SON NEFES ve AŞK

YAZAR : M.Ali EŞMELİ

Ezelde;

Hiçbir varlık yoktu. Sadece Allah vardı.

O’nu bir tek O biliyordu.

Herkes bilsin istedi;

Önce aşkı yarattı. Sonra âşıkları.

Âyet ve hadislerin ışığında bir îzah ve hikmet kabîlinden bir açıklama olarak diyebiliriz ki:

“Gizli bir hazineydi. Kendisinin bilinmesini, yani sonsuz mârifetinin müşâhede ve idrâk edilmesini arzu etti. Çünkü o hem «el-Bâtın»dı, hem de «ez-Zâhir». Bu sebeple bâtın olan hazine, aynı zamanda zâhir bir define olsun istedi. Böylece kendindeki ezelî ve ebedî bir muhabbet ile bütün âlemleri yarattı.”

Murad etti:

Sadece; «كُنْ / Ol!» dedi, her şey oluverdi.

Zaten;

Yaratma sıfatı olup da hiçbir şey yaratmaması olmazdı. Yoktan var eden kudretinin tecellî etmemesi olmazdı. «er-Rezzak» sıfatının zuhur etmemesi olmazdı. Yaşatan, öldüren ve dirilten yegâne gücün hiçbir fiilinin olmaması ve bilinmemesi de olmazdı. Hem de yegâne Mâbud olduğu hâlde, kullarının hiç olmaması da elbette olmazdı.

Âyet-i kerîme, çok açık:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56)

İmam Begavî der ki:

“Mücâhid; «Bana kulluk etsinler diye» kısmını; «Ben’i tanısınlar, mârifet etsinler diye» ifadesiyle tefsir etmiştir. Bu en güzel tefsirdir. Çünkü Allah onları yaratmasaydı, Rabbimiz’in varlığı ve birliği bilinmezdi.” (Begavî, Meâlimü’t-Tenzîl, ez-Zâriyât, 56)

Allâme Ebussuûd Efendi, İmam Begavî’nin görüşünü aktardıktan sonra şöyle der:

“Mârifetin ibâdet şeklinde ifade edilmesi, sebebin isminin, sebep olunan şeye verilmesi (şeklindeki belâgat inceliği) usûlüyledir. (Âyette mârifet yerine ibâdet denmesinde) şu hususta bir tembih de vardır:

Rabbimiz’in itibar ettiği mârifet, ibâdetle hâsıl olacak marifettir; felsefecilerin bilgisi gibi, ibâdet dışı bir yolla hâsıl edilmeye çalışılan mârifet değil!..” (Ebussuûd Efendi, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm, ez-Zâriyât, 56)

Hepsinin özü de aşktır.

Aşk olmasa ne bilgi / mârifet olur ne doğru düzgün bir inanç ne de ibâdet!

Yani;

Gerçek mârifete, hakikî bilgiye ulaştıran yegâne vasıta, sadece aşktır. Makbul bir ibâdetin özü de, aşk ile dolu bir «mârifetullah»tır.

Gerisi boş lâkırdıdır, lâf ü güzaftır.

Fuzûlî ne güzel söyler:

Aşk imiş her ne vâr âlemde,
İlim bir kîl ü kāl imiş ancak!

İçinde aşk yoksa, ilim de hayaldir, ibâdet de.

Çünkü;

Gerek mârifet / bilgi için gerekse inanç ve ibâdet için mutlak şart olan samimiyet, ihlâs, içtenlik ve takvâ da ancak aşk ile mümkündür. Aşkı olmayanın samimî olması, zerre kadar mümkün değildir. Aşkı olmayanın ne îmânında ne ahlâkında ne kulluğunda ne sözünde ne de özünde sebat olur. Aşkı olmayan; en ufak rüzgârda devrilir, kırılır, vazgeçer! Aşkı olmayan gafiller, bu yüzden üç nefeslik dünya karşısında sonsuz bir cennetten vazgeçiyor. Şeytan gibi bir düşmanı dost zannedip Rabbinden vazgeçiyor.

Gerçek âşıklar ise, vuslat yolcuğunda ne kadar tehlikeler yaşasalar bile vazgeçmeden En Yüce Dost’a koşuyorlar. Sonsuza dek sadece O’na koşuyorlar.

Onlar için;

Son nefes, bir ölüm değil, ebediyete atılan bir adım oluyor. İçlerindeki aşk; son nefesin ecel adındaki geçidini, ezeldeki hakikat ile ebedî bir dirilişe döndürüyor.

Aşk, mârifet ve ibâdet dolu bir hayat yaşayan gönlün, son nefeste nelere mazhar olduğunu bizzat âyette Cenâb-ı Hak beyan ediyor. Şehîd olarak dünyaya yumduğu gözlerini sonsuzluğa açarak neler neler seyreden Habîb-i Neccâr’a:

ق۪يلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَۜ قَالَ يَا لَيْتَ قَوْم۪ي يَعْلَمُونَۙ ﴿٢٦﴾
بِمَا غَفَرَ ل۪ي رَبّ۪ي وَجَعَلَن۪ي مِنَ الْمُكْرَم۪ينَ ﴿٢٧﴾

“Denildi ki:

‒Gir cennete!

O da (nâil olduğu cennete hayran hayran) dedi ki:

–Keşke kavmim bilseydi! İşte Rabbim beni bağışladı ve beni (cennet gibi bir) ikrâma mazhar olanlardan eyledi!” (Yâsîn, 26-27)

Bütün mesele bu!

Bildiklerimizin, yaptıklarımızın, heves ve hedeflerimizin bizi nereye götürdüğü!

Bütün ömür bunun için.

Gerçek bir aşk olmadan, gönülde yüce bir sevdâ olmadan, ömür boyu yürekte bu dâvâ olmadan ve her nefesi son nefes gibi Hakk’a fedâ etmeden mümkün değil.

Muhammed İkbal bu gerçeği ne güzel tasvir eder:

“Bir geceydi.

Kütüphanemde idim. Bir güve ile bir pervâne, yani ışık ve ateş etrafında dönen bir kelebek gördüm. Aralarında konuşuyorlardı. Güve, pervâneye dedi ki:

‒Ey pervâne! Gece-gündüz İbn-i Sînâ’nın kitaplarıyla yatıp kalktım. Fârâbî’nin eserleriyle iç içe yaşadım. Fakat şu hayatın hikmetini ve hakikatini bir türlü çözemedim. Bir türlü günlerimi aydınlatacak bir ışık bulamadım. Daima iki kapak arasında bir köşeye sıkıştım. Hele daracık satırlar, beni âdeta bir pençe gibi boğazladı durdu. Beni esir ederek ezip duran şu sıkışık raflar, benim çaremdir zannettim ya, neredeyse zindandan farksız! Sen ise, benim tam zıddımsın; ne kadar huzurlu ve mutlusun!

Pervâne güldü, kanatlarındaki yanıkları gösterdi:

‒Dikkatli bak!

Güve şaşkın şaşkın bakarken pervâne açıkladı:

‒Ben bu huzur ve mutluluk için aşk ateşinde döne döne kanatlarımı yaktım.

Bir müddet sustu. Sonra şu gerçeği söyledi:

‒Unutma ki, hayatın bütün canlılığı aşk ile çırpınıştır. Ebedî bir aşkın alevlerinde bu fânî kanatları yakabilmektir. Tâ ki cennete uçabilesin! Unutma ki, yegâne huzur ancak budur, sonsuz mutluluk da işte bu!”

İşte;

«Mârifetullâh»a dair muhabbet nasîbini alanların hâli! Onların gönüllerinde hiç sönmeyen bir muhabbet yangını vardır. Bu sebeple kulluğun en yüklü vazifelerinde de bin bir çilelerinde de hiçbir zaman sıkıntı ve bıkkınlığa düşmezler; aksine gittikçe daha bir coşku ve iştiyak içinde olurlar. Onları velîlik makamına yükselten kanatlar, o muhabbet yangınında tutuşmuş olan kanatlardır.

O muhabbet yangını, vuslat arzusuyla gönülleri ney gibi inleten bir yangındır. Bu sebeple Hazret-i Mevlânâ der ki:

Neyde ses, kordur, hevâ zannetme sen,
Hiç bu kordan tatmayan, giysin kefen!

(Nazmen terc: Seyrî)

Kalbinde kor olanlar, içinde elektriği olan cihazlar gibidir, canlı ve verimlidirler. Fakat elektriği olmayan bir cihaz fayda bakımından nasıl bir takozdan farksız ise, aşkı olmayan gönüller de öyledir.

Malûm;

Dünyanın bağrı aşk ile yandığı içindir ki, üzerinde buz gibi billûr sular fışkırıyor, yemyeşil bağlar, bahçeler oluşuyor, nice bereketler ve rızıklar meydana geliyor.

Yani;

İllâ gönüller ilâhî muhabbetle yangın olacak.

Gönülde o yangın varsa, ondan ne güzellikler ve bereketler zuhur eder. O yangın ki, insanı sonunda sonsuz rahmete lâyık eyler! Bunun için nice zahmetler bile bu dünyada yanık gönüllere asla tesir etmez.

Bazı Allah meczupları vardır, kışın dahî gömlekle dolaşırlar. Buz gibi denizlere girerler de üşümezler. Hikmet zuhur etsin diye soran âriflere, kalplerini göstererek derler ki:

‒Şuramda bir fırın var!

İşte muhabbetin bir başka tecellîsi!

Lâkin;

Aşk bahsinde şunu bilhassa ifade etmelidir:

Allah katında gerçek muhabbetin yegâne aynası, hiç şüphesiz ki, Hazret-i Peygamber j Efendimiz’dir. Muhabbetin hâsılı O’dur çünkü.

Bezmiâlem Vâlide Sultân’ın dediği gibi:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?!.

Ârifler idrâk etmişlerdir ki;

Cenâb-ı Hakk’ın, biz kullarına muhabbeti tevzii, Muhammed Mustafâ j vesilesiyledir.

O’nu sevmeyen Allâh’ı sevemez. Çünkü Allah, kendi sevgisini O’nu sevmek ve O’na itaat etmek şartına bağlamıştır.

Bu bakımdan;

O’na gerçekten inanmış mü’minler, aşk kafileleri hâlinde bir ömür daima O’nun muhabbeti etrafında pervâne olurlar. O’nun emsalsiz örnek olan o müstesnâ yaşayışı etrafında pervâne olurlar. En yüce ahlâkı etrafında pervâne olurlar. Lâfz-ı Kur’ân’ın yegâne hayat şekli olan sünnet-i Peygamber’in etrafında pervâne olurlar. O’nun muhteşem edebi, irfânı, takvâsı ve fazîletleri etrafında pervâne olurlar. O’nun emir ve yasakları etrafında pervâne olurlar. O’nun yüce emânetleri etrafında pervâne olurlar. O’nun ölümsüz nasihat ve hâtıraları etrafında pervâne olurlar. O’nun rahmet ve merhameti etrafında pervâne olurlar.

Hâsılı O’nun sonsuz şefkat ve şefaati etrafında pervâne olurlar.

Hâsılı, bütün gören gözler, ancak;

Allâh’ın övdüğü o «Sirâc-ı Münîr / Nûruyla Nurlandıran Kandil» etrafında pervâne olurlar.

Çünkü âlemler O’na pervâne. Çünkü O, Rahmeten li’l-âlemîn.

Süleyman Çelebi meşhur mevlidinde ne güzel ifade eder:

Bir acep nûr kim güneş, pervânesi!..

Yani;

O’nun âlemlere rahmet olduğunu bilen bir varlık olarak güneş, O’nun aşkıyla bir muhabbet yangını hâlindedir ve O’na pervânedir. Tâ ki, rahmetten müstefîd ola.

Bütün Peygamber âşıkları aynı yangının içindedirler ve bu aşk ateşini hiç söndürmek istemezler. Fuzûlî «Su Kasîdesi»nde der ki:

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlāre su;
Kim bu denlû dutuşan odlāre kılmaz çâre su…

Yani şair;

Kalbindeki aşk yangını dolayısıyla gözlerinden dökülen yaşlara bakar, onları derin derin seyreder. Sonra da bu damlaların gönüldeki ateşin üzerine dökülmesini istemez. Gözüne seslenir:

“Ey göz! Bu yaşları, Hazret-i Peygamber muhabbetiyle yangın, gönlümdeki ateşlerin üzerine dökme sakın! Çünkü böylesi gönül ateşlerine sular çare olamaz. Bilesin ki, bu hicran ve hasrette bağrımı kül eden aşk yangınının tek çaresi, Hazret-i Peygamber’e vuslattır ancak!”

İşte bu vuslat iştiyakıdır ki, hiçbir fânî sevgiye ve sevgiliye aldanmamış, sadece O’nu arzu etmiştir. Mü’min gönlünde hiçbir şeyin O’nun yerini tutmayacağını, artık O’ndan başka bir Peygamber de gelmeyeceğini, yegâne Rasûl’ün O olduğunu ifade sadedinde de şöyle demiştir:

Suya versin bâğban gülzârı zahmet çekmesün,
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gülzâre su!..

Yine şair;

Bağları bahçeleri seyretmiş, bahçıvanların çırpınışlarına bakmış, yani toplumdaki onlara yön veren kimselerin alternatifler üretme yolundaki boş gayretlerine de bakıp onları da îkaz için demiş ki:

“Bahçıvan, boşuna zahmet çekip durmasın! Gül bahçesini suya versin gitsin! Çünkü binlerce gül bahçesi sulasa, yine de yâ Rasûlâllah! Hiçbir bahçede, hiçbir gülün, Sen’in yüzün gibi emsalsiz açılması mümkün değildir.”

Bu cümlede, hem Hazret-i Peygamber’in müstesnâlığı ifade edilirken hem de şu hakikatin altı çizilmiş oluyor:

‒Boşuna sahte peygamberler çıkıp durmasın! Nübüvvetin hâtemi ancak O’dur!

‒Bilgiç cahiller de boşuna uğraşmasınlar! Kimse, O olamaz. Kimse, O’ndan öne geçemez, ne fikirleriyle ne de yorumlarıyla. O’ndan öne geçmeye kalkışan, helâk olur.

Samimî ümmete, en güzel düstur:

O’na koşmak. O’na sarılmak. O’nu candan ileri sevmek. Gönül gönül sular misali O’na akmak, fakat hiçbir yere sapmadan sadece O’na, sadece O’nun eşiğine koşmak. İşte buna örnek olsun diye:

Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdir muttasıl.
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su.

Dünyada her yerden sular fışkırıyor, çünkü hepsi de aşk ile hıçkırıyor ve akışı, muhabbet ikliminde sadece bir yöne. Sadece O’na:

“Yâ Rasûlâllah! Sen’in ayaklarının bastığı mübârek toprağa, o mukaddes eşiğe ulaşmak için ömürler boyunca sular, aşk içinde başını taştan taşa vura vura hiç durmadan akıyor; çünkü Sen’in aşkınla âvâre, Sen’in aşkınla mecnun, Sen’in aşkınla meclûb…”

Aşkın tecellîsi bu.

Her muhabbet tecellîsinde daima bir gönül yangını var. Suyun yapısı da aslında bir yangın harmanı, çünkü H2O, iki hidrojen bir oksijen. Biri yakıcı, biri yanıcı.

Onun için Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri, her varlığın özünde mevcut olan bu muhabbet yangınını temâşâ eder ve şöyle der:

Tecellâ-yı cemâlinden Habîbim nevbahâr âteş,
Gül âteş, bülbül âteş, sümbül âteş, hâk ü hâr âteş.

O ârif gönül, bütün bir cihanı hikmetle seyrediyor.

Şunu temâşâ ediyor:

Devran içinde âlemlere rahmet olan öyle bir Sevgili Peygamber var ki, her şey O’nu sevmekte. Bunu gördüğü için o Allah dostunun gönlünde Hazret-i Rasûlullâh’a olan aşkı daha ziyade hâle geliyor ve büyük bir coşkuyla O Fahr-i Kâinât’a hitap ediyor:

“Ey Habîbim!

Sen’in mübârek cemâlindeki tecellîlerin güzelliği ve emsalsizliği karşısında sevdalanan ilkbahar, âdeta ateş. Zîrâ gül de ateş. Bülbül de ateş. Sümbül de ateş. Diken de ateş, toprak da.”

Diyor ki bir bakıma:

‒Yâ Rasûlâllah, hepsi de Sana karşı bir muhabbet yangını içinde. O kadar âşıklar Sana.

‒Onlar ki bu denli aşkınla tutuştu, ya ümmetin olarak benim kalbim Sen’in aşkınla nasıl tutuşmasın ey Allâh’ın Sevgilisi!

Bu yanışın bir başka misâli olan Yaman Dede ise, ancak O’nunla ferahlamanın mümkün olduğu idrâki içinde O’na yalvarır:

Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam,
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlarda nem duymam,
Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam;
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!..

Rabbim, bütün ümmet-i Muhammed’i O’nunla ferahlandırsın!

Yoksa;

O’nsuz bir dünyada, insanlık perişan olmaktan kurtulamaz.

O’nsuz gönüller, işte memleketleri nasıl kana buluyorlar. O’nun muhabbetini tatmamış yürekler, nasıl da gaddarlık ve zulümde sınır tanımadan her yeri harap ediyorlar. İşte Suriye, Irak, Afganistan, Kudüs, Myanmar, daha nice yerler ve bilhassa mazlum Kudüs, mîrâcın beşiği olan Kudüs! Hepsi de; O’nu tanımayan, O’na inanmayan, O’ndan uzak kalmış vicdanların acımasızlıkları ve vahşetleri karşısında nasıl içler acısı bir hâlde. Rabbim; tez zamanda Efendimiz’in dünyayı huzurla dolduran hidâyet ve adâletini o beldelere de, bütün cihana da ihsan eylesin! Âmîn…

Unutmamalı ki;

Bir millet O’nun aşkıyla diri kalır. O’nun aşkı söndüğü zaman îmanlar da biter.

Bu itibarla;

Şanlı ecdâdımız, Hazret-i Peygamber muhabbetinde zirve idi. O’na her şeyden daha üstün ve müstesnâ bir aşk ile âşık idi. Bunun mükâfâtı olarak Cenâb-ı Hak, asırlarca ecdâdımızı dünyaya hâkim eyledi. Nice beldelerin fütuhâtını verdi.

Bu sayede dünya, huzur nedir gördü; adâlet nedir gördü; insanlık nedir gördü. Gerçek merhamet ve muhabbet nedir, açıkça gördü.

Gerçek merhamet ve muhabbet.

Bugünkü dünyanın en birinci ihtiyacı. Bunlar olmadan, bütün çareler, nafile. İllâ lâzım olan, O’nun, O Sevgililer Sevgilisi Muhammed -aleyhisselâm-’ın muhabbeti.

Çünkü sadece O’nun muhabbet yangını dünyayı cennete döndürecektir.

Dolayısıyla;

Bu dünyaya gelip de son nefes derdi olan herkes, ancak O’nun aşkına sarılsın! Çünkü bu fânî ömrün ebedî dirilişe dönüşmesi de, ancak O’nun aşkıyla gerçekleşecektir.

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmîn…