Kucaklayıcı Bir Kavram EHL-İ SÜNNET

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

«Ehl-i sünnet», tarih boyunca orta yolun ve îtidalin temsilcisi olmuş, ifrat ve tefritten uzak kalmıştır. «Ehl-i sünnet» ne Cebriyye gibi insanı rüzgâr önünde savrulan bir yaprak misali iradeden mahrum görmüş, ne de Kaderiyye (Mu‘tezile) gibi fiillerini Allah’tan bağımsız oluşturduğunu ileri sürmüştür. Ne Hâricîler ve Mu‘tezile gibi büyük günah işleyenin dinden çıkacağını söylemiş, ne de Mürcie gibi günah işlemenin îmâna zarar vermeyeceğini iddia etmiştir. Günahın kişiyi dinden çıkarmamakla birlikte fânustan mahrum bir lâmba misali îmânı tehlikeye maruz bırakacağını belirterek, tekfîre gitmeden amelin ehemmiyetini vurgulamış; kezâ insanın seçme hürriyetine sahip bulunduğunu, ancak seçilen fiilin yaratıcısının Allah olduğunu benimseyerek hem insanın sorumluluğunu hem de Allâh’ın yaratıcılığını gözeten bir ara formül bulmuştur. Öte yandan bu çözümün uzağında uçlarda kalan mezheplerin görüşlerini tenkit etmekle birlikte -kat‘î olarak sâbit bir îmânî hakikati inkâr etmedikleri sürece- onların dinden çıkmış kâfirler olduklarını da iddia etmemiştir. Aksine tarih boyunca onları da içine alıp kucaklayabilmenin yollarını aramıştır. Bunu elbette öncelikle deliller ortaya koymak sûretiyle yapmıştır. Ancak zaman zaman başka görüşlerde kabul edilebilecek unsurları dikkate alarak yeni formüller geliştirmek sûretiyle de yapmıştır. Bu; «Ehl-i sünnet»in taassuptan mümkün oldukça uzak olduğunu, müslüman kimliği ve İslâm kardeşliğine çok önem verdiğini, bütün müslümanları kucaklamaya çalıştığını göstermektedir. Bu yazıda «Ehl-i sünnet»in bu özelliğini ortaya koyan, bünyesine başkalarını da katıp dairesini daha da genişletmek için diğer kardeşlerinin görüşlerinde te’ville kabul edilebilecek unsurları dahî dikkate aldığını gösteren iki örnek sunmak istiyorum:

Birinci örnek haberî sıfatların yorumuyla ilgilidir. Haberî sıfatlar; Kur’ân ve Sünnet’te Allah hakkında kullanılan «tahta kurulmak, gelmek, inmek» vb. şeklindeki ifadelerdir. Bunlar âyet ve hadislerde geçmese aklen Allâh’a nispet edilmeyeceği için, haberî (nakille sâbit) sıfatlar olarak isimlendirilir. İlk nesil müslümanlar; Allâh’ı kullarına benzemekten tenzih etmekle birlikte bu ifadeleri te’vil etmekten de uzak durmuşlar, mânâsını Allâh’a havale etmişlerdir. Söz gelimi Allâh’ın tahta kuruluşu ile ilgili olarak şöyle demişlerdir:

“Allah -Kitâb’ında belirttiği gibi- tahtına kurulmuştur, ancak O’nun tahtına kurulması bizim bir koltuğa oturuşumuz gibi değildir. O, mahlûkatına benzemekten münezzehtir. O’nun kuruluşu kendi şânına lâyık bir kurulmadır. Biz onun nasıl olduğunu bilemeyiz. Ancak bir gerçekliği olduğunu da reddetmeyiz. Onun keyfiyetini Allâh’a havale ederiz.”

Bu tür konuları gündeme getirerek zihinleri bulandırmaya çalışan bir kişiye İmam Mâlik’in (ö. 179) verdiği cevap meşhurdur:

“Bunların sözlük mânâsı malûmdur. Allah için söz konusu edildiğinde ne kastedildiği ise bizim için meçhuldür. Onların peşine düşmek bid‘attir. Senin art niyetli bir adam olduğunu zannediyorum. Çıkarın bunu huzûrumdan!”

Diğer mezhep imamlarına nisbet edilen kitap ve görüşler onların da bu inançta olduklarını göstermektedir. İmam Ebû Hanife’ye (ö. 150) nisbet edilen el-Fıkhu’l-Ekber’de ve Eş‘arî mezhebinin imamı Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî’ye (ö. 324) nisbet edilen el-İbâne ‘an Usûli’d-Diyâne’de de konu bu şekilde ele alınır. İmam Ahmed bin Hanbel’in (ö. 242) ve takipçilerinin inancı zaten bu istikamettedir. «Ehl-i sünnet»in öncüsü olan adını andığımız âlimler, çağdaşları olan Cehmiyye ve Mu‘tezile mezhebi mensuplarının söz konusu Kur’ân ifadeleriyle ilgili te’villerini tasvip etmezler, söz gelimi;

“Allâh’ın tahta kurulması, hâkimiyetini ifade eden mecâzî bir anlatımdır.” demeyi doğru bulmazlardı. Bu durum hicrî V. asra kadar büyük ölçüde bu şekilde devam etti. Ancak o asırda ortaya çıkan değişik fitneler sebebiyle ilk nesil müslümanların konuya yaklaşımının yanlış anlaşılacağı endişesi oluşunca İmâmu’l-Haremeyn el-Cüveynî (ö. 478), talebesi Gazâlî (ö. 505) ve onlardan sonra gelen Fahreddin er-Râzî (ö. 606) gibi âlimler söz konusu Kur’ân ifadelerini te’vil etmeye başladılar. Böylece daha önce tasvip edilmeyen Mu‘tezile’nin bu konudaki görüşü; alternatif bir yaklaşım biçimi olarak meşrûlaştırıldı, zamanla öncekinden daha yaygın ve mûteber hâle geldi. Akıl ve naklin çelişmesi durumunda aklın alınıp naklin te’vil edileceği, mütevâtir olmayan hadîsin (haber-i vâhid) îtikatta delil olmayacağı gibi başka esaslar da yine aynı çağlarda Mu‘tezile’den alındı. Böylece Mu‘tezile bu noktalarda sünnîleştirilip «Ehl-i sünnet» dairesi içine alınarak kucaklandı. Aynı çağlarda Mu‘tezile’nin gerilemeye başlaması ve artık kendisini o mezhebe nisbet eden büyük âlimlerin kalmayışı tesadüf değildir. «Ehl-i sünnet», Mu‘tezile’nin kullandığı metotları kendisine adapte etmek sûretiyle hem o metotla büyük günah işleyenin dinden çıkacağı vb. ötekileştirici zararlı üretimlerde bulunulmasının önüne geçmiş hem de o mezhebin etkisindeki insanları kendi bünyesine katıp müslümanları birleştirmek sûretiyle büyük bir vizyon ortaya koymuştur.

İkinci örneğimiz Bâtıniyye’yle ilgilidir. Bahsini ettiğimiz gelişmelerin başladığı V. asırda Mısır’daki Fâtımîler kendi mezhepleri olan İsmâîlî-Bâtınîliği yaymak için çok kesif bir propaganda yapıyorlardı. Selçuklu veziri Nizâmülmülk’ün Bağdat, Dimaşk, Nişâbur, Belh gibi büyük şehirlerde kendi adına nisbetle Nizâmiye diye anılan medreseleri açmasının birinci gayesi, bu propagandanın tesirini kıracak ve onunla mücadele edecek ilim adamlarını yetiştirmekti. Nitekim o sırada Bağdat Nizâmiye’sinin rektörü konumunda bulunan İmam Gazâli, Fedâihu’l-Bâtıniyye (Bâtınîlerin rezillikleri) kitabını yazarak Bâtıniyye’ye karşı entelektüel bir savaş vermekteydi. Ancak bu savaşı sadece onların görüşlerini çürütmek sûretiyle yapmadı. Daha önce Tüsterî (ö. 280) gibi sünnî mutasavvıflarca başlamış olan tasavvufî-işârî yorumları daha da geliştirdi. Şerîatın zâhirini reddetmeyen ve ona zenginlik katan bu yorumlar, bilginin masum imamdan alınması gerektiğini savunan ve şerîatin zâhirini büyük ölçüde arka plâna atan Bâtıniyye’nin etkisini kırarak bu tür yorumları onların tekelinde kalmaktan çıkardı. Aynı devirde sünnî devletin mutasavvıflara destek vermesinin sırrı da burada aranmalıdır. Vezirinin mutasavvıflar için çok harcama yaptığını görüp onu hesaba çeken Selçuklu sultanına Nizâmülmülk’ün;

“Sultanım sizin saltanatınız için geceleri duâ eden bir ordu kuruyorum.” dediği nakledilir. Verilen bu destek ve gösterilen entelektüel çabayla Bâtıniyye’nin kendine tahsis ettiği zâhir dışı yorum yetkisi onun tekelinden çıkarılmış, bir bakıma ayağının altındaki halı çekip alınmıştır. Böylece Mu‘tezile’nin zararlı üretimlerde bulunduğu aparatları onun elinden alıp kendi bünyesine monte ederek faydalı sonuçlar çıkarmakta kullanan ve diğer kardeşlerini de kendi dairesine katıp bütünleştiren «Ehl-i sünnet»in kucaklayıcı vizyonu bir kez daha kendini göstermiştir.

Demek ki; «Ehl-i sünnet»in en temel özelliklerinden biri, kucaklayıp bütünleştirici olmasıdır. Zaten baştan beri bu ümmetin ana gövdesini o teşkil etmiştir. Bu sebeple onun sevâd-ı a‘zam (büyük topluluk) olduğu söylenmiş, bu sebeple ona «Ehl-i sünnet ve’l-cemâat» denilmiştir. Ötekileştirip dışlamak «Ehl-i sünnet»in metoduyla bağdaşmaz. Elbette «Ehl-i sünnet» adı; sünneti savunmasını, bid‘atı reddetmesini gerektirir. Ancak bu da usûlünce yapılmalıdır. Muhatap hakkında peşin hükümlü olmadan, hemen fâsık ve bid‘atçi damgasını vurmadan, zındıklıkla suçlamadan, hele hele tekfîre kalkışmadan… Muhatabı ötekileştirip dışlamayı değil, onu kucaklamayı gaye edinerek… Söylediği hususlarda doğru yönler olabileceğini mülâhaza ederek… Kişiler değil de, ilke ve prensipler üzerinde durarak… İnsanların kusurlarını bulmaya değil de, fazîletlerini görmeye çalışarak…

Unutmayalım ki, «Ehl-i sünnet» büyük bir şemsiyenin adıdır. Bu şemsiyenin altında Mâturîdî, Eş‘arî ve Selefî gibi değişik mezhepler, birbirinden çok farklı düşünen âlimler yer alır. Meselâ Fahreddin er-Râzî de «Ehl-i sünnet»tendir, İbn-i Teymiyye (ö. 728) ve talebesi İbn-i Kayyım el-Cevziyye de (ö. 751). Çok farklı görüşleri savunurlar, ama hepsi o şemsiyenin altındadır. Aksi örnek hiç yoktur denilemez, ancak ekseriyeti görüşüne katılmasa da muhatabına saygılıdır ve onu dışlayıp ötekileştirmekten kaçınır. Yukarıda verdiğimiz iki örnek -sanırım- bunun en iyi delillerindendir.