SÖZ, UYANDIRMALI!

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Gedikpaşa’da esnaf iken, bazı cuma namazına merhum Muzaffer ÖZAK Hocaefendinin vaaz ettiği; Kapalıçarşı’nın yanında Bit Pazarı’ndaki dükkânların üstünde bulunan camiye giderdim. Canlı, cevval sohbetler yapardı. Vaazını canlı tutmak için bir taktiği vardı. Cemaatin içinde sanki hususî bir noktaya bakıyormuş gibi gürlerdi:

“Sana söylüyorum sana! Dediklerime kulak ver!..”

Herkes bunu duyunca kendisine söylenmiş gibi telâkkî eder, toparlanırdı. Dikkatler keskinleşirdi. Hiç uyuklayan olmazdı.

Âyet ve hadislerde, büyüklerin sohbetlerinde;

“Oku! Namaz kıl! İnfâk et! İhsanda bulun! Öfkelenme!..” gibi tek bir kişiye emrediyormuş gibi gelen ifadeler de gönlümüzde böyle bir hissiyat oluşturmalı!..

«Bu emir bana!» demeliyiz. «Bizzat bana!..»

İdrâkimizin kapısını açmalı o telkinler;

«Bana söylenmiyor ki!» dememeliyiz.

Necip Fazıl öyle diyor:

“«Kim var?» diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert; «Ben varım!» cevabını verebilecek bir gençlik!”

Sağa-sola bakma, sana söyleniyor!..

Bütün emirler, tavsiyeler bizzat sana ifade ediliyor.

Bundan bir ders de, canlılığı oluşturmak. Muzaffer Hoca;

“Dostlar alışverişte görsün!” diye vaaz etmiyor. İşe yarasın, gönüllere işlesin, canlı olsun, tesir uyandırsın, istiyor. Bazen de;

“Bu söylenenler; duyana, görene! «Köre ne?»” derdi. Dinleyenlerin dikkatini çeker, pür dikkat dinlemelerini sağlardı. Maksadı şuydu: Dinlediklerini öğrensinler, uygulasınlar, Allah’tan korksunlar. Âhireti, hesap gününü, cehennemin ateşini, mahşerin dehşetini unutmasınlar diye, îkaz etmekti. Bu da onun vazifesiydi.

Bu vesileyle hocaefendinin sohbetlerinden hatırımda kalan ibretli bir kıssayı nakledeyim:

Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u fethettikten sonra Rumların ileri gelen papazları gelir;

“İstanbul’u almak kolay değildi, sizin nasıl bir ordunuz var, nasıl bir eğitim almışlar?.. Merak ettik doğrusu!..” diyerek övgüde bulunurlar ve meraklarını arz ederler.

Bunları dinleyen ileri gelen paşalar;

“Askerimizin seviyesini görmek isterseniz, akşama süslenmiş iki tane Rum dilberi getirin, size gösterelim.” derler.

Konuştukları gibi iki tane süslü kadın getirirler;

“Bunları akşam karanlığında Fatih’in askerlerinin kaldığı çadırların arasına bırakın. Yarın sabah alın, buraya getirin, sizler de burada olun.”

Dedikleri gibi yapılır. Sabah kadınlar aynı meclise gelir, birine sorarlar:

“–Akşamı nasıl geçirdin?”

Kadın konuşmaya başlar:

“–Çadırların arasında gezerken, sıradan bir çadırın girişinden içeri daldım. İçeride sakallı, biraz yaşlıca biri vardı. Kumandan mıydı neydi bilmem;

«–Bana sen burada ne geziyorsun?» dedi, beni çadırın dibine oturttu. Başındaki sarığı çıkardı açtı, benimle kendi arasına perde yaptı. Kapıda sabaha kadar; «Allah Allah!» dedi, oturdu uyumadı, başıma bir şey gelmesin diye beni de çadırdan çıkarmadı. Sabah olduğunda beni bıraktı, ben de buraya geldim.”

İkincisine sorarlar:

O da anlatır:

“–Ben de çadırlardan birine girdim, orada üç tane genç asker vardı;

«Burada ne geziyorsun?» dediler, beni çadırın dibine ittiler, kendileri çadırın çıkışına oturdular. Biri gitti, yakacak bir şeyler buldu, ateş yaktılar. Üçü de ellerini ateşe uzattı, yanmadan çektiler. Ateş azalınca yakacak takviye ettiler. Ellerini ateşe uzattılar çektiler. Sabaha kadar bu durum böyle devam etti. Sabah da beni bıraktılar.”

Paşalar, papazlara dönüp;

“–Gördünüz mü?” derler;

“O gençler, sabaha kadar cehennem azabını kendilerine hatırlatması için ellerini ateşe soktular. «Bu kadarcık ateşe dayanamıyorsan, cehenneme nasıl dayacanaksın?» diye kendilerine ders verdiler.

Aynı zamanda kendilerine emânet bildikleri için bu ecnebî kadınları kovup başlarından da savmadılar, sabaha kadar muhafaza etmek için gözlerini kırpmadılar.

İşte bu ordu ve bu askerle İstanbul’u fethettik!..”

Ben duyduğum gibi yazdım, hisse aldığın kadar al!..

Vaaz ve sohbeti canlı bir şekilde dinlemek kolay değildir. Günün telâşı, meşakkati ve problemleri karşısında beyin ve vücut yorulur. Kışın sıcak, yazın serin bir yere oturduğunda vücut dinlenir; gaflet basar, insan uyuklamaya başlar. O anda yapılan sohbeti, vaazı veyahut dersi dinlemez. Çıkışta;

“Bugün hoca, hatip veya öğretmen ne anlattı?” deseniz;

“Çok güzel şeyler söyledi.” der. Fakat bir cümlesi bile aklında değildir. İstifade edememiştir. Onun için, konuşan hatibin; uyuklayanların uykusunu kaçıracak, onları canlı tutacak, heyecan verecek bir taktik kullanması lâzım. Bir espri olur, îkaz olur; ne olursa bir şeyler yapması lâzım.

Soğukta beklemek zorunda olan veya yaya yolculuklarda üşüyen insanın uykusu gelir, hemen uyuyayım derse bu durum donma alâmetidir. Uyursa donacaktır. Yanındaki kişi; onu uyutmamak için uğraşır. Hattâ baktı olmuyor, onu sinirlendirecek şeyler söyler, hakaret eder, hattâ en yakını, annesi-babası bile olsa ona bir tokat atar. Maksadı onun uykusunu kaçırıp, uyutmamak. Bu hareketler onun iyiliği içindir. Bunu eskiden öğretirlerdi. Benzerliği olduğu için yazdım.

Gafletin içinde mahrum kalmayalım diye, o değerli vaizler, o kıymetli hatipler de bizlere yeri geldiğinde ağır ikazlarda bulunabilirler. Dinleyenler bunlardan rahatsız olmamalı. Kendi iyiliği için olduğunu idrak etmeli.

Rahmetli Âdil ÖZBERK Hocaefendi de benzeri davranışlarla sohbetini tatlandırır, cemaati hoşnut ederdi. Konuşma yaptığı caminin içerisi, dışarısı yollara kadar dolardı.

Bir Ramazan akşamı Boyacı Camii’nde teravih namazı öncesi vaaz ederken, oruç tutmayanlara hitâben kükrer, celâllenir ve haykırır:

“–Herkesin gözü önünde oruç yiyen keçiler, hayvanlar! Sizde hiç utanma yok mu? Allah’tan korkunuz yok mu? Nasıl yaparsınız bu hatayı?”

Bazıları hocanın yakınlarına gelir, hocaya söyleyin;

“–Çok sert konuşuyor, hakaret ediyor, biraz yumuşatsa iyi olur.” derler.

Onlar da hocaefendiye söylerler;

“–Şikâyet var, biraz yumuşatsanız iyi olur!” diyorlar. Hoca;

“–Olur!” der. O akşam yine konuşmasında mevzuyu Ramazân-ı şerîfe hürmetsizlik edenlere getirir:

“–Bazıları dünkü hitâbetimi sert bulmuşlar; «Biraz yumuşatsa…» demişler. Ben; «Olur!» dedim de nasıl yumuşatırım? Mevlâ’m âhirette hayvanlara; «Toprak olun!» diyecek. Hayvanlar, toprak olacaklar. İnkârcılar ise; «Keşke biz de hayvan olsaydık toprak olurduk.» diyecekler.” (en-Nebe’, 40)

Hoca yine kükrer:

“Bunları ben mi söylüyorum? Hayvan olmak isteyecek, ellerine geçmeyecek; yani hayvandan da kötüler. «Yumuşak ol!» diyorlar. Nasıl yumuşak olayım? Sizlere garezim mi var, ne alıp veremediğim var? Hoca; sizleri ateşten korumaya çalışıyor; «Âhiret günü var, cehennem var, azap var.» diyor. Açın kulaklarınızı açın, kafanıza yerleştirin, sonra pişmanlık fayda vermez;

«Bize yumuşak söylediniz, biz de hafife aldık.» diye âhirette benden şikâyetçi olmayın. Hocanın derdi bu, vazifesi bu…”

Allah, hocaefendiye ganî ganî rahmet eylesin. Cemaati uyutma şöyle dursun, onların yüreklerini coştururdu.

Yine;

Profesör Sayın Ali AKPINAR Gaziantep İlahiyat Fakültesinde dekan iken, sohbet yapması için davet ederdik. On beş günde bir gelir, handaki 60-70 kişilik salonda o güzel sohbetini yapardı. O kadar güzel dînî sohbetler yapardı ki pür dikkat dinlerdik. Böyle olduğu hâlde kendisi, topuklarını kaldırıp ayak parmaklarının üstüne basarak boyunu uzatır;

“Şöyle bir bakayım uyuyan var mı?” derdi. Arkada oturanların ve herkesin dikkatini çekerdi;

“Yoksa dersi boşuna mı anlatıyoruz?” derdi.

Mevzu ile ilgili kısa bir hâtıra:

Bir gün yatsı namazına Florya Şenlikköy Camii’ne gitmiştim, orada Gaziantep’ten gelme bir arkadaşım da vardı. «Hoş gelmişsin…» filân derken, cemaatten başka bir arkadaşım;

“–Şurada bir evde Müftü Efendi tefsir dersi veriyor. Biz gidiyoruz, müsaitsen gelir misin?” dedi.

Misafir olan arkadaşıma sordum. O da;

“–Müsaitim.” dedi, gittik.

Sohbet başladı, bir müddet sonra misafir arkadaşım için;

“–Şu arkadaşımız herhâlde çok yorgun. Uykusu geliyor, lavaboyu gösterin. Bir abdest alsın hem de uykusu kaçsın.” dedi. Nâzikçe çareyi buldu. Çünkü sohbette karşısındaki uyuklarsa, sohbeti yapan kişinin de huzuru kaçıyor. Sohbetçinin sohbette uyutmamanın nâzikçe yollarını bulması lâzım.

Fakat hutbeyi verecek, dersi anlatacak kişi, eğer hazırlıklı değilse, uyutan bizzat kendisi olur. Bu sebeple eskilerden hikmetli bir kişi şöyle söylemiş:

“Bir konuşma esnasında uyuyan varsa, birisi hatibi dürtsün!”

Uyuyanı değil önce konuşanı uyandırmak lâzım! Eğer o canlı ise, o hazırlıklı ise, o ateşli ise, karşısındaki uyuyamaz!..

Bu canlılık ve bu hazırlık için;

Hutbe okuyanlar, ders okuyanlar; okuyacakları dersi önceden en az bir defa okumalı, anlamadığı kelimeler varsa lügatten istifade ederek öğrenmeli. Okurken net, konuşur gibi okumalı, ses tonunu yerine göre ayarlamalı, bazı önemli cümleleri tekrar etmelidir. Sesi sadece ağzından değil yüreğinden çıkmalı, tane tane anlaşılır şekilde okumalıdır. Uzun olmamalı, dinleyenleri uyutmamalı, kendisi bu anlattığım gibi okuyamıyorsa, iyi okuyan birine okutmalıdır.

Hitâbet sadece lisan işi değildir. Beden dili de mühimdir.

İstanbul merkez vaizlerinden merhum Naim KARAMAN Hocaefendi sohbetlerinde ağız dilinin yanında beden dilini de kullanır sohbetin belli önemli yerlerinde heyecanlanır, kürsüden hop kalkar hop oturur, cemaati de heyecanlandırır, yüreklerini coştururdu. Böylece uyuklayandan eser kalmazdı.

Akılda kalıcı, gönle işleyici me‘vizeler anlatırdı. Sohbetlerinden aklımda kalan birini paylaşayım:

Hocaefendi çiçekleri çok sever onlara ilgi gösterirdi. Bunu bilen arkadaşlarından biri;

“–Hocam! Bende kıymetli bir çiçek var, biz de sık sık dışarı gidiyoruz, çiçek susuz kalıyor, zarar veririm diye korkuyorum. Bunu size hediye etsem, ilgilenir misiniz?” deyince Hocaefendi de;

“–Hayhay!” der.

Arkadaş da çiçeği hocaya hediye eder. Hocaefendi çiçeğe yakın ilgi gösterir. Bir zaman çiçek normal canlılığı içinde devam eder. Fakat sonraları çiçeğin yaprakları sararmaya başlar. Hocaefendi daha yakın ilgi göstermeye başlar, fakat nafile!.. Sorar soruşturur.

Kimisi;

«–Toprağına Aspirin koy.» der.

Kimisi;

«–Yerini değiştir.» der.

Lâkin ne yaptıysa olmaz.

Nihayet birisi;

«–Hocam sizde iştahlı, gümrah başka çiçekler yok mu?» diye sorar. Hoca da;

«–Var!» deyince;

«–Hah işte o çiçeği, onların arasına koy!» der.

Hocaefendi sorar:

«–Ne olacak, ne faydası var ki…»

Adam;

«–Koy Hocam evdeki canlı çiçeklerin arasına koy sen!” der.

Çiçek hakikaten, canlı çiçeklerin arasında bir-iki hafta sonra kendine gelmeye başlar, yaprakların rengi yeşillenir, kendine gelir.

Hocaefendi bu hâtırayı anlatırdı ve;

“Bakın çiçek bile yanındakilerin boyasına boyanıyor, ya insan? İnsan da arkadaşı neyse öyle olur, onun için herkes arkadaşını iyi seçmeli. Takvâ üzere yaşayan, haramdan kaçan, herkesin iyiliğini isteyen ve kötülükten men etmeye çalışan arkadaşların arasına girmek lâzım.” derdi.

Allah makamını âlî etsin…

Sizlere misaller aktardığım sohbetlerin kimisini 50 yıl önce dinledim, kimisini 30 sene, kimisini 5-10 sene evvel… Fakat öyle gönlüme yerleşmiş ki unutmamışım. O nasihatleri yaşamaya gayret ediyor ve ben de insanlara aktarıyorum. İşte sözün tesiri. İşte tesirli vaazın istifadesi…

Mevlâ’m yapılan sohbetlerden istifade edenlerden eylesin.

Âmîn…