HENDEK GAZVESİ
ŞAİR : SEYRÎ (M. Ali EŞMELİ)
HİCRETİN BEŞİNCİ SENESİ
Bir Dönüm Noktası Her Türlü Meşakkat, Çile Karşısında Sebat ve Zafer
HENDEK GAZVESİ
Büyük üçüncü gazâ, hicretin beşinci yılı,
Şerefli, müjdeli Hendek cihâdı, çok acılı.
Bu gazve, her çilenin hamlesiydi kalbimize,
Bu gazve, her köşeden toplu saldırıydı bize!
Bu gazve, çığ gibi İslâm’a karşı ürperten,
Hücumdu, ümmeti silmek içindi tarihten.
Netîce, devlet-i İslâm’ı, müslümanları tüm,
Medîne şehrini yıkmaktı yağdırıp da ölüm.
Benî Nadîr, o sürülmüş yahûdiler, çünkü,
Gidince Hayber’e, nâr oldu intikam kürkü;
Alev kesildi o hinler, Kureyş’e koşturdu;
Tapındı putlara birlikte, şirki coşturdu.
Şer ittifâkı için uyduruldu şöyle yalan:
“–Şereflidir puta tapmak, şu Müslümanlıktan.”
اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا نَص۪يبًا مِنَ الْكِتَابِ يُؤْمِنُونَ بِالْجِبْتِ وَالطَّاغُوتِ وَيَقُولُونَ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اَهْدٰى مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا سَب۪يلًا ﴿51﴾ اُو۬لٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ لَعَنَهُمُ اللّٰهُۜ وَمَنْ يَلْعَنِ اللّٰهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ نَص۪يرًاۜ ﴿52﴾
Nidâ buyurdu Hudâ: “–Görmedin mi şunları tâ,
Kitap nasîbi olanlar da, put ve tâğûta,
İnandı, kâfire dâir savurdu şöyle beyan:
«–Bu putçular daha çok doğru ehl-i İslâm’dan!»
O hin yahûdiler, onlar, -edince böyle meram-,
Açıkça, onlara Allah da lânet eyledi tam!
-Ey elçi!- Her kime Allah ki lânet eylerse,
Onun için bulamazsın medetçi bir kimse!”1
Kapılmamak gerekir hiçbir işte mel’ûna,
Fakat ki Mekkeli müşrikler oldu tuş yalana.
Bu vakti bekleyerek geldi sandılar hüneri;
Uhud’da çünkü yorulmuştu müslüman zaferi,
Cesâret üfledi son tablo, şer kabîlelere,
O şirkin ordusu kol kol ulaştı on bin ere!2
Nebî, Medîne’de baş koydu istişâreye tiz:
“–Bilin ki, etmeyip isyan Hudâ’nın emrine siz,
Yolunda her zora oldukça râzı, sizde zafer,
Hudâ ve elçiye uymaktır emr-i Peygamber!”
Rasûl’e geldi bir ilhâm-ı Hak, ne şâhâne:
Derince kazmalı hendek, Medîne çevresine.
Bu fikri sordu: “–Ne yapsak, hücum mu, hendek mi?”
Bu kez düşünmedi hiç kimse ayrı bir kademi.
Hatırda çünkü Uhud istişâresindeki hâl,
Diriydi, olmadı hiçbir yürekte başka meâl.
O fikre has, dedi Selmân-ı Fârisî aynen:
“–Süvâri baskını düşmanların çetinse, hemen,
Bizim diyarda da hendek kazardık elde hüner,
Ne güçte olsa hücum, çünkü yâ Nebî, bu keser!”
Nebî’yi böylece tasdîk eden o dost özünü,
Beğendi ordaki herkes, o Selman’ın sözünü,3
Karar verildi: “Bu harbin usûlü, hendek ola!”
Medîne, tek tarafından açıktı karşı kola.
Diğer tarafları sağlam kaleydi, evlerle,
Sık örgüsüyle geçit vermiyordu hurma bile.
Nebî, o tehlike kısmında gezdi her nokta,
Açık Mezad ile Şeyhayn boyunca çizdi rota.
Seçip onar kişi, bir yer, o hendek üzre Rasûl:
«–Şu noktadan şura dek!» belli etti verdi usûl.4
Nebî de, kendisi bizzat çalıştı hendekte,
Acıksa, karnına taş bağlıyordu gerçekte.5
O Server’in buna rağmen şükürdü her hâli,
Berâ diyor ki: “–Nebî’nin nümûne ahvâli,
Civarda her grup İslâm’a hamle yaptığı gün,
Rasûl’ü gördüm o Ahzab gününde bizle bütün,
Ne mânidar taşımaktaydı durmadan toprak,
Şu şi‘ri hem okumaktaydı her nefes koşarak:
اَللّٰهُمَّ لَوْلاَ أَنْتَ مَا اهْتَدَيْنَا
وَلاَ تَصَدَّقْنَا وَلاَ صَلَّيْنَا
فَأَنْزِلَنْ سَكِينَةً عَلَيْنَا
وَثَبِّتِ الْأَقْدَامَ إِنْ لاَقَيْنَا
إِنَّ اْلأُلٰى قَدْ بَغَوْا عَلَيْنَا
وَإِنْ أَرَادُوا فِتْنَةً أَبَيْنَا
«–Hidâyet etmemiş olsaydın ey bir Allâh’ım,
Namaz, niyâz ile olmazdı bizde hiç yardım.
Sekînet indir İlâhî, hasımla cephe iken,
Sakın ayakları kaydırma hamle etmekten!
O zorbalar bize saldırdı önce, her fitne,
Ne yapsalar geri püskürtürüz sonunda yine!»
Revâha oğlu o Abdullah’ındı mısrâlar,
Başında vardı şiar, hem sonunda vardı şiar;
Büyük Nebî; «geri püskürtürüz!» ifâdesini,
Okurken ok gibi yükseltiyordu gür sesini…6
Bütün cihan bile saldırsa, harp ne olsa çetin,
O korkusuzdu, en öndeydi, dağ gibiydi metin.
O’nun yanındaki ashab da aynı hâl üzere,
Nasıl göğüslediler her belâyı, sor hünere!
O’nun yanında iken her bir imtihan çünkü,
Kazanmanın yeni bir fırsatıydı her günkü.
Başında yaksa da âfet, sonunda vardı selâm,
Şudur, budur, demeden, koştular sabah-akşam!
Yemek sıkıntısı fazlaydı, açtı tüm ashab,
Enes diyor: “–Azıcık arpa gelse bir tek kab,
Pişerdi öyle tuhaf yağla, aç iken herkes,
Bozuk ve sert tadı her lokma hissederdi nefes.
Olurdu az yemeğin çok ağır, beter kokusu.”7
Fakat azimle çalışmaktı herkesin dokusu.
Şu Sâbitoğlu yaş on beşte bir çocuktu henüz,
Yoruldu uykuya râm oldu bir vakit gündüz.
Bıraktı öylece hendek yanında herkes onu,
Umâre geldi, uyur gördü, az düşündü sonu,
Alıp silâhını Zeyd’in şakayla sakladı, vah,
Uyandı Zeyd, ama korkuyla doldu, yoktu silâh.
İşitti Hazret-i Ahmed, çağırdı, çağladı söz:
“–Silâhların, uyudun, gitti bak, ey uykucu göz!”
Civâra döndü: “–Bilen var mı nerdedir çocuğun,
Kayıp silâhları?” derken, Umâre açtı derûn:
“–Onun silâhları nezdimde, yâ Rasûlâllah.”
“–Hemen, silâhları koş ver!” buyurdu Hazret-i Şâh.
Kesin yasakladı can korkutan bu îmâyı,
Şakayla bir şeyi mü’minden alma-saklamayı.8
Sahâbe gayreti hendekte yoldaş oldu aya,
Hat üzre rastladılar dev ve zorlu bir kayaya.
Kırılmıyordu o sert taş, haber verildi fasıl,
Rasûl, şu balyozu kaldırdı besmeleyle nasıl,
Vurup da üç kere kum yaptı âdetâ kayayı,9
O, her vuruşta da bir müjde verdi aynı sayı!
Birinci vurmada «Şam mülkü, tâ Bizans’ın içi»,
İkinci vurmada; «Îran» buyurdu Hak elçi,
Üçüncü vurmada; «Müjdem, Yemen!» buyurdu cana;
«–Şu an anahtarı üç ülkenin verildi bana!
Şu anda görmedeyim hepsinin sarâyını ben,
Yarın şereflenecek hepsi Allah isminden.
Büyük ve şanlı fetihler, sizinle şahlanacak,
Ne ihtişamlı zaferler, yakındadır ancak!»
İnançlı kullara merhemdi zor vakit bu aşı,10
Uyandı her heyecan, herkesin dirildi başı!
Nebî diliyle beyân oldu en sarih gerçek:
«Cihanda bâtılı hak, çok yakında alt edecek!»
Nebî, o gün nice olmaz denen hedeflere yol,
Büyük harîtayı gösterdi dîn için kol kol!
Cihanşümul ve ebed bir hidâyet üzre rota,
O’nun gözünde temâşâ edildi, altı kıta.
O göz, neler neler anlattı semt-i Kisrâ’dan,
Medâyin içre ederken Beyaz Sarây’ı beyan,
Şaşırdı hepsine Selmân-ı Fârisî ve dedi:
«–Dediklerin o kadar doğru yâ Nebî, ebedî,
Kitap ve dîn, Sen’i gönderdi Hak, o Hakk’a yemin,
Bütün beyânın emin, hepsi aynı söylediğin!
Sen’in ne şüphe Hudâ’nın Rasûlü olduğuna,
Şahâdet eyliyorum, Sen ne dersen âmennâ!»
Buyurdu Hazret-i Ahmed: «–Nihâyet ey Selmân,
Bu hak fetihleri, ardımca, şüphesiz, Rahmân,
Nasib ve lutfedecektir yakın zamanda size,
Şam’ın da fethi kesindir, Herakliyus da dize,
Gelip o ülkesinin en uzak diyârına tâ,
Kesintisiz kaçacaktır, sonunda Şam, hattâ,
Tümüyle, yâni tamâmen Bizans, sizin olacak,
Cihanda durmayacak karşınızda kimse, bu hak!
Yemen de fetholacaktır bu hamleden sonra,
Ne şüphe, katlolacaktır, inanmayan Kisrâ!»
Diyor ki sonrası Selman: “–Bütün bu müjdelerin,
Açık zuhûrunu gördüm, yaşandı hepsi kesin!”11
Ebû Hüreyre de, tasdîk ederdi andıkça,
Coşup da der idi, hak müjdeler yaşandıkça:
“–Bu hak fetihleriniz şüphesiz ki başlangıç,
Yemîn o kudrete, vallâhi sizler elde kılıç,
Bugün ne fethe müyesserseniz, açık yarını,
Ve tâ kıyâmete, her mülkü, hem anahtarını,
Serip Muhammed’e Allah ki, önceden verdi.”12
O şanlı seyyidimiz, işte böyle Server’di.
Savaştan önce büyük müjdeler Nebîmiz’den,
Sahâbeden yana destekti maddeten, mânen.
Ağırdı çünkü gelen gazvenin sıkıntıları,
Soğuk, sıcak, çile, açlık, karanlığın damarı,
Çetin mücâdele, en ıstıraplı yorgunluk,
Olanca en dayanılmaz belâ, birikti çabuk,
Ve her tahammülün üstünde güçlüğün hepsi,
Nebî’ye düşman olan varsa kim, bütün hepsi,
Hem içte dışta hücûm üzre müttefik liste,
Kuşattı her köşeden müslümânı Hendek’te.
Yahûdiler ile şirkin o fitne kumkuması,
İçerde bir de münâfık gürûhu şer kuması,
Meşakkatin, acının, zahmetin tamâmı idi,
Bu hâle karşı dayanmak, Rasul kıvâmı idi,
Bu yüzden önce beyân etti son netîce nedir!
Keremle hendeğe gitmişti Kahramân-ı Bedir,
Soğuktu vakt-i sabah, tüm muhâcir ensarla,
Kesintisiz kazıyor, vermiyordu kimse mola.
Koşan, eden, köleler yoktu onların yerine,
O gördü onları, yorgun ve aç, buyurdu yine:
«–Esas hayat, yalınız, âhirettir Allâh’ım,
Muhâcirîn ile ensâra, Sen buyur yardım!»
Gürül gürül dedi hendek kazan sahâbe nefer:
«–Nebî Muhammed’e bey‘at edenleriz bizler,
Cihad da maksadımız can bedende kaldıkça!»13
Yürekler, uçtu Nebî’den tebessüm aldıkça.
Bütün sahâbeye Peygamber, ufku besteledi:
«Her ıstırâb-ı cihan fâni, âhiret ebedî.»
Nebî’de, ümmet için mûcizeydi hisli yürek,
Diyor ki Hazret-i Câbir: “Kazar iken hendek,
Sahâbe dev taşa denk geldi, vurdular bir-iki,
Rasûl’e söylediler: «–Çıktı öyle bir kaya ki,
Çetin, kırılması mümkün değil, ne çâre bize?»
O Mustafâ; «–İnerim ben» buyurdu; «Kuytu ize!»
Ve sivri kazmayı kaldırdı, vurdu dev kayaya,
Kum etti; çıktı kıvılcım, o huzme döndü aya.
O net parıltıda gördüm Hudâ Rasûlü, aman,
Ne hâlde, karnına taş bağlamıştı açlıktan!
Şu lokma olmadı üç gün O’nunla bizde evet,
«–Ey Allah elçisi, lebbeyk!» dedim: «İzin lutfet!»
Hemen koşup eve gittim, özetledim hanıma:
«–Nebîmiz’in dayanılmaz şu hâli, dert canıma.
Yemek için neyimiz varsa, söyle, ey zevcem!»
«–Birazcık arpa, bir oğlak!» deyince onda kerem,
Öğüttüm arpayı, kestim bu oğlak işte diye,
Pişerken ekmeğimiz, et konuldu tencereye.
Varıp huzûra dedim: «–Yâ Nebî, gelin bize Siz,
Aşım var az, ama birkaç şahıs, şeref veriniz!»
Nebî; «–Yemek ne kadar?» sordu, söyledim varı ben,
Buyurdu: «–Çok ve güzel! Şimdi söyle zevcene sen,
O ben gelinceye, tutsun ateşte tencereyi,
Fırından ekmeği hem, almasın o pişti deyi!»
Buyurdu sonra da: «–Ey Hendek ehli, Hak’tan ecir,
Gelin, bugün bize ikram hazırlamış Câbir!»
O Bülbül’ün sesi, kim varsa dâvet etti kezâ,
O’nunla ordaki herkes, yöneldi soframıza.
Telâşla zevceme koştum, dedim ki: «–Ahval zor,
Nebî, yanında tüm ensar, muhâcirîn, geliyor!»
Hanım bakıp dedi: «–Allah Rasûlü sordu mu tam,
Ne var ne yok diye?» «–Elbet» dedim: «O sordu meram,
Fakat çilem şu ki, herkes için çok az bu yemek!»
Tedirgin olmadı zevcem: «–Bu endişen ne demek!
Bilir Nebî bunu mâdem, bilir O senden iyi,
Üzer mi hiç O’nu Allah, bırak bu endişeyi!»
Bu hisse üzre, biraz sonra geldiler; kapıda,
Nebî diyordu: «–Sıkıştırmayın, geniştir oda!»
Onar onar giriyorlardı; Hak Nebî, ne kerem,
Kopartıp ekmeği et koydu üste, herkese hem,
Eliyle eyledi ikram, birer birer, ne iyi,
O azcık aşla tamâmen doyurdu bin kişiyi.
Sonunda kalmadı aç kimse, arttı, kaldı yemek,
Buyurdu zevceme Ahmed, o merhametli yürek:
«–Bu rızkı sen de ye, ver hem de çevre komşulara,
Tükendi çünkü acından bütün şehir şu sıra!»14
Yaşandı mûcizeler, anlayan neler gördü,
Derince hendeği kazmak da, altı gün sürdü.
O kış, bıçak gibi devran, soğuk remizde idi,
Nebî; «Cihad» dedi, Zilkāde on sekizde idi.
Dışarda kurdu karargâhı, fikredip durumu,
Bıraktı şehre vekîl İbn-i Ümm-i Mektûm’u.
Birinci sancağı, önden muhâcirîn adına,
Taşıttı Hârise’nin oğlu Zeyd’e, dîn adına,
İkinci sancağı, ensâra bir nişân olarak,
Ubâdeoğlu olan Sa‘d’e verdi şân olarak!
Getirdi hendeğe üç bin mücâhidîn, yakına,
Büyük savunma için verdi sırtı Sel Dağı’na.
Çoluk çocukları surdan hisâra yolladı tüm;15
Diyor ki İbn-i Ömer: «–Ben Uhud’da on dörttüm,
Müsâde etmedi Allah Rasûlü gazve için,
Girince on beşe Hendek gününde verdi izin.»
Bu izni söyledi Nâfî, Ömer bin Abdülaziz;
«–Bu yaş, çocuk ve büyükler hudûdu, işte remiz!»
Deyip bu ölçüyü emretti, yazdı vâlilere,
Büyük denildi bu düsturla on beşinde ere.
Eğer kimin yaşı on beş değil, sayıldı çocuk,
Denildi, âilenin ferdidir; bu oldu hukuk.16
Savaşta çünkü Nebî, kim küçük, çevirdi kesin,
Berâ ve İbn-i Ömer, on beşinde aldı izin.17
Bu gazve, belki Uhud’dan çetin Bedir’den de,
Küfür tarafta kudurmuş doluydu son radde,
Cihanda yok edeceklerdi Müslüman yurdu,
Bu denli hırs ile azgındı, en gavur ordu.
Köpürdü kanlı ağızlar, kabardı zorba yürek,
Çöl içre kumları hoplattı, çiğneyip geçerek,
Soğuk belâ gibi şiddetle geldi müşrikler,
Sarıp Medîne’yi on bin adamla öyle beter,
Hücûma geçtiler ancak derince bir hendek,
Hudutta gürledi: «Vermem geçit, gelen ölecek!»
Şaşırdılar bu büyük hamle karşısında fenâ,
İnatla, her biri çıldırdı öfkeden bu yana!
Yanıp alev dolu vicdanlarında sönmediler,
O müptezel kötülükten şifâya dönmediler.
Bu cepheden daha güçlüydüler ya bin herze,
Çekirgeler gibi yüklendiler Medîne’mize!
Ne zorlu başladı Hendek’te gazve, bir de o an,
Benî Kurayza denen hin yahûdiler, isyân
Edip de, bozdu Nebîmiz’le hak muâhedeyi,
İkinci kez bu bozuş, zor vakitte hem epeyi,
Ağır ve sinsi ihânetti ehl-i İslâm’a,
Kalındı tam iki kor ortasında tam hummâ.
O müşrik orduya hâin yahûdinin reisi,
Haber verip dedi: «–Sizler sebât edin, gerisi,
Şu müslümanların ardınca biz, görün sökünü,
Hücûm eder, kazırız burda hepsinin kökünü.»18
Nebî’ye hayli ağır geldi böyle hâinlik,
Fakat tevekkülü dimdikti, hem irâde çelik;
Sabır da ölse, ümitsiz ve çâresiz değil O,
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
Buyurdu: «–Bizlere Allah yeter, ne hoş vekil O!»19
Buyurdu sonra da: «–Sizden Benî Kurayza’ya kim,
Gidip haber getirir?» Şimdi doğru bilgi mühim!
Atıldı; «–Ben!» dedi; «Ey Hak Rasûlü!» coştu Zübeyr,
Yahûdiler ne yapar, bilmek üzre koştu Zübeyr.
O zor savaşta durum zordu, bilgi şart idi tez,
Zübeyr’i yolladı Ahmed, bu işte birkaç kez.
Onun cihâdına memnun, buyurdu Nûr ağacı:
«–Özel havârisi var her nebîye yardımcı,
Benim de işte Zübeyr öyle bir havârimdir!»20
Kuş uçsa aldı haber, aldı Hak Nebî tedbir…
Olanlar ortada, çok muhtemeldi iç isyan,
Hücum peşinde kudurmuştu çünkü iç düşman,
Ne kanlı hamle için hepsi bekliyordu çapul,
Muhâfız eyledi üç yüz kişiyle Zeyd’i Rasûl,
İlâveten iki yüz kahramanla can Seleme,
Şehirde gürledi tekbirle, buydu dengeleme!21
Medîne halkı tedirgindi, sancıyordu özü!
Yahûdiden pusu baskın, uyutmuyordu gözü,
Bir anda saldırıdan kaygılıydı mü’min can,
Şehirde sinsi hücûm ihtimâli vardı her an,
Gelip, bebekleri küffar, bölerdi tam ikiye,
Garanti yoktu bu akşam, sabâh olur mu diye.
Dışarda türlü hizibler, içerde türlü hizib,
Bu yüzden ismine ahzab buyurdu Hak ve Habib.
Bu harp o denli mühimdir ki oldu sûre adı,
Kitapta, Sûre-i Ahzâb içinde, gör yâdı!
Bütün muhârebelerden bu gazve zorluydu,
Hudâ Rasûlü, bir an geldi, çok elem duydu.
Olanca güçle hücûm eylemişti müşrikler,
Ve hiç namâza da fırsat bırakmayıp bu sefer,
Cehennem ordusu çok geç çekildi, yaktı hüzün,
İkindi, öğle ve akşam, kazâ edildi22 o gün.
Sel oldu, başladı Ahmed yanık yanık niyaza:
«–Güneş batıncaya dek, engel oldular namaza,
Hudâ da nâr ile doldursun onların içini,
Mezâra dek o gürûhun alevle dolsun ini!»23
Büyük-küçük, bütün ashab, vazîfedeydi her an,
Çetin Huneyn’e kıyâsen dahî, bu gazve yaman!
O kanlı hendeğin en dar yerinde kal‘a gibi,
Neferdi kendisi, bizzat nöbet tutardı Nebî.24
Soğuk şeditti; namaz kıldı, baktı Peygamber,
Kenâr-ı hendeğe gelmişti bâzı müşrikler.
Buyurdu: «–Belli ki bunlar gavur süvârileri,
Acep kim onları püskürtecek bu yerde geri?»
Hafifçe sesledi: «–Ey Bişr’in oğlu Abbad, bak!»
O can koşup da; «–Buyur yâ Nebî!» deyince merak;
«–Senin yanında duran var mı?» sordu Hazret-i Yâr.
Cevâbı geldi: «–Evet ben ve bâzı ashab var;
Nöbetteyiz ve civârındayız Sizin çadırın!»
Nebî; «–Bakın» dedi: «Hendek’te şöyle bir dolaşın!
Bir an gedik arıyorlar gavur süvârileri,
Bulunca saldıracaklar koşuşturup içeri!
Karış karış geziyorlar civârımızda cihet,
Kasıt da belli, can almak, ederseniz gaflet!»
Bu ince tavsiyeler sonrasında sustu biraz,
Yöneldi sonra da dergâha, etti Hakk’a niyaz:
«–Defeyle şerrini bizden şu zulmün Allâh’ım,
Sen eyle bizlere yardım ki biz yenen olalım.
Hüküm ve kudretinin hâricinde yok gerçek,
Sen etmesen, bizi yok kimse gālib eyleyecek!»25
Duâ semâya çıkarken şehirde gör nadası;
Safiyye Anne ki, Allah Rasûlü’nün halası,
Berâberinde çocuklar ve hayli yaşlı kadın,
Güvende olmak için Sâbitoğlu Hassân’ın
İkāmet eyledi Fârî isimli köşkünde.
Bu hâli aldı haber bâzı kanlı tipler de,
Koşuştu; ortamı tam on yahûdi yokladılar,
Hışımla, hınç ile, şiddetle köşkü okladılar!
O kitleden biri etrafta bir gedik aradı,
Kadınlarınsa, savaştaydı erkek efrâdı.
Safiyye baktı ki, hiç kimse yok siper olacak,
Sıkıp başındaki tülbendi, bir sırık alarak,
Yukardan indi, usul açtı, kitli dış kapıyı,
Yahûdinin hemen ardınca oldu hayli kıyı,
Kalın sırık ile bir vurdu mel‘unun başına,
Geberdi gitti herif, çarpılıp kader taşına.
Onun görünce birazdan soğuk ecel terini,
Diğer yahûdilerin korku sardı içlerini.
Şaşırdılar: «–Hani yalnızdılar kadınlar, ah,
Güyâ ki yoktu muhâfızlar işte ortada vah!»
Telâşla köşkün önünden dağıldılar kaçarak,26
Şükür, muhâfaza etmişti köşkü kudret-i Hak!
O dar zamanları anlar, gönül gözüyle gören,
Görüp de aşk ile her derdi ilmek ilmek ören…
Diyor ki Âişe Annem: “–Civâra çıktım o gün,
Merâk içinde dolaştım, ne hâlde can ve hüzün!
İlerlemekte iken ses duyunca baktım, kim?
Yanında Hârise, Sa‘d bin Muâz’ı fark ettim.
Şerefle zırhını giymiş, diyordu: «–Hoştur ecel!»
Diyordu marş okuyup: «–Hak için cihad ne güzel!»
Uyardı annesi: «–Vallâhi, olmasın gecikiş,
Hemen oğulcağızım, koş Rasûl’e, sen de yetiş!»
Dedim o anneye: «–Sa‘d’in bütün vücûdunu da,
Kapatsa zırhı, vurulmaz, hücumlar ânında.»
Bu kaygı gönlüme doğmuştu ilk görüşte o an,
Açıktı kolları zırhın, vururdu ok, oradan!
Şuurlu annesi Sa‘d’in terennüm etti şunu:
«–Ne hükmederse Hudâ, gerçek eyler elbet onu!»
Kader! Vuruldu Muâzoğlu Sa‘d kolundan o gün…”27
Fakat o candaki dâvâyı, aşkı, rûhu görün:
Ağırdı çok yara, Sa‘d baktı, gördü; öldürücü,
Düşündü, kalmayacaktır birazdan eski gücü.
Duâya başladı: «–Rabbim, kaderde müşrik ile,
Eğer ki bir daha çarpışma varsa, lutfeyle,
Katılmak istiyorum harbe, sağ bırak beni Sen,
Rasûl’e çünkü ne işkenceler, cefâlar eden,
Şu kavme karşı murâd ettiğim kadar keskin,
Savaşma istemedim başka kavme böyle çetin.
Vuruşmamız bu kadardıysa şâyet onlarla,
Yaram, şehidliğe olsun vesîle, ey Mevlâ!
Sen’in huzûruna Rabbim, kabul buyur, lâkin,
Benî Kurayza denen mel‘anet yahûdilerin,‘
Bütün cezâlarının tastamam verildiğini,
Görüp sevinmeden aslā hayattan etme beni!»28
Bu arzu oldu kabûl, ölmeden dirildi canı,
Ne mutlu Hazret-i Sa‘d’in, o anda dindi kanı.29
Efendimiz ona mescidde bir çadır kurdu,
Devamlı etti ziyâret ve hâl hatır sordu.30
Yakın alâkası Peygamber’in ne hikmetti,
Bu ihtimâm, iki dünyâda Sa‘d’e rahmetti.
Hudut boyunca devam etti çift taraflı akın,
O hattı geçmeye düşman ne denli olsa yakın,
Geçilmiyordu, o minval derindi hendekler,
Geçenlerin tümü birkaç kişiydi, yoktu değer.
Heriflerin biri Abdoğlu Amr adında idi,
Devirdi geçti Alî, bir vuruşta, gör yiğidi!
Açık netîcesi hep aynı oldu her birinin,
Sevindirip bizi Hak, ehl-i şirki etti hazin!
Fakat bırakmadı müşrikler azgın işgāli,
Uzun savaş, uzayıp gitti, yordu ahvâli.
İçerden, arkadan, önden bir ettiler tazyik,
Tükendi kaldı maraz ehli, parçalandı ilik.
اِذْ جَٓاؤُ۫كُمْ مِنْ فَوْقِكُمْ وَمِنْ اَسْفَلَ مِنْكُمْ
وَاِذْ زَاغَتِ الْاَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ
الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللّٰهِ الظُّنُونَا ﴿10﴾
هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَد۪يدًا ﴿11﴾
Hudâ buyurdu ki: «–Onlar, hücûm edip de size,
Hem arkanız, önünüzden gelince üstünüze;
Yürekler ağza gelip göz yığıldı kaldı da siz,
Vehim vehim yüce Allâh’a zanlar eylediniz!
Edildi orda inanç ehli imtihan ki çetin,
Ne sarsılışlara şiddetle uğratıldı kesin!»31
Hudâ, yürekleri test etti, çok ağır denedi,
Bununla etti açık, herkesin nedir senedi!
Belâ ve tehlike, her imtihanla yaktığı an,
Belirgin oldu gönülden inanmayan, inanan!
Sahâbe canda sabır, tam sebât içinde idi,
Hudâ vaatleri hakkında hepsi zinde idi.
«–Nebî diyorsa ki, Îran bizim, bizim!» dediler:
«–Yemen de Şam da bizimdir, budur azim!» dediler.
Fakat şu anki büyük derde, körkütük bakarak,
Devamlı ye’se düşüp, korkularla ters akarak,
Büyük yarınları farketmeyen münâfıklar,
Dudak büküp dediler: «–Boş sözün ne faydası var?
Muhammed’in bu kadar va’di, tumturaklı hayal,
Helâya gitmeye yok yâhu emniyet ve mecal.
Bu denli çâresiz eyvâh içinde can köşkü,
Nasıl bizim ola Kisrâ ve Kayser’in mülkü?
Kuruntu böyle hayaller, avuntu böyle hüner,
Savaş kazandıramaz boş vaatle peygamber!
Netîce; hem O’na, hem şehre kurtuluş yolu yok!
O çâresiz kişiden karnımız, o sözlere tok!
Bu cephe çökmede, kurtarsın akleden başını,
Çabuk kaçın, yemeden alnımız, ecel taşını!»
Çürük ve sağlamı gösterdi böyle bir vaziyet,
Neler yaşandı o esnâda söylüyor âyet:
وَاِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذ۪ينَ ف۪ي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ مَا وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُٓ اِلَّا غُرُورًا ﴿12﴾ وَاِذْ قَالَتْ طَٓائِفَةٌ مِنْهُمْ يَٓا اَهْلَ يَثْرِبَ لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُواۚ وَيَسْتَاْذِنُ فَر۪يقٌ مِنْهُمُ النَّبِيَّ يَقُولُونَ اِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍۜ اِنْ يُر۪يدُونَ اِلَّا فِرَارًا ﴿13﴾ وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِمْ مِنْ اَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَاٰتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَٓا اِلَّا يَس۪يرًا ﴿14﴾ وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا
اللّٰهَ مِنْ قَبْلُ لَا يُوَلُّونَ الْاَدْبَارَۜ وَكَانَ عَهْدُ اللّٰهِ مَسْؤُ۫لًا ﴿15﴾
قُلْ لَنْ يَنْفَعَكُمُ الْفِرَارُ اِنْ فَرَرْتُمْ مِنَ الْمَوْتِ اَوِ الْقَتْلِ
“Nifakçılar ile içten marazlılar, gidiler;
«–Hudâ ve elçisi etmiş ne boş vaat!» dediler.
Diyordu onların etrafta bâzı maskarası:
«–Kaçın Medîneliler, durmanın değil sırası!»
Diğer grup da; «–Bizim hânemiz değildir emin!»
Diyordu, elçiden ısrarla istiyordu izin.
Fakat ki evleri aslā değildi tehlikede,
Bütün niyetleri kaçmaktı hepsinin sâde.
Eğer ki her köşesinden girilse onlara bir,
Denilse küfre dönün, istenilse fitne kebir,
Gecikmeden yapacaklardı şüphesiz ki bunu,
-Ve hiç savunmayacaklardı evlerinde sonu-
Dönüp de kaçmamak uğrunda oysa vallâhi,
Ta başta Allah’a söz verdilerdi billâhi;
Hudâ’ya arz edilen söz, sorumluluktu, asıl,
Açıkla, söyle, Rasûl’üm, nedir sonunda fasıl:
«–Kaçışsanız da ölümden ya öldürülmekten,
Bu boş firar, sizi kurtarmaz işbu gerçekten!»”32
Özet bu, mahşere dek yeryüzünde ibret bu,
Gören gönüllere, her şeyde aynı hikmet bu!
Savaşta gayreti zorlaştıran nifâk ehli,
Firar peşinde iken hamledeydi hak ehli.
Rasûl’e yâr idi onlar ne güçlü bağlarla,
O kahramanları övgüyle anlatır Mevlâ:
وَلَمَّا رَاَ الْمُؤْمِنُونَ الْاَحْزَابَۙ قَالُوا هٰذَا مَا
وَعَدَنَا اللّٰهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللّٰهُ وَرَسُولُهُۘ
وَمَا زَادَهُمْ اِلَّٓا ا۪يمَانًا وَتَسْل۪يمًاۜ
“İnançlılar ise, düşmânı gördüğünde dedi:
«–Bugün, budur bize Allah ve elçinin va‘di!
Rasûlü’nün ve Hudâ’nın beyânı haklı hüner!»
Ziyâde râzı bir îmanla coştu mü’minler!”33
Ne incelik, Gatafan’dan Nuaym’ın öz fendi,
Şahâdet eyledi, tam mü’min oldu, söylemedi:
O kalbe çünkü; «Savaş hîledir!»34 buyurdu Rasûl,
Nuaym’a göz ve basîret, bu oldu yol ve usûl.
İnanç açıklamadan yardım etti hak dîne,
Benî Kurayza ve müşriklerin girip içine,
Ne yaptı eyledi, meydâna fırlatıp postu,
Ayırdı, böldü o küffârı, ihtilâf soktu!
Yahûdiler küserekten çekildiler kaleye,
O müşrik ordusu, tek kaldı kanlı velveleye.
Fenâ çözülmeye rağmen, o cephe on bindi,
Büyük rakamdı bu, baskındı şehre, keskindi.
Tamâmı öfkeli gözler, kudurdular yeniden,
Derin mücâdele hâlinde azdılar cidden!
Kuşattılar yine çepçevre müslümanları tüm,
Daralttılar, yeniden şehri, ellerinde zulüm!
Hudâ demişti ya, ashab ne zor durumda idi,
Yürekler ağzına gelmişti, can serumda idi.
O Hak Nebî ile birlikte her gönülde lisan,
O an için dedi: «–İmdâd-ı Rabbenâ ne zaman?»
Bu kaygı, şüphe değil, iştiyaktı lutfa merak,
Sabır, kavurduğu bir anda, indi âyet-i Hak:
اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَاْتِكُمْ
مَثَلُ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ الْبَاْسَٓاءُ
وَالضَّرَّٓاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ
اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ
“–O sizden öncekiler hâli, vurmadan size iz,
Girersiniz diye zannettiniz mi cennete siz?
Dokundu onlara bin bir sıkıntı, hem darlık,
O denli dert ile sarsıldılar ki taa, artık;
Rasûl, yanındaki îmanlılarla sordu o an:
«–Acep ki yardımı Allâh’ın âkıbet, ne zaman?»
Bak işte! Yardımı Allâh’ın işte, hem de yakın!”35
Bu söz nüzûl eder etmez ne nusret oldu, bakın:
Hudâ Rasûlü Muhammed, el açtı dergâha,
Boyun büküp de niyâz etti candan Allâh’a:
«–Kitâbı, ey yüce Kur’ân’ı gönderen Rabbim,
Hesâbı, ey nice düşmanla tez gören Rabbim!
Dağıt Medîne önünden şu saldıranları Sen,
Şu toplananları yâ Rab kırıp geçir tümden!
İrâdeden yana yırt onların beyin zarını,
Tutunmasın bu mekânlarda sars akıllarını!»36
Henüz duâsı ki Peygamber’in biter bitmez,
Kasırga koptu semâdan, dağıttı kâfiri tez!
Bu oldu işte inâyet, tüm ehl-i îmâna,
Hudâ, rezilleri toptan düşürdü hüsrâna.
Bir esti fırtına müşriklerin üzerlerine,
Süvâriler, develer, hep karıştı birbirine.
O denli sertti ki rüzgâr, hasım taraflarına,
Tozuttu toprağı göz göz, belâlı saflarına!
Söküp uçurdu o dinsizlerin çadırlarını,
Harâbe eyledi hunharların bağırlarını!
Yemekli tencereler kumla doldu, devrildi,37
Sonunda baktı ki düşman, azapla çevrildi.
Bu harbe herkesi iknâ eden Ebû Süfyan,
O çâresizliğin altında kaldı, etti figan:
“–Görün, yahûdi denen kandırıkçı sinsi kesim,
O maymunun, domuzun kardeşinden istediğim,
Sonunda nâfile imdâd imiş, şu hâle bakın:
Benî Kurayza da terk etti, mahv imiş bu akın!
Esen şu yel de nasıl sille oldu, etti beter,
Sular kesildi, helâk oldu büsbütün develer.
Ne çâre ben geri dönmekteyim, dönün siz de!”38
Kaçıştı, başka hüner yoktu kaybeden dizde!
Ölen o cephede birkaçtı, kahrolan hepsi,
Şehid bu cephede birkaçtı, şâduman hepsi!
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ
اِذْ جَٓاءَتْكُمْ جُنُودٌ فَاَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ ر۪يحًا وَجُنُودًا
لَمْ تَرَوْهَاۜ وَكَانَ اللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرًاۚ
Hudâ buyurdu: «–Ey îmân edenler işte meram,
Hatırlayın size Hakk’ın kerem ve lutfunu tam.
Ne ordular size saldırdı, Biz de rüzgârı,
Savurduk onlara saldık görünmez orduları.
Ne yapsanız hepiniz, görmedeydi hep, Allah.»39
Bu müjde mü’minedir; kâfireyse, bin eyvah!
وَرَدَّ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا بِغَيْظِهِمْ لَمْ يَنَالُوا خَيْرًاۜ
وَكَفَى اللّٰهُ الْمُؤْمِن۪ينَ الْقِتَالَۜ وَكَانَ اللّٰهُ قَوِيًّا عَز۪يزًاۚ
Buyurdu Hak, yine: «–Allah devirdi küffârı,
Gayızla döndüler ancak, hiç oldu faydaları.
Savaşta kâfidir Allah, tüm ehl-i îmâna,
O denli güçlüdür Allah ki, yok yenilgi O’na!»40
Ne şüphe, her kaderin hükmü, en Büyük Şâh’ın,
Müyesser oldu zafer, yardımıyla Allâh’ın.
Dönüp de kaçtı perîşan şekilde müşrikler,
Binekten erzağa, eşyâya dek, pahâya değer,
Ne var ne yoksa, ganîmet bıraktılar toptan,
Medîne böylece kurtuldu zorlu kıtlıktan
Nebî buyurdu: «–Nöbet sizde, hamle sizde bu kez,
Kureyşliler, size artık gelip hücûm edemez!»41
Derin müdâfaa kırmıştı müşriğin gücünü,
Ne ihtişamlı zafer, mü’minin sabırlı günü.
Nöbet değişti, bizim oldu tüm hücum sırası,
Tüketti kalbini müşriklerin gurur çırası.
Şu oldu şevk ile mü’minlerin dilinde remiz:
«–Kureyş’in üstüne artık cihanda biz gideriz!»
Şükür diyordu Nebîmiz dönünce Hendek’ten
Koyup silâhları, üst baş, yuyup da çırparken,
Elinde bir yeni fermanla geldi Cebrâil,
Huzurda; «–Sen, dedi: Vallâhi ey Rasûl-i Celîl!
«–Koyup silâhı bıraktın, bırakmadık daha biz!
Hüküm bu, onlara derhal dönüp de gitmeliyiz!»
Hazırdı, sordu Nebîmiz: «–Bu hamlemiz nere dek?»
Benî Kurayza beyân oldu, koştu Şanlı Yürek!
Büyük ihânete dâir okundu hak nâme,
Gören Kurayzalılar, râzı oldular hükme.
Sonunda hepsi de Sa‘d bin Muâz’ı seçti hakem,
O kahraman dedi: «–El değmesin çocuklara hem,
Bütün kadınlara aslā, fakat ki kesmeliyiz,
İhânet eyleyen erkeklerin tamâmını biz…»
Nebî buyurdu ki: «–Ey Sa‘d, bu işte onlar için,
Hudâ’nın emrine uygun ve doğru hükmettin!»
Tamamlanınca cezâ, geldi son duâ baharı,
Hazırdı, patladı Sa‘d’in o bekleyen damarı.
Huzurla etti vefât, ölmeyen şehîd oldu!42
Ne mutlu, öyle güzel gönle müjdeler doldu…
Ne mutlu Gazve-i Hendek, nümûnedir ömre,
Çukur değildir o, hak yolda zirve bir çâre.
Bütün asırlara örnek, sabır, sebat ve zafer,
Hücûma gelse cihan, ye’se düşmeyin, bu yeter!
Bütün hasımları toplansa dîn-i İslâm’ın,
Tamâmı her köşeden saldırıp da etse akın,
Hudâ, Nebî’ye uyan halkı eylemez mağlûp,
Nesil, bu gerçeği bilsin, yenilmesin oturup!
Unutmadan yeni dünyâda şanlı târîhi,
Siyerde sırrı çözen kimse der ki: “–Vallâhi,
Yerin belâ dolu dinsizleriyle, her güçle,
Misâli kum, ne kadar haçlı gelse işgāle,
Çetin muhâsara günlerce sürse her yandan
Denilse; «Yardımı Allâh’ın âkıbet, ne zaman?»
Muîn eder yüce Allah, yenilmeyen gücünü,
O an cihanda belâ sayma en belâlı günü!
Eğer gönülde yeis yoksa, bin hüner vardır,
Nebî’yi örnek alan nesle, hep zafer vardır!”
Ne lâzım olsa, Rasûl’den misâl alanlara bak,
Cihâna vurdu mühür şanlı kahramanlara bak!
Bedir’de başka değer var Uhud’da başka değer,
Hüküm ne, gün gibi Ahzab’da gördü müşrikler!
Yalan dolan, ne diyorlardı Harb-i Hendek’te,
Sonunda sonsuz okunsun ne oldu gerçekte!
O en zor anda, şükür, yardım eyleyen şâha,
Selâm Rasûlü’ne, sonsuz teşekkür Allâh’a!
Devirdi, topyekûn İslâm’a saldıran küfrü,
Zafer zafer de ki Seyrî: «Bu Rabbimin mührü!»
vezni: mefâilün / feilâtün / mefâilün / feilün
(fa’lün)
11 Aralık 2017,
Medîne-i Münevvere
27 Aralık 2017, İstanbul
_______________________________________________
1 en-Nisâ, 51-52; Bkz. Vâhidî, s. 160.
2 Bkz. Vâkıdî, II, 444; İbn-i Sa‘d, II, 66.
3 İbn-i Hişâm, III, 231; Vâkıdî, II, 445.
4 Taberî, Târîh, II, 568; Diyarbekrî, I, 482.
5 Buhârî, Meğâzî, 29.
6 Buhârî, Meğâzî, 29.
7 Buhârî, Meğâzî, 29.
8 Vâkıdî, II, 448.
9 Buhârî, Meğâzî, 29.
10 Bkz. Ahmed, IV, 303; İbn-i Sa‘d, IV, 83, 84.
11 Vâkıdî, II, 450.
12 İbn-i Hişâm, III, 235.
13 Buhârî, Meğâzî, 29, 33, 34, 110,
Fedâilu’l-Ashab, 9, Rikāk, 1, Ahkâm, 43;
Müslim, Cihâd, 127, (1805); Tirmizî, Menâkıb, (3857).
14 Buhârî, Meğâzî, 29; Müslim, Eşribe, 141; Vâkıdî, II, 452.
15 İbn-i Hişâm, III, 235.
16 Buhârî, Şehâdât, 18, Meğâzî, 29;
Müslim, İmâret, 91, (1868); Tirmizî, Cihâd, 31, (1711);
Ebû Dâvûd, Hudûd, 17, (4406, 4407); Nesâî, Talâk, 20, (6,155).
17 Vâkıdî, II, 453.
18 Abdurrezzâk, V, 368.
19 Vâkıdî, II, 457; İbn-i Sa‘d, II, 67.
20 Ahmed, III, 314.
21 İbn-i Sa‘d, II, 67.
22 Bu hâdise, vaktinde kılınamayan
namazların kazâ edilebilmesinin delîli oldu.
23 Buhârî, Meğâzî, 29; İbn-i Sa‘d, II, 68-69;
İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 112.
24 Vâkıdî, II, 463-464.
25 Vâkıdî, II, 464.
26 Heysemî, VI, 133-134; Vâkıdî, II, 462.
27 Ahmed, VI, 141; İbn-i Hişâm, III, 244.
28 Vâkıdî, II, 525; İbn-i Sa‘d, III, 423
29 Tirmizî, Siyer, 29/1582; Ahmed, III, 350.
30 Buhârî, Meğâzî, 30.
31 el-Ahzâb, 10-11.
32 el-Ahzâb, 12-16.
33 el-Ahzâb, 22.
34 Buhârî, Cihâd, 157; Müslim, Cihâd, 17.
35 el-Bakara, 214. Bkz. Taberî, Tefsîr, II, 464.
36 Buhârî, Meğâzî, 29.
37 Bkz. İbn-i Sa‘d, II, 71.
38 Bkz. İbn-i Hişâm, III, 251.
39 el-Ahzâb, 9.
40 el-Ahzâb, 25.
41 Buhârî, Meğâzî, 29.
42 Bkz: Buhârî, Meğâzî, 30, Cihâd, 18; Müslim, Cihâd, 67, (1769); Ebû Dâvûd, Cenâiz, 8, (3101); Nesâî, Mesâcid, 18, (2, 45); Tirmizî, Siyer, 28, (1582).