ASGARÎ KÂR

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Seriyy-i Sakatî -kuddîse sirruhû- 772’de Bağdat’ta doğdu. Baba mesleği olan hurdacılıktan (sakatî) geçimini sağladığı için bu nisbeyi aldı. Hadis öğrenmek için Mekke’ye kadar gitti. Mârûf-i Kerhî ve Bişr-i Hafî gibi sûfîlerin sohbetinde bulunan Seriyy-i Sakatî -kuddîse sirruhû-, zühd ve takvâya ehemmiyet verirdi.

«Keşke herkesin üzüntüsünü ben çeksem de onlar rahatlasa!» diyerek başkalarını kendine tercih ederdi.

Nitekim bir menkıbeye göre çarşıda çıkan bir yangının ardından kendi dükkânının yanmadığı haberini alınca ilk anda; «Elhamdülillâh!» demiş, fakat dükkânı yananların üzüntülerini bir an da olsa düşünmediği için otuz yıl Allah’tan af dilemişti.

“Allâh’ım! Bana ne ile azap edersen et, yeter ki aramıza perde koymak sûretiyle azap etme!” sözleri aşk derecesindeki muhabbetini ifade eder. Tasavvufu güzel ahlâka ulaşma vasıtası olarak tarif eden Seriyy-i Sakatî -kuddîse sirruhû-’ya göre; farzları yerine getirmek, haramlardan kaçınmak, gaflette olmamak, çokça sadaka vermek, tövbekâr ve şefkatli olmak muhlis kulların vasıflarındandır.

***

Seriyy-i Sakatî -kuddîse sirruhû- bir ara bakkallık yaparken bir şeyler satın alır, on akçeye aldığını on buçuk akçeye yani yüzde beş kâr ile satardı. Bir gün batmanı 60 akçeye badem almıştı. Badem pahalandı ve bir batmanı 90 akçeye çıktı. Bir kişi geldi;

“−Bademin var mı?” diye sordu ve bir batman badem için 90 akçe verdi. Seriyy-i Sakatî -kuddîse sirruhû-;

“−Bunu 60 akçeye aldım, 63 akçeye veririm, fazlasına gerek yok!” dedi. Müşteri;

“−Bunun fiyatı 90 akçe oldu, 63 akçeye nasıl alabilirim?” dediyse de Seriyy-i Sakatî -kuddîse sirruhû- fiyatı artırmadı, müşterinin de ucuza almaya gönlü râzı olmayıp oradan ayrıldı. Çünkü ikisi de ahlâk sahibi, fütüvvet ehli kimselerdi. (Seyyid Muhammed Razavî)

MUHTAÇ AMA MÜSTAĞNÎ

Son Osmanlı padişahı Sultan Vahideddin Han, 4 Ocak 1861’de Dolmabahçe Sarayı’nda doğdu. Devrin çınar misali hocalarından ders aldı. İyimser ve sabırlı bir devlet adamı, nâzik ve müşfik bir aile babasıydı. İleri seviyede edebiyat, mûsıkî ve hat bilirdi.

1918’de ağabeyi Sultan Reşad’ın vefat ettiği gün padişah oldu. İstanbul, 16 Mart 1920’de İtilâf Devletleri tarafından işgal edildi ve TBMM hükûmeti 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırıldığını bir kanun ile ilân edince Sultan Vahideddin gurbete gitmek zorunda kaldı. 17 Kasım 1922’de önce Cidde’ye gitti. Sıcaktan dolayı sıhhat şartları elvermediği için San Remo’ya gitti.

Mehmed Vahideddîn Han, 16 Mayıs 1926’da İtalya’da vefat etti. Borçlardan dolayı hacze mâruz kalan cenazesi bir şekilde Şam’a getirildi. Kabri, Sultan Selim Camii kabristanındadır.

***

Vahideddîn Han; gurbete gitmeye mecbur kalınca, şahsına ve ecdâdına ait olan nice kıymetli mücevherleri hazineye bağışlayarak ayrıldı. Hâlbuki kalabalık bir maiyyet ile meçhule doğru gidiyordu ve yanına aldığı miktar, hakikaten sadece 1-2 yıl kifâyet edebilmişti. Ancak o; ayrılırken, yükte hafif pahada çok ağır olan muhteşem mücevherâta el sürmedi. Yanında sadece minyatürleri iki milyon eden muhteşem bir eser vardı, makbuzunu getirterek onu da yine hazineye iade etmişti. O zaman yakınları;

“−Padişahım! Hazîne-i Hümâyûn’umuzdaki bütün eşya ecdâdınıza ve hânedanınıza; hükümdarlar tarafından hediye edilen eşyadır, bunlar sizin malınızdır. Bâhusus iade buyurmak istediğiniz kitabın iki belki de üç milyona alıcısı hazırdır. Hiç olmazsa bunu bir ihtiyat olarak nezd-i şâhânenizde alıkoymak doğru değil midir?” deyince;

Sultan Vahideddîn Han şu cevabı verdi:

“−Haklısınız, bunlar hesabını kimseye vermekle mükellef olmadığımız, şahsî malımızdır. Fakat ecdâdım bu milletin hükümdarları olmasa idiler, onlara bu hediyeleri kim verirdi? Binâenaleyh bu kıymet biçilmez eşya ve evânîde, benim kadar milletin de hakkı vardır. Ben bu ihâneti kabul edemem!”

Şehzadeliğinde kendisini İstanbul’da ağırladığı İtalyan kralı kendisine cömertlikle mukabelede bulunmak istiyor, ikametgâh ve tahsisat teklif ediyordu. Ancak müstağnî Padişah;

“Memleketimdeki vukuât ve hâdisât; her ne kadar beni muvakkaten veya ebediyyen, taç ve tahtımdan ayırdıysa da, üzerimde «Halîfelik» sıfatı mevcuttur. Ben bütün müslümanların reis-i rûhânîsiyim, Peygamber postunda oturuyorum. Bu sıfat, kendi dînimden olmayan bir zâtın teklifini kabulden beni men eder.” diyerek bu teklifleri geri çevirdi. Hilâfet makamını istismâr etmek isteyen ve maddî refah va‘deden başka teklifleri de elinin tersiyle itti. Hâlbuki son derece muhtaç durumda idi.

Nihayet yedi asır İslâm’a en büyük hizmetlerde bulunmuş bu hânedanın son padişahı vefat ettiğinde, maalesef bakkal-manav borcu yüzünden San Remo esnafı tarafından tabutuna haciz kondu. Tabut arka kapıdan kaçırılarak vapura bindirildi ve Şam’da Sultan Selim Camii’ne defnedildi. Borçlar bilâhare akrabaları tarafından ödendi.

Vatanperver, milliyetperver, Allah korkusuyla yaşayan, müstağnî ve dürüst bir padişahın hâline nümûne bir misal…

ÂŞIK BİR MEVLEVÎ

Sertarîk Mesnevîhan Şefik CAN Hoca, 1909’da Erzurum’da doğdu. Müftü olan babasından Arapça ve Farsça öğrendi. 1929’da Kuleli Askerî Lisesini, 1931’de Harp Okulunu bitirdi. Daha sonra İstanbul Üniversitesinde fark imtihanlarını vererek öğretmenlik diploması aldı. 1965 yılındaki emekliliğine kadar edebiyat öğretmenliği yaptı. Uzun yıllar Tâhirü’l-Mevlevî’nin yakınında bulunarak klâsik Mesnevî kültürü icâzeti aldı. Bu ilmini her fırsatta çeşitli mekânlarda Mesnevî dersleri vererek cömertçe infak etti. Şefik CAN Hocanın en meşhur eseri, on dokuz yılda hazırladığı altı ciltlik Mesnevî tercümesidir.

Şefik CAN Hoca, 5 Mart 2005 tarihinde vefat eyledi. Kabri, Konya/Üçler Mezarlığı’ndadır.

***

M. Sami KİRAZOĞLU anlatır:

Tahtakale’de rahmetli Mustafa ALEMDAR Amcamız vardı. Bir gün Şefik CAN Amcamıza;

“−Burada büyük bir Allah dostu var, gel seni onu ziyarete götüreyim.” diyor. Şefik Amcamızın Sâmi Efendimiz’le ilgili pek fazla bilgisi yok. Sâmi Efendimiz’e de Şefik Beyle ilgili bilgi verilmiyor. Şefik Bey içeri girdiği an Sâmi Efendimiz mübârek yüzünü kaldırıyor ve Mesnevî’den bir dörtlük okuyor. Hâlbuki kimse Sâmi Efendimiz’e gelen kişinin Mevlevî olduğunu söylememiştir. Onunla ilgili en ufak bir bilgisi yoktur. Sadece bir ziyaretçi olarak bilir. Şefik Bey bu dörtlüğü duyunca düşüp bayılır. Mustafa ALEMDAR Amca ve etrafındakiler hemen yardım ederler, Sâmi Efendimiz de mübârek eliyle mesh ettikten sonra Şefik Bey kendine gelir. Sonraları Şefik Amcamız Sâmi Efendimiz’in âşık bir ihvânı olur. Zaman zaman bir araya gelirler, hasret giderirlerdi.

İhvan olması ise şöyledir;

Bir gün Sami Efendimiz Şefik CAN’a;

“−Herhangi bir tarîkata müntesip misin?” diye sorar. Şefik Bey; Mevlevîlikle ilişkisi olduğunu, oradan bazı evradları okuduğunu söyler. Sâmi Efendimiz onun şahsına, hususî bir Nakşî evrâdı verir. Şefik Bey sonraları;

“Hayatımda birçok güzel ilim ve irfan ehliyle tanıştım ama hiç birisinden Sâmi Efendi’den istifade ettiğim kadar istifade etmedim.” der.

HİÇ YUMURTLAMADIM!

Hicivleriyle mâruf şair Neyzen Tevfik KOLAYLI, 24 Mart 1879’da Bodrum’da doğdu. Asıl adı Mehmed Tevfik’tir. Rüşdiyeyi Bodrum’da okudu. Babasının tayini üzerine ailecek İzmir/Urla’ya taşındılar. Urla’da bir neyzenden ilk ney derslerini aldı. İzmir İdâdîsi’ne girdiyse de hastalığından ötürü bitiremeden ayrıldı. Daha sonra İzmir Mevlevîhânesi’ne giderek Şeyh’in kardeşi Cemal Beyden ney öğrenmeye devam etti. Türkçe, Arapça ve Farsça eğitimi aldı. Ardından İstanbul’da Galata ve Kasımpaşa Mevlevîhânelerine devam etti. 1902’de Bektâşî tarîkatından nasip alarak Bektâşî dervişi oldu. Şiire olan alâkasında Mehmed Âkif’in tesiri büyüktür. Usta neyzen ve şair Neyzen Tevfik, 28 Ocak 1953’te İstanbul’da vefat etti. Kabri, Kartal Mezarlığı’ndadır.

***

Tanıdıklarından biri, yazdığı romanın müsveddelerini Neyzen Tevfik’e göstererek fikrini sorar. Neyzen Tevfik beğenmediğini ifade edince, adam;

“−İyi ama. Siz hiç roman yazmadınız ki!” der.

Neyzen Tevfik şu cevabı verir:

“−Ben yumurtanın tazesini, bayatını iyi anlarım. Ama bu güne kadar hiç yumurtlamadım.”