DOĞRU HAMLE

YAZAR : Halil KAŞIKÇI

Muntazam, koordineli ve programlı şekilde çalışan bir yapıda işler tıkır tıkır yolunda gider. Bir saat mekanizması gibi. Her çark, her unsur, her eleman vazifesini biliyor ve muntazaman yerine getiriyor, ne güzel!..

Bunu gençlerin daha iyi anlaması için, bir takım oyununa da benzetebiliriz. Herkes mevkiinde, kendisine verilen vazifeyi canla başla yerine getiriyor. Netice: Başarı. Takım önde. Teknik direktör tebrik hâlinde… Alkışlıyor… Teşvik ediyor… Övüyor…

Lâkin insanlar arasındaki münasebetler, bazen bozulur. Takım arkadaşı, insana rakip gibi davranır. Bencillik yapar, pas vermez. Mevkiini terk eder. Vazifesini aksatır, olmadık bir harekette bulunur. Böyle bir durumda ne yapmalıdır?

Herkesin farklı tavırları olabilir.

• Kimisi sabırlı olur, zaman tanıyan bir metot takip eder.

• Kimisi dolambaçlı yollar dener, başkasına söyletir.

• Kimisi doğrudan resmî bir tavırla tedbir alır. Doğrudan muhasebeye yönlendirir.

Belki benim âcizliğimdir fakat ben ise ânında tavır koymaktan yanayımdır.

Doğrudan tavır. Yanlışın yüzüne yanlış olduğunu söylemek.

İhtar ve îkaz…

Birçok insan bundan kaçınıyor.

«Sabredeyim» derken, hata kökleşiyor.

«Vakit tanıyayım» diyor, fakat muhatabı bu vakti de kötüye kullanıyor.

Sonra sabır, bazen verilecek tepkiyi büyütüyor, daha da ağırlaştırıyor. Hemen koyulacak bir tavır 1 kilogram ise, bekleyince 1 ton oluyor. Bu sebeple de artık tedavi edici olmaktan çıkıp tedavisi imkânsız bir müdahale oluyor.

Kimi idareci ise, kötü olmak istemiyor. İnsanı uyarmaktan kaçınayım derken ya bir idareci olarak vazifesini yapamamış, hatalı çalışmaya râzı oluyor yahut da kişiyi ıslah etmek yerine, doğrudan işine son vermek gibi daha acımasız bir yolu seçiyor.

Bu sebeplerle doğrudan tavır, muhatabınız için de bir iyiliktir. Sert gibi görünse de merhametin ta kendisidir.

Tavır illâ söz değildir, anlayabilene hafif bir kaş eğme bile kâfî gelir.

Büyüklerin hayatlarında okuruz. Bazen sadece sükût etmeleri bile kâfî gelmiştir. Muhatapları hemen hatalarını anlamıştır.

Burada dikkat edilmesi gereken noktalar var:

Tavır koyan kişi, nefsini tatmin etmeye yönelmeyecek.

Yalnızca yolun hatırı ve vazifenin gereği için tavır koymuş olacak.

Okuyoruz:

Peygamberimiz; nefsi için hiç öfkelenmezdi, fakat bir hak ihlâl edilince de alnındaki damar kabaracak, yüzü nar gibi al al olacak derecede celâllenirdi. Bu hâlden bir hisse olacak.

Dışarıdan yanlış anlaşılır diye, o kardeşin iyiliği için gerekli olan müdahaleden kaçınmak doğru olmaz. Allah içimizdekini biliyor. Biz aşağıdaki tedbirlere uyarsak, muhataplarımız da er geç bu tavrımızın nefsâniyet için değil, hakkāniyet için olduğunu idrak edeceklerdir.

Göstereceğimiz tavra, benliğimizi ve duygularımızı karıştırmayacağız.

Net, açık, objektif, sağa-sola çekilemez bir tavır olacak. Zaten hatalı olan ve kendini müdafaaya sarılması muhtemel olan kişinin eline;

“Ama sen de bana hakaret ettin!” vb. bir itiraz kozu verilmeyecek.

“Arkadaş bu iş böyle yapılmaz!”

“Bu işin tâlimâtı, böyle değil şöyleydi.”

“Bu böyle olacak!” gibi net ifadeler olacak.

Tavrımız devamlı ve tutarlı olacak.

Meselâ her gün geçtiğiniz yerde tertipsizlik ve dağınıklık olduğu hâlde, hiç ses çıkarmıyor, sadece arada bir kabarıyorsak, muhataplar;

“Âmir bugün ters tarafından kalkmış, geçer gider.” derler. Tesir uyandırmaz.

Kızıp geçiyor, fakat takip etmiyor;

“Kızdıktan sonra ne oldu, ne yapıldı, hata düzeldi mi, tekrarlandı mı?” diye bakmıyorsak o da tesirsizdir.

Hele hele dün kendi istediğimiz şeye, bugün kızmak gibi tutarsız hareketler, muhataplarda hiçbir saygı ve itaat hissi meydana getirmez.

Son bir madde de şu:

Hata görüp tavrımızı koyuyorsak, başarı gördüğümüzde de tebrik etmeliyiz. Dozunda güzel bir tebrik hem şevk verir, hem de;

“Sadece hatayı görüyorlar, gayreti takdir etmiyorlar.” itirazını bertaraf eder.

Huzur içinde tıkır tıkır çalışan programlı organize ile insan dağları devirir. Fakat koordinesi bozulmuş koca bir ordu, bir avuç düzenli orduya mağlûp olur.

Rabbimiz, her zaman doğru tavırlar, doğru sözler, doğru hamleler ve muvaffakiyetler nasip eylesin. Âmîn…