DÜNYÂ NEYE SÂHİPSE, O’NUN VERGİSİDİR HEP!..

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

28 Ağustos 1928… Bir mevlid kandiliydi.

Mehmed Âkif, Mısır’da bir nevî sürgün hayatı yaşamaktaydı. O velûd şair, onu Mısır’a süren inkisârın tabiî bir neticesi olarak, bu döneminde pek az eser kaleme alabilmişti. Fakat bu mevlid kandilinde Efendimiz’i anlatmak istiyordu. Kumdan sahrâlarda ve zamanda hayalî bir seyahate dalarcasına on dört asır evveline gitti:

On dört asır evvel yine bir böyle geceydi.
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!

Böyle bir gece demesi, mevlid kandiline yani 12 Rebîülevvel gecesi olmasına atıftı. Kum, çölleri anlatıyordu. Birkaç mısra sonra söyleyeceği üzere, sapa bir yer, maddî ve mânevî yokluğun hüküm sürdüğü câhiliyye çölü…

Mensur na‘tında; “Seccaden kumlardı.” diyen Ârif Nihat da aynı tezâdı dile getirmek istemiş olmalıdır. Ayın on dördü gibi muhteşem bir nur sağanağı; bahar bahar, gül gül doğan o masum yetim, o muhteşem öksüz Nebî, zuhur ettiği iklim ile müthiş bir kontrast (zıtlık) arz ediyordu. Aslında ilâhî irade, O’nu en beklenmedik yere saklamıştı.

Siyer kitaplarımızda Peygamberimiz’in doğumundan önce meydana gelen müthiş hâdiselerden bahsedilir. Kisrâ’nın saraylarının burçları yıkılmış, zulüm gölü Sâve kurumuş, Semâve taşmış, Papa korkunç bir rüya görmüş, şeytan müthiş bir çığlık atmıştı. Tarihen de Fil Vak‘ası gibi müthiş bir hâdise yaşanmıştı.

Na‘t ve mevlidlere de yansımıştır elbette bu rivâyetler. Lâkin bu anlatılanlar, fevkalâde bir hâdisenin altını çizmişse de; insanlar yeniden gafletlerine, yaşadıkları karanlık hayatın hayhuylarına dönmüşlerdi. O müthiş Nur doğmuş, o muazzam ahlâkıyla aralarında yaşamış, o muhteşem insâniyeti, iffeti ve haysiyeti henüz bir peygamber olmadan da sergilemişti. Lâkin körler çarşısında aynanın ne kıymeti vardı?

Âkif bu körlüğü anlattı:

Lâkin o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, hâlbuki, bekleşmedelerdi!

Bu hâl, bizim nice kıyâmet alâmetini devrimizde bizzat müşâhede ettiğimiz hâlde, bunların pek tesiri altında kalmamamıza benzemektedir.

Onlar da bekliyorlardı.

Yahudiler; kendilerini toplayıp yeniden Hazret-i Dâvud, Hazret-i Süleyman devrindeki gibi bir yükseliş zamanına kavuşturacak bir âhirzaman nebîsi bekliyorlardı. İsa Mesîh’i reddetmişlerdi. Çünkü; zühd ve âhiret mesajlı, derviş meşrep bir peygamber işlerine gelmemişti. Onlar kendilerinden bir kral-peygamber bekliyorlardı. “O gelince sizi tepeleyeceğiz!” diye Araplara tehditler savuruyorlardı. (el-Bakara, 89)

Hıristiyanlar da bekliyorlardı. Çünkü Hazret-i İsa; “Ben gitmezsem O gelmez!” demişti. (Yuhanna, 16/7-13) “Ben O’nu müjdelemeye geldim.” demişti. Adını dahî vermişti: «Ahmed» demişti. (es-Saff, 6) Bu sebeple nice rahipler ellerindeki ipuçlarıyla O’nu gözlemek için çöllere yayılmışlardı. Kimi Bahîra’ydı onların, kimi Nastura’ydı.

Basîretli Araplardan da bekleyenler vardı. Kuss bin Sâide; “Gökte bir haber var!” diyordu.

Bunca bekleyişe rağmen ve O geldiği hâlde niçin göremiyorlardı? Galiba bekledikleri yer ve yön yanlıştı. Yahudiler, kendilerinden bekliyorlardı. İsrailoğullarının tanrısı (!) yine onlardan seçmek zorundaydı -hâşâ-…

Araplar, çok uzun zamandır, kendilerine kitap ve rasûl gelmemiş, ümmî bir kavimdi. Putlara da tapmaya başlamışlardı. Siyaseten dağınık, ilmî, medenî ve askerî olarak bir hiç idiler.

Nerden görecekler? Göremezlerdi tabîî:
Bir kerre, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;

Aslında Hicaz, sapa bir yer gibi görünse de, mâzîsi itibarıyla, Son Nebî için çok mânidar bir beşikti. Merkezindeki Kâbe, tâ Hazret-i Âdem’den mirastı. Hazret-i İbrahim’in hac ve duâsından, Hazret-i İsmail’in teslîmiyet ve kurbanından, Hazret-i Hacer’in sa‘y ve zemzeminden mirastı. Lâkin çok geride kalmıştı. Gelenek öyle küllenmişti ki, O Hanîf ve muvahhid peygamberden tevârüs eden Kâbe’ye put doldurulmuştu. İsmail’in kurbanı, kanı putlara sürülen leşlere dönüşmüştü. Zemzem kuyusuna taş doldurulup zâyî edildiği gibi, hakikat de susturulmuş ve kaybedilmişti.

Âkif, sözü bize getirmek istiyordu bu şiirde. Bizler de, 1928’in ve 2017’nin müslümanları da; üzerinde oturdukları muhteşem mâzîden habersiz, karanlık, puslu bir câhiliyyeye mahkûmuz. O günün câhiliyyesi; ataları olan Hazret-i İbrahim ve İsmail’den ne kadar uzak ise, biz de bize kıymet veren ecdâdımızın medeniyet ölçülerinden habersiziz. Gelenek, bir şekil olarak aramızda. Süleymaniye ayakta, Kur’ân ellerimizde… Lâkin dağlar kadar fark var, ceddimizle aramızda.

Mehmed Âkif, asıl sebebin; «zemin»den çok «zaman» olduğunu dile getirdi, sonraki mısralarda:

Bir kerre de, mâmûre-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.

Dünyanın insanlar tarafından mesken tutulmuş, îmar edilmiş neresi varsa, o gün buhranlar içindeydi. Krizler, bunalımlar ve sıkıntılarla boğuşmaktaydı. «Bugün»den de beterdi.

Bugün ve o gün. Büyük bir benzerlik içinde.

Dünkü câhiliyye ve bugünkü, modern, hortlayan câhiliyye… Buhranlar aynı… Bencillik, kibir, cimrilik, acımasızlık, israf, kin, nefret, haset, düşmanlık, zulüm…

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!

Câhiliyyede kabîlelerin birbirine baskınlar yapması neredeyse vakâ-yı âdiyeden idi. Çok basit sebeplerle çıkan savaşlar yıllarca devam eder, kabîleler birbirlerine gösterdikleri vahşetlerle övünürlerdi. Bunlar neticede kardeş idiler. Ama birbirlerini yiyen kardeşler!..

M. Âkif; Rus Harbi’ni görmüştü, Balkan Harbi’ni görmüştü. Harb-i Umûmî’yi (Birinci Dünya Savaşı’nı) ve ardından Millî Mücadele’yi görmüştü.

Harbin de bir ahlâkı ve bir hukuku olduğunu dünyaya vaz‘ eden İslâm’dı. İslâm’ın nazarında, kâfir de insan olmak hasebiyle «hilkatte eş» idi. Ayrıca her an hidâyete namzet idi. Her şeyden öte, insan olmak haysiyetiyle mükerrem idi.

Fakat İslâm’ın düşmanları, bu fazîletlerden hiçbir zaman nasipdar olmadılar. Katlettiler, kirlettiler. Âkif, bu mezâlimin safahâtını acı acı anlattı Safahât’ında. Hâlâ uyanamayan, silkinemeyen müslümanı canlandırmak için minberden minbere koştu.

Bu şiiri yazarken de, nice İslâm beldeleri müstemleke vaziyetindeydi. Suriye Fransızların, Irak İngilizlerin, Libya İtalyanların çizmeleri altındaydı. Bugün bu ülkelerde yine kan gövdeyi götürmekteyse, oraları işgal edenlerin menfaat çatışmalarından başka bir sebep aramak abestir.

Osmanlı yıkılmıştı. Müslümanlar başsızdı. Yerinde kalan Cumhuriyet idaresi ise, Âkif’in içinde yaşayamadığı bir gidişat içindeydi. O yılın nisan ayında, Anayasa’dan; «Türkiye Devleti’nin dîni İslâm’dır.» ibâresi kaldırılmıştı. Aynı yıl harfler de değiştirilecek ve daha birkaç sene evvel can düşmanı olan milletlerin harfleri benimsenecekti.

Sadece düşmandan gelen değil, asıl içten gelen bir dert vardı:

TEFRİKA

Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin
Salgındı, bugün «şark»ı yıkan, tefrika derdi.

Fevzâ, anarşi ve kargaşa demekti. Zeminin yani yeryüzünün, bütün ufuklarını kargaşa sarmıştı. Rûm Sûresi’nde devrin Orta Doğu’sunun yaşadıklarına şahit oluyoruz. İki süper gücün, yani Roma ve Sâsânî İmparatorluklarının arasında kalan Anadolu-Suriye hattı, yaklaşık 10 yıl içinde iki defa el değiştirdi ve târumâr edildi. Roma İmparatorluğu sözde Hıristiyanlığı benimsemişti. Fakat tahrif edilmiş bu dîni, zulümlerinin maskesi olarak kullanıyordu o kadar. İran ise bâtıl dinlerin ve anlayışların hercümerci içindeydi.

Âkif, dertliydi. İkinci kez «Bugün»e atıfta bulunuyordu dertli mısralarında. «Şark»ı yani doğuyu bugün de o gün de yıkan tefrika idi. Yani fırka fırka olmak, parça parça olmak. Birleşememek. Dağınıklık.

Dün asabiyet, hamiyyet-i câhiliyye; bugün etnik milliyetçilik, bölgecilik, menfî mânâda mezhepçilik… Bunlar kardeşi kardeşe düşürüyor. Birçoğu da çok zengin olan onlarca Arap ülkesinin ortasında, yine Arap olan Filistin’i, yahudi kahrediyor, katlediyor. Bu tefrika yüzünden kimse bir şey yapamıyor. Dahası, birkaç ülke birleşip Katar’a cephe alıyor. İran, mezhep taassubuyla diğer ülkelerin içindeki Şiî unsurları kullanarak iç savaşları tahrik ediyor. Aynı şeyi Suud, Selefîlikle yapıyor. Türkiye; M. Âkif’in bu şiiri yazdığı yıllarda girdiği batılılaşmacı ve İslâm dünyasına bigâne kalma tavrını kısmen terk etse de, kardeşlerine bütün fedâkârlıklarıyla ağabeylik yapmak istediğinde, asabiyet duvarlarıyla karşılaşabiliyor.

Arakan’da yüz binlerce mazlum müslüman perişan. Dünyaya, ahlâk pazarlayan budistler, burada en kanlı yüzlerini utanmadan sergilemekte. Lâkin, yanı başındaki müslüman ülke Bangladeş; «Arakanlı müslümanlar ülkemize hicret eder de bir daha gitmezse…» diye dertleniyor.

Birçok müslüman ülke arasında ihtilâf var. Ülkeler daha da parçalanmak isteniyor. Kimileri gâvurdan dost, puslu havadan post kapma derdinde. Katledilen, hayatları karartılan, iffetleri çiğnenen, yerlerinden yurtlarından edilen milyonlarca müslüman; kimsenin umurunda değil…

Millî şair, kalemini ekseriyetle içtimâî meselelere hasretmişti. Na‘tı da bundan nasibini almaktaydı. Bu na‘tında Efendimiz’in içtimâî hayatta meydana getirdiği muazzam ıslah ve ihyâyı dile getirdi:

Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki Öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!

Yetim ve öksüz büyüyen Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kırk yaşına gelinceye kadar, câhiliyyenin kirlerinden zarar görmeyen nezih, iffetli, muazzam bir ahlâk üzere bir hayat yaşadı. Yaşadığı rahatsızlıklar O’nu inzivâya, o uzlet de O’nu ilk vahye mazhar olacağı Hirâ’ya çekiyordu. Kırk yaşında ilk vahiy O’nun gönlüne nâzil oldu.

“Ayaklar baş, başlar ayak oldu.” tabiri; “Lâyık olmayan değersiz kimseler idareci ve söz sahibi oldu, değerli kimseler onların idaresi ve hükmüne girdi.” mânâsındadır. “Kanlı ayakların başlarda gezmesi” Ebû Cehil, Âs bin Vâil, Velid bin Muğîre gibi gaddar, kindar ve riyâkâr insanların o toplumda ileri gelenler arasında sayılmasını açıklıyor. Lâkin Efendimiz; bir hidâyet güneşi hâlinde parıldamaya başlayınca, gerçekleri ortaya döktü.

“Ayakları suya erdi.” tabiri ise; “Bir şeyin gerçeğini, iç yüzünü neden sonra anlayıp aklı başına geldi.” demektir.

Kanlı ayaklar artık hakikati görmeye başladı. Kimisi Hazret-i Ömerler, Hamzalar gibi gerçekleri fark edip îmâna geldiler. Kimisi «başlarda gezmek» lüksünü kaybetmemek için ayak direttiler. Fakat insanlık tarihinde bir an kadar kısa olan 23 yılın sonunda Ebû Süfyanlar da boyun büktü, Amr bin el-Âslar da îmâna geldi. Zulüm pâyidâr olamadı. Çünkü O Mâsum, artık vazifesine başlamıştı:

Bir nefhada insanlığı kurtardı O Mâsum,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!

Nefha, üflemek demektir. Bir nefha, bir üfleyiş. Bir hamle! Bahsettiğimiz büyük zaman çizgisi içinde, muazzam bir süratin şairâne ifadesi…

Efendimiz’in nübüvveti 23 yıl sürdü. Ancak geniş dünya tarihi içinde bu 23 yıl, bir an gibi değerlendirilebileceği için; Âkif, Peygamberimiz’in her şeyi bir anda ıslah ettiğini ifade eder.

O Nur Yetim, câhiliyyeyi bertarâf etti. İnsanlığın buhranlarını tek tek çözdü. Küfrü îmanla, şirki tevhidle, kibri tevâzuyla, bencilliği fedâkârlıkla, gaddarlığı merhametle, cimriliği cömertlikle, yalanı doğrulukla, hayâsızlığı iffetle, israfı kanaatle yıktı geçti.

O’nun ardından asırlarca İslâm medeniyetinin en mükemmel tezâhürlerini temâşâ etti dünya. Zekât verecek fakir arandı!

M. Âkif; Peygamber Efendimiz’i «O Mâsum» diye adlandırıyor. Peygamberlerin ismet sıfatı vardır. Onlar günahlardan korunmuşlardır. Çünkü ümmetlerine en güzel örnek olacak şahsiyetler onlardır. «Mâsum»; ismet sıfatıyla korunmuş, günahsız, tertemiz demektir. Aynı zamanda, Allah Rasûlü’ne Cenâb-ı Hak;

“Ey Peygamber! Rabbin’den Sana indirileni tebliğ et!” emrinin devamında, mâsum ile aynı kökten fiil ile;

“Allah Sen’i insanlardan koruyacaktır! (Sana zarar veremeyecekler)” (el-Mâide, 67) teminatında bulunmuştu. Bu mânâ ile «Mâsûm» Allah tarafından kendisine ilişeceklerden muhafaza edilmiş, korunmuş zât demek olur.

Safahat Şairi; her iki mânâ ile Efendimiz’i «O Mâsum Yetim» zât olarak adlandırmakta.

Peygamber Efendimiz, ulaşabildiği her yere İslâm’ı tebliğ etti. İrtihâli esnasında; Hicaz, Yemen ve Necid hemen hemen bütün Arap Yarımadası hidâyete ermişti.

Habeşistan Necâşî’si O’nun, görmeden mü’mini, âşığı olmuştu.

O’na ve getirdiği Hak Dîni İslâm’a îmân eden insanlık, hem dünyada hem âhirette kurtuluşa ermekteydi. Hem maddî hem mânevî felâhı yaşamaktaydı. Hem içtimâî olarak zalimlerden kurtulmakta, adâlete ermekte, hem iç dünyalarındaki nefs ve şeytan tâğutlarından kurtularak, kalbin, vicdanın ve rûhun selâmetine kavuşmaktaydı.

Kayser, Bizans krallarına Arapçada verilen isimdir. Lisandan lisâna; sezar, çar, kayser, kaiser gibi şekiller almıştır. Fahr-i Âlem Efendimiz, devrin kayseri Herakliyus’a mektup gönderdi. Mektuptan etkilenen ve Efendimiz hakkında Ebû Süfyan’dan bilgi de alan Herakliyus; çevresindeki mutaassıp din adamlarının korkusuyla, ayrıca tâç ve tahtını kaybetme endişesiyle îmân edemedi. Peygamber Efendimiz, Bizans’a Mûte’de Allâh’ın kılıcı Hâlid ile ilk îkazını yaptı. Muazzam Tebük Seferi’nde ise Allah Rasûlü ve ashâbının karşısına, Bizans çıkamadı.

Bizans; 1453’te Fatih Sultan Mehmed tarafından sona erdirilene kadar, İslâm orduları tarafından geri püskürtüldü. Mısır, Suriye, Anadolu adım adım İslâm’ın adâletli hükmünün altına girdi. Âhirzamanda Roma’nın da fethedileceği nebevî müjdeler arasında.

Kisrâ, İran’da hüküm süren Sâsânî imparatorlarına verilen isimdi. Hüsrev kelimesinin Arapçada aldığı şekil idi. Kisrâ, kendisine gelen hidâyet mektubuna hakaret etti. Parçaladı. Kendisi de kısa bir müddet içinde parçalandı. Hem de oğlu tarafından. Hazret-i Ömer’in hilâfeti devrinde Sâsânîler tamamen tarih sahnesinden silindiler.

Geçtiğimiz asır boyunca dünyada ABD ve Rusya tarzında iki kutup, iki süper güç olduğu gibi, o günün dünyasında da bu iki hükümdarın devletleri hâkimdi.

İslâm’ın getirdiği değerler ile artık yeryüzü; zalim kisrâlar ve kayserlerden nisbeten kurtulacak; adâletle hükmeden Ömerler, Ömer bin Abdülazizler, Harun Reşidler, Alparslanlar, Fatihler, Yavuzlar ve Kanunîlere kavuşacaktı.

Çünkü;

Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!

Câhiliyye, kuvvetli olan ezmeye hak sahibidir mantığıyla hareket eder. Böyle bir ortamda, zulüm âdeta;

“–Bana kim engel olabilir ki?” diye küstahlaşır.

Mazlum da;

“–Bana kim imdat edebilir ki?” diye sindikçe siner.

İnsanı ve insan topluluklarını, kādir olduğu hâlde, âcizi ezmekten alıkoyacak tek güç, din ve vicdandır. Âhirete, haşre ve hesap vereceğine îmandır. O Mâsum Nebî, insanlığa işte en başta bu değerleri kazandırmıştı. Hak mefhumunu öğretmişti. Kıyâmette hakkın sahibine verileceğini bildirmiş, omzunu açarak;

“Kime vurdumsa gelsin vursun!” buyurmuştu.

Günümüz câhiliyyesinde makyajlı, maskeli de olsa aynı zulüm mantığı hüküm sürmektedir. Kapitalizm, fakir daha fakir olsun; fakat zenginin önü tıkanmasın, zenginin daha zengin, daha müsrif, daha bencil, daha cimri olmasının önüne hiçbir engel konmasın mantığına sahiptir. Hele günümüzde, sanayi ve teknoloji de zulmün hizmetine girmiştir.

1945’te ABD; sadece kara savaşıyla uğraşıp yorulmamak, zâyiat vermemek ve Japon ordusunun teslim olmasını daha kolay bir şekilde sağlamak için, Japonya’nın iki büyük şehrine atom bombası attı. Hiroşima ve Nagazaki’de hiçbir suçu olmayan masum insanlar, hayvanlar, hattâ bitkiler öldü. Yaşayan sakat kaldı, nesillerine dahî zararlar aktarıldı. Bunu yapanlar bu hakkı nereden aldılar? Bunlar hesap da vermediler. Güya inandıkları Hıristiyanlık da onları böyle akıl almaz vahşetten alıkoyamadı.

Hâlbuki celâlli bir padişah olan Yavuz’un; Osmanlı hudutları dâhilindeki hıristiyanları zorla müslüman yapma düşüncesine, bizzat şeyhülislâm karşı çıktı ve buna salâhiyetinin olmadığını Padişah’a bildirdi.

Âlemlere, rahmetti, evet, Şer‘-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak buyurdu:

“(Rasûlüm!) Biz Sen’i âlemlere ancak rahmet olarak (merhamet olsun diye) gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)

Peygamberimiz’in gönderilişi, Kur’ân ve Sünnet iledir. Kur’ân ve Sünnet ile, Şerîat-ı Muhammediyye meydana gelir.

Sonunda ayn harfi olarak, «şer‘», şeriat, ahkâm demektir. Dînimizde yapılan bir işin meşrû yani şer‘-i şerîfe muvâfık olması gerekir. İnsanlığa adâlet, vicdan, huzur ve saâdet getiren bu ahkâm, gayet açıktır. «Mübîn»dir. İnsanlığa dertlerini ve dermanlarını beyan eder. Lâkin zorlamaz. “Dinde ikrah yoktur.” Allah Rasûlü ve O’nun izinden giden ashâbı ve etbâı da, İslâm’ın gölgesinde yaşamaya talip olanlara adâlet götürdüler.

Tarih şahittir ki; İslâm ordularının kılıcı, ancak zorba kralları ve zâlim voyvodaları bertaraf etti. Halk İslâm’a karşı mukavemet göstermediği gibi çoğu kez fethe gönüllü oldular. İslâm fütuhâtının kalıcı olmasının sebebi de buydu.

Şehbal, kuşun en uzun kanadıdır. «Cenâh: Kanat» altına almak, Kur’ân’da merhamet, şefkat, tevâzu, af mânâlarında kullanılmıştır. (el-Hicr, 88; el-İsrâ, 24; eş-Şuarâ, 215) Kur’ân şairi olan Âkif; İslâm’ı; gölgesindekilere; merhamet, saâdet, huzur ve adâlet bahşeden bir devlet kuşu gibi, bir hümâ, bir ankā gibi tahayyül ediyor ve onun gölgesinde yaşamaya, yani adâlete talip olan nasiplileri; Âlemlere Rahmet Peygamberimiz’in şer‘-i mübîninin kanatları altına aldığını ifade ediyor.

Bu asla mübâlâğa değildir. Ermenileri düşünelim:

Ermeniler, İslâm’dan önce Bizans’ın eze eze kullandığı bir millet idi. Sınır boylarında canlı kalkan olarak tutulan bu milletin mensuplarına İstanbul’a girme hakkı dahî verilmezdi. İslâm’ın Ermenilerin yaşadığı coğrafyaları fethetmesinden itibaren bu millet; asırlarca hem dînî ve millî hüviyetini muhafaza etti, hem diğer hıristiyanlara tanınan hakları taşıyarak ticaretine vs. devam etti. Osmanlı coğrafyasında millet-i sâdıka addedilerek kendilerine kıymet verildi.

Lâkin daha sonra Osmanlı zayıflayınca, batılı ülkeler ve Rusya, Ermenileri kullanmaya girişti. Her biri Ermenileri hem aslî mezheplerinden çıkararak asimile etti, hem de isyanlara sevk ederek devamlı onların başını belâya soktu. Ermeniler, aslında Gregoryen’dirler. Fransızlar Ermenileri Katolik, İngiliz ve Amerikalılar Protestan, Ruslar ise Ortodoks yapmaya çalıştılar. Onları isyana teşvik edenler, başarısız olup da te’dip edildikleri zaman; menfaatlerine yaramıyorsa, Ermenilere hiç de sahip çıkmadılar. Kullanıp attılar.

Bugün dünya üzerinde Ermeniler; 4 ayrı mezhebe ayrılmış paramparça ve perişan vaziyetlerini, batılılara aldanmalarına borçlular. Yani zalimin mantığı Bizans’tan asırlar sonra da değişmedi. Hâlbuki İslâm idaresi altında ne burunları kanadı ne kimlikleri zâyî oldu.

Ermenilerin İslâm idaresi altındaki vaziyetlerini; Afrika’da köleleştirilen, Hindistan’da dokuma yapamasın diye kolları kesilen, Amerika’da kökleri kazınarak yok edilen yerli unsurların ahvâliyle kim kıyaslamaya cesaret edebilir?

Bu hakikat; İslâm’ın, bünyesinde gayr-i müslim olarak yaşayana dahî lutfettiği saâdettir. Müslüman olanlar ise iki cihan saâdetine kavuştular.

Dünyâ neye sâhipse, O’nun vergisidir hep;
Medyûn O’na cem‘iyyeti, medyûn O’na ferdi.

«Allah vergisi» gibi kalıplarda yaşayan mânâsıyla «vergi»; ihsan, bağış ve hediye demektir. Dünyanın sahip olduğu bütün hayırlı hususiyetler, Peygamber Efendimiz’in insanlığa armağanıdır. Fert ve cemiyet olarak sahip olunan her güzellik, her hayır…

Ümmet-i Muhammed’in muvaffak olduğu her türlü zafer, sergilediği her türlü fazîlet de o ümmetin zirvesi olan Efendimiz’e mâl edilmelidir. Nitekim bütün evliyâullah, Allah Rasûlü’nün talebeleridir, bütün feyiz ve rûhâniyetleri de O’ndandır. Mevlânâlar; ayrı bir benlik iddia etmemişler;

“Ben Ahmed-i Muhtâr’ın ayağının tozuyum!” demişlerdir.

Kudretli hükümdar Fatihler, Selimler; «Şân-ı Muhammedî âlemi fethetsin» diye kıtadan kıtaya koştular.

Bugün tarih itiraf ediyor ki;

• Haçlı seferlerinde barbar Avrupalılar, istîlâya geldiği Kudüs ve civarındaki müslüman memleketlerden birçok yeniliği öğrenip ülkelerine taşıdılar. Meselâ; matematiğin temeli olan ondalık sistemi müslümanlardan öğrendiler.

• Avrupa Rönesans’ı, Arapçadan tercüme ettiği eserlerle başlatabildi. Kendileri için karanlık olan Orta Çağ’dan da üzengisini öpmeyi şeref bildikleri Osmanlı’nın tazyikleri sayesinde kurtulabildiler.

• Modern dünyada vakıf, çok unsurlu idare tarzı vb. birçok sistem Endülüs ve Osmanlı’dan kopyalandı.

• Lafayet, Lamartine, Goethe vb. nice batılı, Hazret-i Peygamber’in şahsiyetine ve getirdiği nizâm-ı âleme hayran oldular.

20. asır Osmanlı münevveri ise bu kıymetten habersizdi. Batıdan münkir cereyanlar estikçe esiyordu. Bunlardan, Sosyal Darwinizm denilen anlayışa göre, insanlık içtimâî mânâda da tekâmül ediyordu. (Evrim geçiriyordu.) Batı; kendisini, insanlığın cemiyet ve fert olarak ulaştığı zirve medeniyet olarak takdim ediyordu. Bu yaldızlı maskeye hayran olan gafil çoktu. Bu anlayışa göre -hâşâ- dinler de bu tekâmülün bir merhalesinden ibaretti ve artık geride kalmışlardı. Osmanlı’nın son döneminde dîne kayıtsız, hattâ dîne düşman, onu «pâ-bend-i terakkî / ilerlemeye mâni» gören, dışı Osmanlı içi gâvur tiplerin zihin dünyası, batının zehirli fikirlerine âdeta kurtarıcı reçete gözüyle bakıyordu.

Savaşlarda o maskeli yüz, yırtıcı suratını gösteriyor, o tek dişi kalmış canavar, vahşî ulumalarını duyuruyordu. Fakat gaflet bir türlü zâil olmuyordu. Günümüzde İslâm’a ve müslümanlara topyekûn saldırmalarının altında da zalim medeniyetin karşısında durabilecek tek gücün İslâm olduğunu bilmeleri vardır ve bunu itiraf etmektedirler.

Mehmed Âkif, bu sebeple ülkesinde de idarenin İslâm’dan tam rota uzaklaşmakta olduğu bir devirde feryat ediyordu:

“Hayır hayır!.. İnsanlığa, hakkı, adâleti, hukuku, insanlığı O Mâsum öğretti!..

Biz ve bütün insanlık O’na medyûnuz, O’na borçluyuz. O’na teşekkür etmeli ve bugün de yine O’na, O’nun sünnetine koşmalıyız.”

Tıpkı Necip Fazıl’ın;

Haykırsam kollarımı makas gibi açarak,
Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak!

diye bağırdığı ve arkasından ıslah adına yapılanların âdî bir taklit ve acı bir aldanış olduğunu anlattığı gibi…

Medyûndur O Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet…
Yâ Rab! Bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.

Bugün fark etmeyenler varsa da bütün insanlık, O Mâsûm’a borçludur her şeyi. Sesimizi duyuramasak da, bu yanlış gidişi döndüremesek de; en azından safımızı belli etmek, bu ikrar ile ölüp bu ikrar ile haşrolmayı dilemekten başka çaremiz yoktur.

M. Âkif kelimelerin mahdut imkân ve muhtevâsı içinde Efendimiz’i ancak bu kadar ifade edebilmiştir. Allah Rasûlü’nün insanlık için arz ettiği büyük mânâ asıl âhiret gününde meydana çıkacaktır…

İşte o gün, bu ikrâr ile, O’na medyûniyet ile haşredilenlere ne mutlu!