Türedi Tiplere Rağmen YOL MUHAMMED (S.A.S) ’İN YOLUDUR!..

YAZAR : M. Aşır KARABACAK ma.karabacak@gmail.com

Yüce Allah buyurdu:

“(Habîbim!) Sen’i, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)

Rabbimiz; son gönderdiği ve muhafazasını da bizzat kendisinin yapacağını teyit ettiği yüce kitap olan Kur’ân-ı Kerim’de, kitabın ilk elden muhatabı olan yüce Rasûl’üne salât ve selâm getirdiğini beyan etmektedir.

Bu cümleden;

İlâhî bir îkaz olarak da bizlere; O’nu sevmek ve O’na, O’nun yüce varlığına bütün benliğimizle salât ve selâm getirmemizi emretmektedir.

Hatırlayalım Akabe Biatlarını. Hâssaten de ikinci Akabe Biatı’nı.

Hani ikisi kadın 75 kişilik aşk dolu, îman dolu kafile Akabe mevkiinde huzur-i risâletpenâhîde bir söz vermişlerdi.

“–Ey Allâh’ın Rasûlü!

Sen, bize atalarımızın dîninden dönmemizi ve kendi getirdiğin dîne tâbî olmamızı söyledin. Bu zor bir karardı bizim için. Biz kabul ettik.

Müşrik akraba ve komşularla alâkamızı kesmemizi söyledin. Bu daha zor bir karardı. Biz bunu da kabul ettik.

Bizler, kendisini sadece kavminin değil yakın akrabalarının dahî öldürmek istediği bir zâtı korumaya talip olduğumuzu ve çok çok daha zor bir karar aldığımızı biliyoruz, farkındayız. Buna rağmen bu kutlu hizmete talibiz.

Kendimizi, aile efrâdımızı nasıl koruyup müdafaa ediyor isek aynı şekilde Sen’i de öylece muhafaza edeceğimize söz veriyoruz.”

Ve sözlerini yerine getirdiler. Ne söz vermişlerse hakkıyla îfâya güç yetirdiler. Allah da onları seçkin kulları zümresine dâhil etti.

Zor zamanda zor bir vazifeye talip olmuşlardı onlar. Allah da kararlarının arkasında duracak kudreti, dirâyeti mümkün kıldı onlara.

Onları, çağları aşan çağrının bir avuç inananlarını; çağlara güneş ışığı kıldı, gökteki yıldızlar mesâbesine vâsıl etti ve hangisine tâbî olunursa cenneti va‘detti geride kalanlara.

Sebep neydi?

O’nu, O Nebî-yi Zîşânı, Şâh-ı Risâlet’i korumaya talip olmaları ve bunun için verdikleri sözlerinde de sabit kalmalarıydı.

***

Akabe mevkiinde biat eden o inanmış küçük bir grup insan, nelere imkân araladılar?

Öncelikle şehirleri olan, nisbeten küçük ve zamanında etrafındaki diğer şehirlere kıyasla gelişmesi yetersiz olan Yesrib şehrinin ehemmiyetini artırdılar. Kıyâmete kadar medeniyetin merkezi bir şehir olarak anılmasına sebep oldular.

Bir adım ötesi olarak, isminin dahî Medine yani bizzat Arapçadaki «şehir» anlamına gelen cins ismini özeline alarak, bütün şehirler bir Medine yani Peygamber şehri olmaya mes’ul beldeler olmalı, düşüncesi ile «Medine» ismini hususî bir isim olarak şehirlerine serlevha yaptılar.

Nasıl yaptılar?

Çünkü onlar Hazret-i Peygamber’i koruyacaklarına söz verdiler ve bu sözlerinde sabit kaldılar. Tek sebep salât ve selâmlarını muhafazada gösterdikleri dirâyet oldu.

Akabe mevkiinde demişlerdi:

“–Yâ Rasûlâllah! Rabbin ve kendin için bize istediğin şartı koşabilirsin!”

Hazret-i Peygamber Efendimiz’in cevabı;

“–Rabbim için şartım, O’na ibâdet etmeniz ve hiçbir şekilde O’na şirk koşmamanızdır. Kendim için şartım ise, canlarınızı ve mallarınızı nasıl koruyorsanız beni de öylece korumanızdır.” oldu.

O yetmiş beş müslüman tek bir yürek hâlinde;

“–Böyle yaparsak karşılığında bize ne vardır?” diye sordular. Hazret-i Peygamber Efendimiz;

“–Cennet!..” dedi. Oradakiler;

“–Ne kârlı bir alışveriş! Bundan ne döneriz ne de dönülmesini isteriz!..” dediler.

Ve dönmediler. Allah da verdiği sözü tuttu. Allah Rasûlü de onları yalnız bırakmadı. Yaşayışı onlarla olduğu gibi irtihâli de onlarla oldu.

***

Ülkemizde ise son yıllarda kendilerine «hoca» denilen birtakım nevzuhur insanlar türedi. Bu «türedi» tipler halkımızın ehl-i sünnet çizgisindeki tarihî geçmişini ve ehl-i sünnetin yüzlerce yıl sancaktarlığını üstlenmiş olan, bakiyesi olmakla şerefyâb olduğumuz müslüman-Türk tarihinin varlığını yadsıyarak güya «Kur’ân İslâmı» adı altında Sünnet’e, tabiri câiz ise neredeyse, savaş açtılar.

Dünya tarihi boyunca hiçbir insanın hayatı O’nun hayatı kadar dikkatle ve rikkatle incelenmedi. Hiçbir kulun hayatı O’nun hayatı kadar örnek alınıp takip edilmedi. Hiçbir beşerin sözleri, davranışları ve takrirleri O’nun sözleri, davranışları ve takrirleri kadar teferruatlı ve kılı kırk yararcasına tetkik edilip ortaya konmadı.

Fakat kimin hocası olduğu belli olmayan bu «hoca»lar tarafından O’na ve O’nun sözlerine karşı açılan bu savaşla yine güya bütün hadis külliyâtı bir uydurma sözler yığını olarak ortaya konmaya çalışılıyor.

Bunlardan en «hoca»sı ise «hadis usûlü» konusundaki uzmanlığını kürsüsünden şöyle dile getiriyor:

“Rasûlullah, hacamat yaptırmış olabilir. O yaptırdı diye hacamat olan arkadaş! O yetim idi, ananı öldürsene… Niye bu sünneti işlemiyorsun? Yetim olmak sünnet. Ananı kaybet, babanı kaybet. Bunlar çok komik oluyor.”

«Komik oluyor.» diyor fakat kendisi nasıl komik bir duruma düşüyor farkında değil. Usûl noktasında ilkokul seviyesinde bile olamayacak bir benzetme ile bizzat Peygamberimiz’in emir ve tavsiye buyurduğu hacamatı baltalamaya çalışıyor. Bugün hacamata yarın da diğer umdelere karşı yavaş yavaş saldırı plânlaması. Nitekim bir başka konuşmasında ise:

“«Hadis, yazılmamış bir vahiydir.» diyorlar. Öyle inanıyorlar. Hadîsin ispatı mümkün değildir, hadis zandır, zandan ibarettir.”

Evet, görüldüğü gibi önce bazı hadislere sonra da tüm hadis külliyâtına saldırı. Bunun da bir adım ötesi Kur’ân’a saldırı.

Önce ahkâm âyetlerine sonra da Kur’ân kıssalarına, sonra da bazı mahallî ifadelerle anlatılan cihanşümul umdelere yine tarihselcilik yaklaşımı ile karalama ve Kur’ân’ı 30 cüzden üç-beş varaklık bir mitolojik esere çevirmeye çalışacaklar, çalışıyorlar.

Sormadan edemiyor insan.

Bunlar, kimin hocası, neyin hocası?

Diğer bir özdeyişinde (!) de şöyle söylüyor beyefendi:

“Rasûlullâh’a (hâşâ) yalakalık etmeyin, salevat getirmeye ne gerek var!?.”

Allah, Kur’ân’da açık bir şekilde, hiçbir te’vile imkân vermeyecek aleniyette:

“Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salevât getirirler. Ey mü’minler! Siz de O’na salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyurmakta iken hem kendisinin hem de meleklerinin salevât getirdiğini söyleyerek bütün mü’minlere de hitaben, emrederek; «Siz de salevat getirin!» buyurmakta iken kime hizmet ettiği, kimin hocası olduğu belli olmayan bu şahıs ise salevat getirmeyi «yalakalık» olarak niteliyor.

Elhamdülillâh ki bu sahiplerinin yalakaları hocaların, halkımız nezdinde karşılığı yok. Bunlara karşı temel dînî bilgilere hâiz herkes, fikrî olmasa da istikrârî duruşu ile mukavemet gösterebilir. Fakat bu mukavemet teyide muhtaçtır. Çünkü saldırılar bir seferlik değil berdevam artarak sürmektedir. Dolayısıyla hem ilmî ve fikrî vecheden hem de sağlam siyasî bir tavırla ehl-i sünnet itikadına sahip halkımızı teyit etmek gerekmektedir.

Bu cümleden olarak, Yüzakı dergimizin Sorumlu Genel Yayın Yönetmeni Muhammed Ali EŞMELİ Beyin, dergimizin 149 ve 150. sayılarında kaleme aldığı «Hak Terazisi» isimli yazıları, halkımızın bu nevî mülevves fikirlere karşı nasıl sabitkadem durabileceklerine yönelik gayet net ve dolu dolu cevaplar vermektedir.

Artı olarak;

Geçtiğimiz ayın 20’sinde düzenlenen Uluslararası Medeniyet Şûrâsı açılış konuşmasında Cumhurbaşkanımız Muhterem Recep Tayyip ERDOĞAN da net ifadelerle bu tip cereyanlara, kalkışmalara karşı gerekli uyarılarda bulunmuş ve bunların durdurulacağını beyan etmiştir.

Şöyle ki:

“Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın nübüvvetiyle temelleri atılan medeniyetimizin kökleri elbette bellidir ve gayet sarihtir. Bunlar Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’dir. Ancak bugün aziz dînimizi terör örgütleri üzerinden öylesine bir yere konumlandırmaya çalışıyorlar ki böyle olmadığını anlatmaya çalışmaktan çoğu zaman hakikati ifade etmeye fırsat bulamıyoruz.

Şu anda birçok insanlar çıktı türedi, bu türedi tipler sünneti ciddî mânâda tartışır hâle geldiler. Tabiî bu tartışmaların özellikle ülkemizde yapılması bizler için ciddî mânâda bir üzüntü sebebidir. Şunu açık net söylemek zorundayım: Hoca olmak, ahkâm kesmek yetkisini kimseye vermiyor ve dolayısıyla Sevgili Peygamberimiz’in sünnetini tartışma yetkisini de onlara vermiyor. Bu tartışmaları açmak, aslında bir neslin ifsâdı anlamınadır. Ve bu nesli ifsat etme hakkını da kimse onlara vermemiştir, kendileri de böyle bir tarz-ı siyasetin içerisine giremezler, girerlerse de bedelini onlar da ağır öderler.”

Cumhurbaşkanımız yapmış olduğu bu konuşmada iki ana noktaya temas etmişlerdir. Birincisi, İslâm’ın dış mihraklar ve gayr-i İslâmî unsurlar tarafından hiç hak etmediği hâlde terör kelimesi ile zikredilir olması ve bunun telâfisi için gösterilen gayretler.

Evet, bu saldırılar dışarıdan gelmektedirler. Düşmanın işi, hasmını kollamak ve uygun bulduğu zaman ve zeminde saldırmaktır. “Su uyur düşman uyumaz.” demiş atalarımız da bunun için.

Fakat Cumhurbaşkanımız’ın ikinci uyarısı daha can alıcıdır.

Türedi tiplerden bahsetmektedir Cumhurbaşkanımız.

Bizim içimizde, bizden görünen ve bizim gibi konuşan, giyinen insanlardan. Fakat zihinleri meflûç yahut iğfal edilmiş, tam ifadesi ile «türedi tipler…»

Bu iki unsur mutlaka birbiri ile irtibatlı, iltisaklıdır. Aksi düşünülemez. Yüz yıl önce Osmanlı’yı yıkmak için Ulu Hakan’a karşı birliktelik oluşturan bu bedhahlar, bugün de Türkiye’nin ilerlemesini, büyümesini engellemek için elbirliği, iş birliği içerisindedirler.

Yüz yıl önce Arap Yarımadası’nda açtıkları Vehhâbîlik türü bir yarayı bu sefer Osmanlı’nın mirasçısı, bakiyesi Türkiye’de açmaya gayret göstermektedirler.

Çünkü biliyorlar ki;

Din, İslâmiyet; bu millet nezdinde el üstünde tutulan ekmek gibi su gibi yaşamak için olmazsa olmaz bir değerdir. Ancak bu değere karşı gelinebilirse, bu kutsî değer kıymetinden düşürülebilirse bir yüz yıl daha bu topraklarda hiç kimse başkaldıramaz ve bu toprakları sömürge olarak kullanmaya devam ederler.

Reis-i Cumhurumuz Recep Tayyip ERDOĞAN, selefi Ulu Hakan Cennetmekân Abdülhamid Han gibi bu tür yâvelere pabuç bırakmayacağını, ileri giderlerse de bedelini; o mülevves, o türedi tiplere, ağır ödeteceğini açık bir şekilde ifade etmiştir.

Nitekim Sultan İkinci Abdulhamid Han, döneminde Fransa’da Hazret-i Peygamber Efendimiz’i alaya alan bir tiyatronun oynanacağını işitince derhâl gerekli uyarılarda bulunmuş ve aksi takdirde bedelini ağır ödeteceğini, cihâd-ı ekber ilân edeceğini sert ve kat’î bir dille bildirmiştir. Fransız yetkililer ise derhâl mezkûr tiyatroyu henüz sahnelenmeden iptal etmek zorunda kalmışlardır.

Mahut iftira ve hakaret dolu tiyatronun Fransız yazarı Vicomte Henri de Bornier bu sefer İngiltere’de tiyatrosunu sahnelemeyi ümit etmiş; fakat İngiltere dahî Sultan Abdulhamid’in Hazret-i Peygamber’e olan muhabbetinden, celâdetinden korkarak, bir İngiliz’in dahî tiyatroyu izlemesine fırsat vermeden iptal etmek mecburiyetinde kalmıştır.

O dönemdeki Osmanlı’nın «has­ta adam» olarak anıldığını da hatırlarsak, devletinin en zayıf zamanında bile Ulu Hakan Abdülhamid Han, Hazret-i Peygamber’e yönelik tamamen uydurma ve hayal mahsûlü hezeyanların, yalan ve iftiraların ortaya konulacağı bir oyunu engellemiş ve kırmızı çizgi olarak belirtmiştir.

Bu dönemde de Cumhurbaşkanımız aynı kararlılığı sergilemiştir. Artı olarak da hadis-sünnet noktasındaki bu tartışmaların, ülkemizde bir zümre tarafından yapılıyor olmasına da ayrıca hüzünlendiğini ifade etmiştir.

Tarih sosyolojisi bize önemli bir hatırlatmada bulunur. İbn-i Haldun’un sosyolojiye kattığı o müthiş zekâ pırıltısı hakikatiyle;

Devletlerin de insanlar gibi ömürleri vardır. Doğar, büyür. Azametini dünyaya haykırır. Yaşlanır, güç kaybeder ve sonra da her canlının ölümü tattığı gibi tarihin derinliklerinde gözden kaybolur.

Ata devletimiz Osmanlı, aşkla ve muhabbetle çıktığı yolculukta göstermiş olduğu dirâyetle bugün bile sâir devletlere ışık olmaktadır hem siyaseten hem de diğer bütün sosyal ve iktisâdî mevzularda. Tarih, Osmanlı’nın şanlı hâtıralarını sayfalarında hâlâ gururla taşımaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti de devraldığı tarihî mirası önce ne yapacağını bilememiş sonra redd-i mîras yapmış fakat sonunda; “Su akar mecrâsını bulur.” misali, tarihine sahip çıkmak kararlılığını göstermiştir.

Şimdi bu siyâsî irade ile yazımızın başında değindiğimiz aşkı yakalama yolunda seferberlikle Hazret-i Peygamber’in kutlu dâvâsına sahip çıkarak evvelâ rûhâniyet-i Şâh-ı Rusûl’ün mâneviyâtının muhafazası ve dâvâsının tesâhüp edilmesi ile eski ihtişam dolu kudretli günlere erişmek elbette kitaplarda okuduğumuz kahramanlık hikâyeleri olmaktan çıkacak, kendi muvaffakiyet dolu hikâyelerimiz olacaktır.

Zırvasından zirvesine bütün hasımlar, düşmanlar, türedi tipler bir araya gelse de başı muhabbet olan, aşk olan dâvânın samimî inanmışları ve o dâvânın yürekli liderinin karşısında haşhaş tarlalarının sarhoş müdâvimleri gibi sallana sallana yere kapaklanmaya mecburdurlar, mahkûmdurlar.

Gayret bizden, muvaffakiyet Allah’tan…