Sâlih Amellerin Esası; ALLAH İÇİN OLMAK

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Kâinâtın harcı, sevgi ile karılmıştır; merhamet, şefkat, fedâkârlık, diğergâmlık… gibi bütün fazîletler, sevginin bir tezâhürüdür. Sevgi olmadan, hiçbir rahmet tecellîsi husûle gelmez. Esmâ-i Hüsnâ’dan birisinin «el-Vedûd» olması da buna bir işarettir.

“«el-Vedûd»; dilediği kulunu çok seven, aşkı ile yanan kullarını seven, sâlih kullarını sevip onları rahmet ve rızâsına ulaştıran ve sevilmeye en çok lâyık olan demektir.”*

Sevginin en üst seviyesi «aşk»tır. Aşkın da ileri mertebesinde; âşık kendinden geçer, iradesi mâşûka tâbî olur. Maddî aşkta bunun misali, Leylâ’ya tutulup kendini çöllere vuran Mecnun’dur. Aşkın ulvîleşmesi; Mecnûn’un; «Leylâ!» diye diye «Mevlâ»yı bulmasıdır. Tasavvuf, îmânın aşk seviyesine yükselmesini tâlim eden bir mekteptir. Bu mektebin Hak âşıklarından Mevlânâ Hazretleri, ölümü «şeb-i arûs» olarak vasfedip;

“Ölümümde ağlamayın; âşık, mâşûka kavuşuyor.” derken;

Yûnus Emre de, aşkın derinliğini şöyle terennüm eder:

Cennet cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç hûrî;
İsteyene ver Sen ânı; bana Sen’i gerek Sen’i.
Yûnus’dürür benim adım, gün geçtikçe artar odum;
İki cihanda maksûdum; bana Sen’i gerek Sen’i.

İnsanın rûhâniyet merkezi olan kalp; «nazargâh-ı ilâhî»dir ve ancak Allah Teâlâ’nın zikri ile, aşkı ile itmi’nâna erer. (er-Ra‘d, 28) Bu makamda; onun ulviyetiyle bağdaşmayan, olur olmaz her türlü sevgiye yer açmaya çalışmak, orayı vîrâneye çevirir. Kur’ân-ı Kerim’de, sevginin mâhiyeti ve derecesi ile ilgili olarak şöyle buyurulur:

“İnsanlardan kimi de Allah’tan başka şeyleri O’na eş tutuyorlar da; onları Allâh’ı sever gibi seviyorlar.

Hâlbuki,

Îmân edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir…” (el-Bakara, 165)

Allah Teâlâ sevgisi bütün sevgilerin üzerindedir; meşrû da olsa hiçbir şeyin sevgisi, ona eş tutulamaz. Aksi takdirde, birtakım sapıklıklara kapı aralanması ihtimal dâhilindedir. Tasavvuftaki «nefsin tezkiyesi-kalbin tasfiyesi» tâlimi, o yüce makamı lâyık olduğu ulviyete hazırlama ameliyesidir.

Her şeyde olduğu gibi, «sevgi»de de ölçü fevkalâde elzemdir. Nitekim ülkemizde, geçen yıl 15 Temmuz’da, sevgi ve bağlılıkta ölçüyü tutturamayanların nasıl bir bataklığa saplandıkları ve memleketin başına ne gāileler açtıkları, fevkalâde acı bir tecrübe ile yaşandı. Hâşâ;

“Cebrâil -aleyhisselâm- parti kursa oy vermem; Peygamber Efendimiz; «İnzivâya çekilin!» dese, karşı çıkarım…” diyen, büyüklük vehmine kapılmış bir kendini bilmezin, Türkiye’yi parçalamak için uğraşan yabancı istihbarat servislerinin emrine girmiş olduğu görülemedi. Bu tevâzu maskeli kişinin sürüklediği topluluğun kanlı darbe teşebbüsü, ancak aziz milletimizin cansiperâne mukavemetiyle önlenebilmişti. Âdeta «sürü» hâlet-i rûhiyesiyle, öylesine akıldan sıyrılmış, büyülenmiş bir topluluk ki; her şey apaçık ortaya çıktığı hâlde, ne için bu kadar insanın kanının dökülmüş olduğunun hesabını düşünmek yerine; «Bir hikmeti vardır.» aldatmacasına sığınıp, hapishânede evliyâ olacakları vehmiyle teselli buluyorlar. Kezâ bütün din maskeli terör hiziplerinin mensupları da aynı şekilde yabancı istihbarat servisleriyle çalışan önderlerine uymuş olduklarından, düşmanın emellerine hizmet ediyorlar; İslâm âleminin bağrında onulmaz yaralar açıyorlar.

Böyle vahim durumlara düşmemek için, âlemlere rahmet Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bizâtihî kendisi üzerinden şöyle buyuruyor:

“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı övmede haddi aştıkları gibi; beni övmede, siz de haddi aşmayın. Bilin ki ben sadece bir kulum. Benim hakkımda; «Allâh’ın kulu ve elçisi» deyin.” (Buhârî, Enbiyâ, 48)

İdrak ve iradenin yanlış kılavuza teslim edilerek sürü hâline dönüşülmesi hamâkatinden kurtaracak yegâne usûl, sevgi ve bağlılıkta ölçünün kaçırılmamasıdır. Bu ölçü, Kur’ân ve Sünnet ölçüsüdür.

Kulun Allah Teâlâ’ya sevgisi nisbetinde kazanacağı karşılık, Hazret-i Ebû Hüreyre’nin rivâyetinde şöyle müjdelenmiştir:

Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurdular:

“Allah Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:

«Kulum, hakkımda nasıl bir zan yürütürse Ben öyleyimdir.

O, Ben’i zikredince Ben onunla beraberim.

O Ben’i içinden geçirirse, Ben de onu içimden geçiririm.

O, Ben’i bir cemaat içerisinde anarsa, Ben de onu, onunkinden daha hayırlı bir cemaatte anarım.

O, Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım.

O Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım.

O Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim.»” (Müslim, Zikr, 2, (2675);

“Hazret-i Allah bir kulunu sevdiğinde Cebrâil -aleyhisselâm-’ı çağırır ve ona şöyle buyurur:

«Ben falan kulumu seviyorum sen de onu sev.»

Cebrâil -aleyhisselâm- onu sever.

Sonra semâda seslenip der ki:

«Allah Teâlâ falan kulu seviyor, siz de onu sevin.»

Semâdakiler de onu sever.

Sonra onun sevgisi yerdekilerin gönüllerinde yerleşir.” (Müslim, Birr, 157)

Âşık, mâşûkun sevdiklerini sever; sevmediklerini de sevmez. Gönlünü Allah Teâlâ’ya bağlamış sâlih bir kulun da; O -celle celâlühû-’nun sevdiklerini sevmesi, sevmediklerini de sevmemesi iktizâ eder. Hadîs-i şerifte şöyle buyurulur:

“Dâvud -aleyhisselâm- şöyle duâ ederdi:

«Allâh’ım!

Sen’i sevmeyi, Sen’i sevenleri sevmeyi, Sen’in sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi dilerim.

Allâh’ım! Sen’in sevgini bana canımdan, ailemden, soğuk sudan daha ileri kıl.»” (Tirmizî, Deavât, Tefsîrü’l-Kur’ân, 39)

Allah Teâlâ’yı sevmeyi, her sevginin üzerinde tutma ölçüsüyle; O -celle celâlühû-’nun rızâsına uymayan şeylere tutulmaktan, şirke kaymaktan da korunmuş olur.

Her makbul işin Allah Teâlâ için olması hususundaki bir kıssa şöyledir:

“Allah Teâlâ;

«–Yâ Musa! Ben’im için ne amel yaptın?» buyurdu. O da;

«–Yâ Rabbî! Sen’in için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim ve Sen’i zikrettim.» deyince, Allah Teâlâ;

«–Namaz, senin için burhandır. Oruç, seni cehennemden koruyan kalkandır. Zekât; mahşer günü, herkes sıcaktan yanarken, sana gölge yapacaktır. Zikir de o gün, karanlıkta nur olacaktır. Ben’im için ne yaptın?» buyurdu.

Hazret-i Musa;

«–Yâ Rabbî! Sen’in için olan amel nedir?» dedi.

Allah Teâlâ;

«–Sevdiğini, Ben’im için sevdin mi ve düşmanımı düşman bildin mi?» buyurdu.”

Kur’ân-ı Kerim’de;

“İbrahim -aleyhisselâm- ve ya­nındakilerin, milletlerine; «Allâh’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda düşmanlık vardır.» (el-Mümtehine, 4) demeleri bunun içindir.” Bu cümleden olarak Kur’ân-ı Kerim’de;

“Ey îmân edenler! Küfrü îmâna tercih ediyorlar ise, babalarınız ve kardeşleriniz dahî olsa onları dost edinmeyin. Aksi davrananlar, nefislerine zulmetmiş olurlar.” (et-Tevbe, 23) buyurulur.

“Her kim bir dostuma düşmanlık ederse, Ben ona karşı harp ilân ederim…” (Buhârî, Rikāk, 38) buyurulan hadîs-i kudsî de, sevgiyi Allah Teâlâ’ya hasretmenin ne kadar önemli olduğuna bir işarettir. Nitekim ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtını, «gökteki yıldızlar» seviyesine yükselten bu sadâkattir.

Her işi Allah Teâlâ için yapmanın makbuliyeti ve O -celle celâlühû-’nun indindeki değeri, hadîs-i şerifte şöyle ifade buyurulur:

“Allah Teâlâ kıyâmet gününde şöyle buyurur:

«–Ey Âdemoğlu! Hastalandım, Ben’i ziyaret etmedin…»

Âdemoğlu;

«–Sen âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl ziyaret edebilirdim?» der.

Allah Teâlâ;

«–Falan kulum hastalandı, ziyaretine gitmedin. Onu ziyaret etseydin, Ben’i onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun?» buyurur. Yine devamla şöyle buyurur:

«Ey Âdemoğlu! Ben’i doyurmanı istedim, doyurmadın…»

Âdemoğlu;

«–Sen âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl doyurabilirdim?» der.

Allah Teâlâ;

«–Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer ona yiyecek verseydin, verdiğini Ben’im katımda mutlaka bulacağını bilmez misin?» buyurur. Yine devamla şöyle buyurur:

«Ey Âdemoğlu! Sen’den su istedim, vermedin…»

Âdemoğlu;

«–Ey Rabbim! Sen âlemlerin Rabbi iken ben Sana nasıl su verebilirdim?» der.

Allah Teâlâ;

«Falan kulum senden su istedi, vermedin. Eğer ona istediğini verseydin, verdiğinin sevabını katımda bulurdun. Bunu bilmez misin?» buyurur.” (Müslim, Birr, 43)

Allah Teâlâ için seven veya buğzeden kişi, her şeyde O -celle celâlühû-’nun rızâsını aradığından; asla O’na aykırı düşmez, sapıtmaz; ilâhî rızâya uymayan yolu, hiç tereddüt etmeden terk eder. Günümüzde, cemiyetlerdeki içtimâî sıkıntıların ve dûçâr olunan kargaşanın esas sebebi; davranışlarda Allah Teâlâ’nın rızâsının gözetilmemesidir. Huzuru yok eden en önemli âmil; nefsâniyete tâbî, dünyevî endişe ve hırslarla yapılan işlerle ortaya çıkan menfaat çatışmalarıdır. İnsanlar; gönülde, Allah Teâlâ aşkının yerine ikāme edilen mal-mülk, para, şöhret, kadın, önder, meşrep, mezhep, kavmî asabiyet… gibi sevdalarla, onlar uğruna ölecek ve öldürecek kadar kendilerinden geçebiliyor. Hâlbuki insana düşen, sonu böyle hüsran olan hâller değil; O -celle celâlühû-’nun ihsan buyurduğu cânı, ancak O’nun için fedâ edebilmektir ki; bu, kazanılacak rütbelerin en büyüğü olan şehâdettir. Müslümanın şiârı, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın tavsiyesi üzere;

“Bugün Allah için ne yaptın!?.” diye kendisini hesaba çekerek, Allah Teâlâ için olmayan amellerden kurtulmaya ve O -celle celâlühû-’nun kalpteki sevgisini pekiştirmeye gayret etmek olmalıdır. Sâlih amellerin esası, Allah Teâlâ için olmasıdır.

Elmalılı Hamdi YAZIR Hocaefendi’nin, neşredilen tefsîrindeki münâcaat ve tazarrû ile;

“… Sen sevdirmezsen ben sevemem, sevdir bize hep sevdiklerini; yerdir bize hep yerdiklerini; yâr et bize sevdiklerini!..”

Âmîn…

____________________

* Vuslat Turâbî: Esmâ-i Hüsnâ, Altınoluk Yay., No: 10.