GÖZ DEĞİL KALP GÖRÜR

YAZAR : M. Aşır KARABACAK ma.karabacak@gmail.com

Sevbân -radıyallâhu anh-, Yemenli bir köle idi.

Hazret-i Peygamber onu satın alıp âzâd etti. O ise eski sahibine, Efendiler Efendisi’ne bir kölenin efendisine bağlı olabileceğinden daha fazla bağlandı ve hayatı boyunca O’nun yanından ayrılmadı. Sanki bir gölge gibi, varlığının sebebi olan Allah Rasûlü’nün takipçisi oldu.

Yemenli Sevbân, baş gözüyle değil kalp gözüyle gördü Efendiler Efendisi’ni. Gerçi her inanan gibi baş gözüyle de görse O’nun nûrundan gözlerini alamazdı.

Ashab-ı kiramdan Hind bin Ebî Hale Hazretleri -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri, azametli ve heybetliydi.

Mübârek yüzü ayın on dördü gibi parlıyordu.

Sevbân -radıyallâhu anh- da O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in; daha dünyada iken, daha yaşarken hasretiyle yanıp kavrulmaya başladı. Şöyle ki:

Bir gün Sevbân -radıyallâhu anh- huzur-i Risâletpenâhîye geldi. Gözlerini O’ndan, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den alamıyor, hasretle bakıyordu. Hasta olmuş gibi titriyor, sararmış bir benizle solgun solgun bakıyordu. Bu hâl Efendiler Efendisi’nin dikkatini celbetti;

“–Ne oldu ey Sevbân? Yoksa hasta mısın? Nedir bu hâlin?” diye sordu. O da;

“–Anam babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Hiçbir yerim ağrımıyor. Bir hastalığa da tutulmadım. Lâkin Siz’den ayrı kalmaya dayanamıyorum. Dünyada huzûrunuza gelerek hüznümü teskin ediyorum.

Ama âhireti düşünüyorum. Siz makām-ı Mahmûd sahibisiniz. Nebîler makamında bulunacaksınız. Biz ise halk arasında olacağız. Cennete girsem dahî sizin mertebenizde olamayacağım. Sohbetinizde bulunamayacağım. Eğer giremezsem, sizi görmekten ebediyyen mahrum kalacağım. O zaman benim hâlim ne olacak? İşte bu düşünceler, endişeler ve sizden ayrı kalmanın korkusu beni bu hâle düşürdü.” diye cevap verdi.

Kalp gözü ile görmenin yüksek derecesi işte. Bu yüksek dereceyi yüce Allah -celle celâlühû-, şu âyet-i kerîmeleri ile mükâfatlandırdı:

“Allâh’a ve Peygamber’ine itaat edenler; işte bunlar, Allâh’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle ve iyi kimselerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştırlar!.. İşte itaatkârlara yapılan bu ihsan Allah Teâlâ’dandır. Her şeyi bilici olarak Allah kâfîdir.” (en-Nisâ, 69-70)

***

Halid bin Velid -radıyallâhu anh- bir beldeden geçiyordu. Müslüman olmuş kavmin reisi kendisini misafir etti. Ve ona;

“–Ey Peygamber’i görmüş büyük komutan! Ne olur bize Hazret-i Peygamber’i anlat. O’nu görememiş gözlerimizin bahtsızlığını gönüllerimize bir pencere açarak, kelimelerle olsun O’nun sîretini anlatarak rûhumuzu aydınlat.” dedi. Hazret-i Halid -radıyallâhu anh-;

“–Mümkün olan bir şey isteseydin seve seve yapardım. Lâkin sen ufak bir çerağ ateşiyle yanıp tutuşacak olan nefsini, güneşin evi yapmaya çalışıyorsun. O’nu anlatmaya ne benim binlerle Arap şiirini bilen aklımın kelimeleri yetişir ne de senin çölün enginliğini rûhuna sığdırdığın benliğin yetişir. O; öyle bir güneştir ki O’ndan bahsetmeye başlasam kelimeler yanar, yanar da bizden sonraki nesiller tat olur, birbirleri ile anlaşabilecekleri kelimeleri kalmaz.” dedi.

Reis anladı ki doğru kapıyı yumrukluyor. Bir ümit bir daha yalvardı tüm mahcubiyetiyle:

“–Ne olur! Biraz olsun bahsetsen. Gözlerine baktığımda O’ndan bir bakış görmeye çalışan şu gönlümün gözüne bir ufak pencere açsan. Gönül gözümün aydınlığı olsan. Ne olur, O’ndan bahseden birkaç kelime ile şereflendirsen obamızı…”

Halid bin Velid ise ancak şunu diyebildi, o, Peygamber âşığı kabîle reisine;

“–Düşün ki gönderilen gönderenin kadrincedir. Gönderen âlemlerin Rabbi olan Allah ise gönderilenin mevkisi ne olur?!.” diye cevap verir.

***

Günlük hayatımızda da bu durumu aynen yaşamıyor muyuz? Çok sevdiğimiz birisi olsa yaşayışını, anlayışını, giyinişini vs. her şeyini taklit etmeye; gönlümüzde O’na açtığımız gönül sarayımızda, O’nu daima misafir etmeye çalışmaz mıyız?

Aynı kişiyi biz çok severken bir başkası da ondan ölesiye nefret edebilir.

Biz ona baktığımızda yüzümüz güler, gönlümüzde çiçekler açar, neşelenir, şevkleniriz. Diğeri ise sanki düşmanı görmüş gibi olur, nefret hisleri uyanır yüreğinde ve ona karşı yapabileceği bütün buğzları yapar içinden.

Yaşanmış bir hâdise olarak anlatalım: (Mesnevî’den)

Bir gün, «cehâletin babası – Ebû Cehil» sıfatıyla mâruf olan Amr bin Hişâm yolda Hazret-i Peygamber Efendimiz’i görür. İçindeki bütün pisliği çıkarırcasına;

“–Ey Muhammed! Sen ne kadar çirkinsin, Sen ne kadar kötüsün, Sen’in kadar çirkin hiç kimseyi görmedim…” gibi ifadeler kullanır.

Hazret-i Peygamber Efendimiz, sadece;

“–Haklısın!” buyururlar.

Yolda devam ederlerken ikinin ikincisi Hazret-i Ebûbekir ile karşılaşırlar. O da;

“–Yâ Rasûlâllah! Anam babam Sana kurban olsun. Ne kadar güzelsin! Bu yüzden daha güzel bir yüz yoktur bu dünyada.” der.

Peygamberimiz, ona da;

“–Haklısın!” derler sadece.

Hazret-i Peygamber, etrafındakilerin meraklı bakışlarına cevaben;

“–Ben bir ayna gibiyim. Bana bakan, bende kendisini görür. Böyle olunca, bana bakıp kendi çirkinliğini gören Ebû Cehil, çirkin olduğumu söyledi.

Benim yüzümde kendi güzelliğini gören Ebûbekir ise güzel olduğumu söyledi. Ben de her ikisine de;

«Haklısın!» dedim.” buyurarak sahâbenin meraklarını dindirir.

İnsan daima kalbine göre okur. Gördüğü her manzarayı her yüzü, her hâli kalbinin kıvamına göre okur ve o kıvama göre anlar.

Peygamber Efendimiz’i mü’minler de görmüştür münkirler de. Bir taraf hayran olmuş, diğer tarafın düşmanlığı artmış. Bir tarafta muhabbet coşmuş, hayranlık artmış; diğer tarafta kin çoğalmış, nefret artmıştır. Her iki taraf da kalbî kıvamı nisbetinde hem hayırda hem de şerde ne ektiyse onu iktisâb etmiştir.

***

Yazımıza Sevbân -radıyallâhu anh- ile başlamıştık. Yine onunla, ondan iki güzel anekdot ile de bitirelim:

Bir defasında Hazret-i Peygamber Sevbân -radıyallâhu anh-’a;

“Kimseden bir şey isteme, kimseye de bir şey sorma!” der.

O günden sonra Sevbân -radıyallâhu anh-, ölünceye kadar bir daha hiç kimseden bir şey istememiştir ve hiçbir hususta kimseye sual sormamıştır. Hattâ ömrünün son zamanlarında, atına binmek veya atından inmek için kendisine yardım etmek isteyenlerin bile yardımını kabul etmemiştir.

İkinci hâtıramızda da Sevbân -radıyallâhu anh-’ın Allah Rasûlü’ne olan yüksek muhabbetini bir daha görüyoruz.

Bir gün yahudinin birisi Hazret-i Peygamber’e;

“–Esselâmü aleyke yâ Muhammed!” diyerek konuşmaya başlar. Bunu işiten Hazret-i Sevbân, niçin; «Yâ Rasûlâllah!» demedi diye, yahudiyi bir güzel döver. Kendisi de biraz yaralanır.

Özellikle bu hâtırayı günümüzde çokça hatırlamalı ve O’na olan muhabbetimizin mîyârı olarak göz önünde tutmalıyız.

Rabbim sevdamızı, Sevgililer Sevgilisi’ne yöneltsin, O’nun ümmeti için çarpan kalbinin parçası eylesin. Kalbimizi de O’nun gibi ümmet derdiyle dertlenen yüreklerden eylesin.

Âmîn!..