GÜL AĞACI

YAZAR : Dr. Halis Ç. DEMİRCAN cetindemircan2@hotmail.com.tr

Ağ gül ile kırmızı gül,
Çift yetişmiş bir bahçede.
Bakışırlar hâre karşı,
Hârı, ezhârı güldür gül… (Kul Nesîmî)

Seher vakti, Sultan Tepesi’nden Üsküdar’a, Mihrimah Sultan Camii sırtlarından aşağıya doğru elindeki asâsını Arnavut kaldırımlarına «Taak! Taak!» diye vurarak inerken, boğazın Karadeniz tarafından gelen o esrarengiz mavnayı fark etmişti gece bekçisi Murtaza Efendi.

Galata rıhtımına yanaşan esrarengiz mavnadan inen esrarengiz yolcu; rıhtımda bekleyen sandallardan birine atlayıp, Galata Köprüsü’nün altından, küreklerden çıkan şırıltıların eşliğinde, Haliç’ten, Eyüp Sultan semtine doğru yol almaya başlamıştı bile.

Sandalcı; Eyüp rıhtımına yanaştığında, artık İstanbul’da sabah ezanları okunuyordu.

Sabah namazını Eyüp Sultan Camii’nde edâ eden yolcu; türbeyi ziyaret ettikten sonra, mezarlık arasındaki patikadan tepeye doğru tırmanmaya başladı.

Tepeye eriştiğinde Kaşgârî Camii’nin önündeki tulumbanın suyuyla elini-yüzünü yıkayıp doğruldu.

Gün ağarmaya başlamıştı.

Caminin önünde onu gören müezzin, yabancıyı cami müştemilâtındaki sobalı odaya davet etti.

Cami imamının da eşlik ettiği yer sofrasında; birer tas tarhana çorbası içildikten sonra, sobada kaynayan çaylar doldurulup, Eyüp sırtlarından, evlerin bacalarından tüten soba dumanlarının eşliğinde, puslu sonbahar güneşinin doğuşunu seyretmeye başladılar:

–Nereden gelip nereye gidersin yabancı?

–Hizmet eriyim. Uzaklardan gelirim, uzaklara giderim, zamanı gelince gelir, sonra giderim.

–Peki, bugün nereye gidersin.

–Kelâmî Dergâhı’na gitmek isterim, nerededir bilir misiniz?

İmam efendi genç müezzinin bulabildiği bir kâğıt parçasına sâbit kalemini diliyle ıslatıp çizmeye başladı. Kelâmî Dergâhı’nın yerini gösteren krokiyi alan derviş hemen yola koyuldu.

Eminönü’ne geldiğinde; mavnanın yükü olan değerli Buhârâ halıları, palabıyıklı hamallar tarafından, Mercan Yokuşu’ndan Kapalıçarşı’ya doğru taşınmaya başlamıştı bile.

O sırada Kelâmî Dergâhı’nda hummalı bir sohbet sürmekteydi.

Sofada huzûra kabulü bekleyen derviş, açık olan kapıdan içerideki sohbeti işitiyordu.

İçeride konuşan zât-ı muhterem;

“İnsanlığı sırât-ı müstakîmden haberdar eden muhterem zâtlar; hikmet pınarlarından gelen Kur’ân ve Sünnet’in şaşmaz hakikatleri ile her devirde gönülleri ilâhî feyz ve bereket ile doldururlar.

Şefkat, muhabbet, sadâkat, ihlâs, rızâ ve yardımseverlik gibi yüce vasıflara sahip olan bu zâtlar mânevî işaretleriyle geleceğe de ışık tutarlar.

Bu zâtlardan biri olan Şâh-ı Nakşibend Bahâeddîn Buhârî Hazretleri’ne talebe olmak isteyen Mevlânâ Abdullâh-ı Hâcendî şunları anlatır:

«Bir ara içime öyle bir ateş düştü ki, bana yol gösterecek âlim bir zâta talebe olabilmenin istek ve arzusuyla yanıyordum.

Bulunduğum Hâcend’den ayrıldım ve Tirmiz’e kadar hep bunu düşündüm.

Oradan Ârif-i Kebîr Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî’nin kabrini ziyarete gittim.

Sonra Ceyhun Nehri kenarında bulunan mescide geldim. Orada namazı kıldıktan sonra, bir ara uyuyakalmışım. Rüyada heybetli iki zât gördüm. Onlardan biri bana;

‘Ben Muhammed bin Ali Hakîm-i Tirmizî’yim, yanımdaki de Hızır -aleyhisselâm-’dır. Sen hoca aramak için şimdilik zahmet çekme. On iki sene sonra Buhârâ’ya gidip orada bulunan ve zamanın kutbu olan Bahâeddîn Buhârî’ye talebe olur, ondan istifade edersin.’ buyurdu.

Hâcend’e, memleketime döndüm ve hocamla ilgili bir işaretin çıkmasını bekledim.

Aradan bir zaman geçtikten sonra kalbim, beni Buhârâ’ya gitmeye zorladı. O isteği bir an dahî tehir etmeye kādir değildim.

Hemen kalkıp Buhârâ’ya doğru yola çıktım. Bahâeddîn Buhârî Hazretleri’nin yerini öğrenip yanına gittim. Ne zaman ki huzûr-i şerifleri ile şereflendim, bana buyurdu ki:

‘Yâ Abdullâh-i Hâcendî! Sana bildirilen on iki senenin tamam olmasına daha üç günün vardır. Bunu unuttun mu?’ Bunları duyunca, âdeta kendimden geçtim. Bunun üzerine bir müddet daha orada sohbetlere devam edip bekledim…»

İşte böyle kardeşler; Cenâb-ı Hakk’ın nasip eylediği fütuhat kapıları, geleceğe dair mânevî işaretler gönderen mânevî liderlerin mihmandarlığında, her dönem aksamadan açılmaya devam edegelir.” deyip sohbeti bitirdi.

Daha sonra geldiğinden haberi olmadığı ve onu görmediği hâlde;

“İçeri buyur evlâdım.” diye seslendi.

İkram edilen keşkek çorbasını içip gerekli istişârelerde bulunduktan sonra, derviş dergâhtan ayrıldı.

Sirkeci rıhtımında yolcu bekleyen pancar motorlu kayıklardan sırası gelene binip motorun «Pata! Pata!» sesleri arasında Harem’e geçti, rıhtımda yük yükleyen bir arabacıya elindeki krokiyi gösterip tesadüf aynı yöne gittiği için onunla birlikte Erenköy’üne doğru yola çıktılar, inşaatı süren Zihni Paşa Camii’nin civarında inip heybesinden çıkardığı gül fidanı çubuğunu oraya dikti.

Dönüşte şansına, rastlayan başka bir arabacıyla Ayrılık Çeşmesi üzerinden Üsküdar’a geldi.

Akşam namazını Vâlide-i Cedîd Camii’nde kılıp, Mihrimah Sultan Camii’nin arkasındaki patikadan Sultan Tepesi’ne doğru tırmanmaya başladı. Tepeye eriştiğinde oradaki kurban taşının yanında, bekçi Murtaza Efendi ile karşılaştılar.

Bekçi Murtaza Efendi sordu:

–Hayrola yabancı nereden gelir nereye gidersin?

–Uzaklardan geldim, uzaklara giderim.

–Burada ne yaparsın?

“–Ben gül ekerim, bana verilen gül fidanlarını zamanı gelince açması için bana söylenen yere dikerim. Burada da keşif yapıyorum.” deyip bekçi Murtaza Efendi’nin şaşkın bakışları arasında oradan ayrıldı.

Artık görev tamamlanmıştı.

O gece seher vakti, bekçi Murtaza her zamanki güzergâhını tamamlayıp Üsküdar’daki evine Mihrimah Sultan Camii’nin sırtlarından aşağıya doğru asâsını Arnavut kaldırımlarına «Taak! Taak!» diye vura vura inerken, boğazın Karadeniz tarafına doğru kayarak uzaklaşan o esrarengiz mavnayı fark etti.

Aslında Murtaza Efendi yüzyıllardır alperen dervişlerin gül fidanı olarak dikildiği Diyâr-ı Rum ve Balkan topraklarında olmuş olanların bir benzerine şahit olmuştu.

Kalın sağlıcakla…