Yahya Kemal’in Gönül Dünyasında; GÜL’ÜN GÜZELLİĞİ

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Yahya Kemal anlatıyor:

“Annem, Yazıcızâde’yi, sabah namazlarını kıldıktan sonra okurdu. Beyaz başörtüsü ile elindeki kitaba, îmanla eğilişini hâlâ görür gibiyim. Çok yerlerini anlamadığım hâlde, annemin yüksek sesle ve makamla okuyuşundan dinlediğim Muhammediyye’nin o mısraları bana bizim öz maceramız, evimizin, mahallemizin, Üsküp’ün ve müphem sûrette bütün milletimizin dünya ve âhiret macerası gibi gelirdi. Daha o yaşta Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin Türklükle İslâmlığı yoğuran, millî, İslâmî harsını benliğimde hissetmeye başlamıştım.”

Yine annesinin kendisine telkini şöyleydi:

“Oğlum, dünyada iki insanı sev. Peygamber Efendimiz’i bir de Sultan Murad Efendimiz’i sev!..”

Yahya Kemal; Osmanlı’nın son devir münevverlerinde gördüğümüz yabancılaşmanın ortasında yetiştiği hâlde, Osmanlı Üsküp’ünde annesinden aldığı mânevî maya ile medeniyetinin hayranı, ihtişamlı mâzîsinin âşığı bir kalem olarak temayüz etmiş bir şairimizdir.

Harb-i Umumî’den mağlûp çıkmış, can mücadelesiyle mîsâk-ı millî hudutlarından koparabildiği kısmın içinde de batılılaşmayı hızlandırmış bir memlekette, o; Yavuz Selim’e fetihnâme yazıyordu. İstanbul’u fetheden yeniçeriye;

Vur pençe-i Alî’deki şemşîr aşkına!

diye sesleniyordu.

Belki de ezan tahrif edilip, bir Ermeni’ye tercüme ettirilen Türkçesinden okutulmaya zorlandığı hengâmda o;

Emr-i bülendsin ey Ezân-ı Muhammedî,
Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî!..

Sultan Selîm-i Evvel’i râm etmeyip ecel,
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî!..

mısralarını kaleme alıyordu.

Onun böyle ters bir konjonktürde böyle şiirler yazma mücadelesinin bugünün dünyasında tam olarak anlaşıldığı kanaatinde değilim. Devrinde onun bu tercihi, terk edilmeye çalışılan değerleri ihyâ gayreti olarak değerlendiriliyordu. Yani o bir bedel ödeyerek bu tercihte ısrar ediyordu.

Bir gün Behçet Kemal; bir gazelinden dolayı kendisine;

“–TBMM’de bir Osmanlı mebusu!” diye çattı. Yahya Kemal de şu cevabı verdi:

“–Bana Osmanlı mebusu demişsin. Hayatımda uğradığım iftiraların en insaflısı! Gel, sen Sümer ve Eti Behçet ol; ben Selçuk ve Osmanlı Yahya Kemal!..”

Gazetelerde tenkitçiler tarafından «Çaldıran» ve «Süleymaniye’de Bayram Sabahı» gibi şiirleri onun mürtecîliğine delil olarak gösterilirdi. Onun aruzda ısrarı dahî böyle bir mukavemet idi. Kendisi bir mülâkatta söylüyor:

“Bugünün solcuları beni mâzîmizdeki iftiharları sevmek ve söylemekle suçlandırıyorlar. Ben pekâlâ alafranga şiir söyleyebilirdim. Bu şiiri tam yerinde tanıdığım için, belki onların gözünü kamaştıracak kadar da söyleyebilirdim. Fakat ben nasıl milletimden, milletimin şiirinden ayrılırım? Bu herifler benim milletime bağlılığımı kusur addediyorlar da kendilerinin bu milleti anlamayışlarındaki kusuru meziyet sayıyorlar. Bu ne garip tecellîdir.”

Yahya Kemal; siyasî bir hareket, bir tenkit, bir muhalefet sergilemese de gönül dünyası olarak tarafını belli ediyordu. Bunun bedelini devrinde fosil addedilmek olarak görse de istikbalde kazanan o oldu. Gönül dünyasını yanlış mecrâlara açmadı. Yanlış açılımlar içine girmedi.

Hakikaten o, dört asır önce yaşamış Yavuz Sultan Selim Han’a koca bir Selimnâme yazarken; devrinde yaşayıp ölen birtakım yüksek mevkileri işgal eden şahıslar hakkında ne methiyeler ne de mersiyeler yazdı. Fakat bugüne Yahya Kemal’in sesi geldi. Behçet Kemal gibilerle ise ancak istihzâ edilmekte. O; günü kurtarmaya değil, mensubu olduğu büyük medeniyetin vakarına uygun hareket etmeye gayret etti.

Yahya Kemal, bu kültür ve medeniyet anlayışı içinde, annesinin; «Sev!» dediği Efendimiz’e de bir na‘t yazacaktı. Fakat klâsik bir gazel tarzında… İçinde serpiştirdiği bazı mazmunlar ve bazı dostlarına fısıldadığı ifadeler, bu gazelin Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi’ne yazıldığının delilleri.

Kültürümüzde birçok eser gibi, şiirlerin de şerh edilme geleneği vardır. Devrimizde zengin Türkçemizle yazılmış eserlerin anlaşılması için de bu şerh geleneğini diriltmeye ihtiyaç var. Bu vesileyle bu gazeli şerh edelim:

Zamân O Gül gibi gül görmemiş zamân olalı,
Gülün güzelliği dillerde dâstân olalı.

“Zaman yaratıldığından ve gülün güzelliği dillerde destan olduğundan beri, zaman; Rasûlullah gibi bir gülü görmemiştir.”

Güldür fakat bambaşka bir gül…

Efendimiz, peygamberdir ammâ zirve peygamber!…

O, beşerdir ammâ bambaşka bir beşer:

Gül Muhammed de beşerdir ama bambaşka beşer,
Bakma insanlara yâkûta da taştır dediler…

«Zaman» kelimesinin genişliği, bütün varlığı ve oluşu içine alır. Çoğu kez bir kişi için, «devrinin en iyisi, en güzeli» demek çok büyük bir meth ü senâ iken, Peygamber Efendimiz; «Bütün Zamanların En Güzeli» olarak ifade edilmiştir. Hassân bin Sâbit -radıyallâhu anh- de bu hakikati şöyle söylemişti:

“Sen’den güzelini doğurmadı hiçbir ana.”

Ne serve bakmadadır şimdi gözlerim ne güle,
O şîvekâr bu kāmette nev-civân olalı.

“O fidan boylu, mükemmel endâmıyla serpilip gelişeli; gözüm artık ne selviye ne de güle bakıyor.”

Serv yani selvi ağacı, uzun boylu, mükemmel endamlı kişi mânâsında, dîvan edebiyatının meşhur istiârelerindendir. Kāmet de endam, boy güzelliği mânâsını verir. Nevcivan olmak serpilip yetişmek, şîvekâr da nazlı güzel demektir.

Gazel tarzında ifadesini bu şekilde bulan hakikati açalım:

Allah Rasûlü bir hidâyet güneşi hâlinde doğunca, artık semâda hiçbir yıldız görünmez olmuştur. Hâtemü’l-Enbiyâ olan Efendimiz, cihana diğer nebîlerden sonra gelmiştir. Fakat hepsini geride bırakacak bir güzellik, fazîlet ve kemal arz etmektedir. Vâkıada da geçmiş nebîlerin mesajları tahrif olunduğundan, meydanda gözlerin çevrileceği tek fazîlet olarak Efendimiz kalmıştır.

Yegâne hüsn-i ilâhî O’dur, Cemâlullah,
Cihâna ahsen-i takvîmden ıyân olalı.

“Cenâb-ı Hakk’ın güzelliği, en güzel sûrette yaratılan insanda ortaya çıktığı günden bu yana, ilâhî güzelliğin temsilcisi sadece Hazret-i Peygamber’dir.”

Kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın esmâ ve sıfat tecellîlerinden meydana gelir. İnsan ise, kendisine esmâ-i ilâhî öğretilen halîfe şahsiyet olarak, ilâhî sıfatların en mükemmel tecellî ettiği varlıktır. Cenâb-ı Hak, Tîn Sûresi’nde;

“İnsanı ahsen-i takvîm, yani en güzel sûrette yarattık.” buyurur. İnsanlığın zirvesi enbiyâ, nebîlerin zirvesi de Peygamberimiz’dir. Tasavvufî telâkkîye göre, kalp tezkiye ve tasfiye ile cilâlandıkça, Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerine en güzel şekilde mâkes olur. Zira Cenâb-ı Hakk’ın, kullarının kalplerine nazar ettiği hadîs-i şerifte beyan edilmiştir. Peygamber Efendimiz; muazzam ahlâkıyla, mükemmel sîretiyle ve bunlarla mütenâsip âhenkli ve güzel yaratılışıyla ahsen-i takvîmin, hüsn-i ilâhînin, Cemâlullâh’ın en zirve hattâ yegâne tecellîsidir. Efendimiz’in ümmetinden gelen evliyâ da ancak Efendimiz sayesinde, O’nun feyiz ve bereketinden hisselerle bu fazîletten nasipdar olabilir.

Mesâğ olaydı eğer; «Lâ-şerîke leh» derdim,
Nazîri gelmedi âlemde hüsn ü ân olalı.

“Eğer caiz olsaydı; «O’nun şerîki yoktur.» derdim. Fakat şurası bir gerçek ki, bu âlemde güzelliğin yaratıldığı andan bugüne kadar O’nun bir benzeri daha gelmemiştir.”

Mesâğ, cevaz demektir. Küllî kaideler arasında geçen;

“Mevrid-i nassta içtihâda mesâğ yoktur: Hakkında nass (Kur’ân ve hadisten açık hüküm) bulunan meselelerde içtihad edilmesine cevaz ve imkân yoktur.” düsturunda da bu ifade yer alır.

«Lâ şerîke leh» tabirini, namaz tesbihatında kelime-i tevhidden sonra ifade ederiz. “O’nun yani Allâh’ın ortağı yoktur!” demektir. Şair; Allah için kullanılan bu tabiri Peygamber Efendimiz için (fakat güzellik bahsinde ortağı yoktur çerçevesinde) kullanarak, güzelliğinin yegâneliğine kuvvetli bir hüküm getiriyor. Bir bakıma; “Ulûhiyette Allâh’ın ortağı olmadığı gibi, güzellik ve fazîlette de Peygamber Efendimiz’in ortağı yoktur!” demiş oluyor.

Üstteki beyitte «yegâne» dediği üzere, burada da «hüsn ü ân» yani güzellik sahasında; «Âleme nazîri, yani benzeri, misli gelmedi.» demektedir.

İmam Bûsîrî’nin, tercümesini verdiğimiz şu beyitleri de bu minvaldedir:

“Hıristiyanların kendi peygamberleri hakkındaki dediklerini dememek şartıyla, Hazret-i Peygamber’i öv övebildiğin kadar!..”

O şûhu nazm ile tasvîr müşkil oldu Kemâl,
Sühan rekābeti meydân-ı imtihân olalı.

“Ey Kemal! Şairler söz yarışmasına gireli, o güzeli şiirle anlatıp tasvir etmek son derece müşkil olmuştur.”

Edebiyatımızın en büyük gayelerinden biri, Efendimiz’i anlatmak olmuştur. Na‘tlarla, hilyelerle, mevlidlerle, mîrâciyelerle, manzum hadis tercümeleriyle… Fuzûlîler, Nâbîler, Şeyh Gālibler, Âkifler, Hâkānîler ve Seyrîler bu müsabakanın mümtaz sîmâları…

Yarış ve rekabet en zor işlerde olur. Efendimiz’i anlatmak kolay bir iş değildir. Zira, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- en yüksek seviyede, Cenâb-ı Hak tarafından övülmüş bir zâttır. Abdülehad Nûrî Hazretleri bunu şöyle dile getirir:

Zâtını meddâh olan ol Hazret-i Hak olıcak,
Nice bilsin kadrini insan, Muhammed Mustafâ?..

Ayrıca O’nu tasvir etmeye teşebbüs eden kişi, onu ancak kendi kalbî seviyesince idrak edebilecek ve yine ancak lisan ve muhayyilesinin kudretince ifade edebilecektir.

Büyük zâtlar, din ve îman meselesinde çok mühim bir hakikati ifade ediyorlar:

“Lâyıkına muhabbet ve müstehakkına nefret…”

Yahya Kemal, söz meydanında her devirde sürmekte olan bu imtihandaki gönül muvaffakiyeti sayesinde gönüllerimizde…

Ne mutlu lâyık olanı sevenlere ve övenlere! Ne mutlu gönüllerini buğza müstehak olanlara açmayanlara!..