa’nın bile aklı zorlanmıştı. Hâl böyleyken ey akıllı-fikirli geçinen kişi; söyle bakalım, farenin aklı ne işe yarar?”

“Şunu unutma ki eğer bir zerre, kalkar da bir dağı tartmaya girişirse, o dağ yüzünden terazisi paramparça olur.”

“Aklı, Hazret-i Mustafâ huzûrunda kurban et ve; «Allâh’ım bana yeter!» de!”

“Ahkâm eskidi.” diyen bu gafillere sormalı:

Kur’ân’ı son Hak kitap olarak inzal buyuran Rabbimiz, insanlığın kıyâmete kadar ilâhî rehberliğe olan ihtiyacını -hâşâ- bilmez mi?

SAPITMAYA BİR MİSAL

Tarihselciler diyorlar ki:

“Mîrasta erkek kardeşi olan kıza yarım hisse verilmesi, düne aittir. Çünkü, o zaman kadın çalışmıyordu, şimdi ise çalışıyor. Bu sebeple, Kur’ân’ın hükmünü iptal edip, mîrâsı kadın ve erkeğe eşit vermek lâzım!”

Hâşâ!..

Baştan sona safsata bir hüküm!..

Evvelâ; unutmamak gerekir ki; Cenâb-ı Hak, mîras ahkâmına illet bildirmiş değildir. Cenâb-ı Hak, mîras verilecek kişileri ve paylarını bildirmiş ve buyurmuştur:

فَر۪يضَةً مِنَ اللّٰهِ

«(Bu mîras hükümleri) Allah’tan bir farzdır!»

Ardından yine buyurmuştur:

“Bunlar, Allâh’ın (koyduğu) sınırlardır.

• Kim Allâh’a ve Peygamber’ine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur.

• Kim Allâh’a ve Peygamber’ine karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (en-Nisâ, 13-14)

Yani Kur’ân’ın bu ahkâmına teslîmiyet göstermek zarûrîdir. Şeytan, secde emrine isyan ettiğinde esbâb-ı mûcibe göstermeye girişmiş;

“Ben ateşten yaratıldım, Âdem topraktan yaratıldı. Ben ondan üstünüm!” gibi ahmakça sözler söylemişti. Günümüzde de Cenâb-ı Hakk’ın mîras taksimatına râzı olmayanlar; “O gün şöyleydi, bugün böyleydi.” gibi lâkırdılar üretmektedirler.

Hâlbuki Cenâb-ı Hak, iblise; “Kim üstündür?” diye sormamıştı.

Mîras husûsunda da; “Kim çalışıyor, kim daha fazla hak ediyor?” diye bir sual sormuş değildir.

İkinci husus: Mîras ile çalışıp çalışmamanın hiçbir alâkası bulunmamaktadır. Kundaktaki evlât da aynı hisseyi alır, yıllardır babasının hizmetinde olan evlât da aynı hisseyi alır.

Üçüncü husus: Kadınların dün çalışmadığı, bugün çalıştığı iddiası da temelsizdir. Kur’ân’ın nâzil olduğu zamanda da bütün kadınlar ailevî hizmetleri deruhte etmiş, bahçelerde ve tarlalarda çalışmış, yün eğirmiş vb. işler yapmışlardır. Kimi kadınlar o zaman da ayrıca ticaret, zenaat vb. hususî çalışmalarda da bulunmuşlardır. Günümüzde de kimi hanımlar ailelerinin hizmeti olan ulvî ve fıtrî vazifelerini yerine getirmekte, bunun yanında kimi hanımlar da bizzat çalışmaktadır. İkinci maddede belirttiğimiz üzere, çalışmak ile mîras payı arasında hiçbir bağ yoktur. Farazâ olsa dahî, görüldüğü üzere kadının çalışması meselesi munzabıt bir prensip değildir. Kişiden kişiye, aileden aileye değişmektedir.

Aklımıza;

“Kur’ân’da niçin kadına yarım hisse verilmiştir?” suâli gelebilir. Bu hükmün hikmetlerini tefekkür ettiğimizde görürüz ki:

ALLAH ZULMETMEZ!..

İslâmiyet, kadına hiçbir zaman maîşet yükü yüklememiştir. Ne kendi maîşeti ne de ailesinin maîşeti… Bu vazife hep erkeklere aittir. Çocukken babasına, yetim kalsa kardeş, amca ve dede gibi erkeklere. Evlendiğinde beyine. Beyi vefat etse, evlâtlarına, torunlarına, yeğenlerine ilh.

Bu hüküm; kadının aslî sahası olan aile işlerinde, evlât yetiştirme gibi vazifelerinde rahat ve huzur içinde olmasını sağlamak içindir. Bunun yanında hanımlar dün de bugün de, elbette ellerinden geldiğince aile bütçesine gönüllü olarak yardımcı olmuş; bağda, bahçede tarlada ve evlerinde çalışmışlardır.

Kadının, erkeğe göre nahif ve hassas olan yaratılışı da bu vazifelerine muvâfıktır.

Aslında kadının işi erkekten daha ağırdır. Çocukları yetiştirmekten daha büyük bir iş olabilir mi? Gece-gündüz evlâtlarının üzerine titreyen bir annenin vazifesi, hangi meslekle mukayese edilebilir? Lâkin bütün bu işler kendi fıtratına uygundur.

Bugün kadını bu vazifeden çektiler, aileler ve evlâtlar perişan vaziyette. Asıl düzeltilmesi gereken budur.

Erkek ise ailesine ve akrabasına karşı mes’ul olduğu gibi; vatanına, milletine ve dînine karşı da mükelleftir. Erkeğin, kadına göre daha kuvvetli ve dayanıklı yaratılışı da bu vazifeleriyle mutâbıktır. Dolayısıyla erkeğe verilen bir kat fazla pay; dolaylı olarak, onun iâşesiyle mükellef olduğu hanımına, kızlarına, belki annesi ve kız kardeşlerine de verilmiş olur.

Kız ise, kendisi cömertçe ikrâm etmesi hâriç, payından kimseye harcamak mecburiyetinde olmayacaktır.

Birçok kültürde, erkek evlât aileyi sürdüren bir parça iken, kız evlât başka bir aileye gelin olur.

Bu fıtrî vaziyet sebebiyle, birçok törede kız evlâda hiç mîras vermeme davranışı zuhur eder ki, İslâm bunu zulüm olarak görmüş ve kaldırmıştır. Kadına da erkeğe de şer‘î haklarını tevdi etmiştir. Böylece eşit hisse aldığında, ailenin malını dışarı kaçırmakla itham edilen kız kardeş; Allâh’ın verdiği pay ile âdetâ taltif edilmektedir.

Kadını fıtrî husûsiyetlerinden çıkarıp topluma bir erkek gibi sürüklemek ve onu erkeklerin mükellefiyetleriyle mükellef tutmak, o nârin varlığa yapılacak ağır bir zulümdür. Kadını mîrastan eşit hisseyle kandırıp, mükellef olmadığı onca ağır yükün altına sokmak; ne eşitliktir, ne adâlettir!..

Bir misal ile incelediğimiz üzere; tarihselcilik, Kur’ân ahkâmını bir tarihe kadar geçerli görmektir.

SORMAK LÂZIM:

Tarihsel dedikleri ahkâm-ı Kur’âniyye hangi tarihe kadar geçerli imiş?

Hâşâ sümme hâşâ o ahkâmın son kullanma tarihini kim bildirmiş? Buna kim, hangi hakla karar vermiş?

Beşerî kanunlar dahî yerine aynı otorite yeni bir kanun çıkarana kadar, mer’iyette (yürürlükte) kalırken, Allâh’ın vaz‘ ettiği kanunu, hangi mercî mer’iyetten kaldırabilir?

Cenâb-ı Hak buyurur:

“Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı Biz indirdik, elbette onu yine Biz koruyacağız.” (el-Hicr, 9)

Bir müddet geçince ahkâmı -hâşâ- hükümsüz kalacak ise, Cenâb-ı Hakk’ın korumasının bir mânâsı kalır mı?

Allah muhafaza bunlar, ucu küfre varan inhiraf ve sapıtmalardır.

Asıl vahim noktalardan biri de şudur ki;

Bütün bunlar, akademik çalışma şeklinde takdim edilerek, dînî tahsil için ilâhiyat fakültelerine giden evlâtlarımızın zihinlerine zerk edilmeye çalışılmaktadır.

Böyle bir zamanda;

GAYRET ETMEK, FARZ-I AYN!

Sünnetin sıhhat ve lüzumunu müdafaa etmek, farz-ı ayn mesâbesinde bir hizmettir.

Hadîs-i şeriflerde buyurulur:

“Ümmetimin fesâda uğradığı dönemde sünnetime yapışan kişiye, şehid sevabı verilir.” (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 200)

“Sizin karşınızda sabır günleri var, o günlerde sabretmek, (İslâm’ı istikametle yaşamak) kor avuçlamak kadar zordur. Onlar arasında (sâlih) amel işleyene, onun gibi amel eden elli kişinin sevabı vardır.” (Ebû Dâvud, Melâhim, 17; Tirmizî, Tefsir, Mâide, [3060])

Kur’ân ahkâmının kıyâmete kadar geçerli olduğunu müdâfaa etmek, şer‘-i şerîfi rafa kaldırmaya çalışanlarla mücadele etmek, bugün bu hususlarda imkân sahibi herkese farz-ı ayndır.

İslâmî ilimlerin, İslâmî bir usûl ile takvâlı gönüllerden tahsil edilmesi ve kıyâmete kadar böyle gönüllerin yetiştirilmesi ne mühim bir hizmettir.

Zira;

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-’ya şöyle buyurmuştur:

“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o senin hem etin, hem kanındır.

Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et!

Dînî ilimleri ve hükümleri, istikamet ehli âlimlerden al, sağa-sola meyledenlerden alma!” (Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 121)

Buna karşılık, gayretlerimizin vaziyetine bir bakalım:

Bir milletin, sağlığına verdiği ehemmiyet, tıp fakültelerine evlâtlarını gönderme azmi ile anlaşılır. Hastahânelere verdiği ihtimamla anlaşılır. Diğer sahalar da bununla kıyas edilebilir.

İslâmî eğitimin temeli olan Kur’ân kurslarına, İslâmî eğitim veren müesseselere gösterdiğimiz alâka da, Cenâb-ı Hakk’ın yoluna hizmetteki karnemizdir.

Bu üç fitneden dînimizi muhafaza etmenin de tek yolu budur.

Dîninin yoluna kurulan tuzakları, Sen, sonsuz kudret ve hikmetinle boz yâ Rabbî!..

Bizleri ve evlâtlarımızı Hak ve hakikat yolunda faydalı ilimle mücehhez eyle!..

Bizleri; Kur’ân ve Sünnet emânetine sahip çıkan, «Hudûdullah»ı yaşayan ve yaşatan kullarından eyle yâ Rabbî!..

Âmîn!..