BEŞERİYET, İNSANLIĞI O’NDAN ÖĞRENDİ!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

GÖNDERENİN KADRİNCE…

Bir aşîret reisi Hazret-i Hâlid bin Velid’e dedi ki:

‒Bize Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i anlatır mısınız?”

Hazret-i Hâlid ise acziyetini belirtti:

–Allah Rasûlü’nün o ebedî güzelliklerini anlatmaya benim gücüm yetmez. Hele etraflıca anlatmamı arzu edersen, bu hiç mümkün değil.

Aşîret reisi ısrarcı oldu:

–Bildiğin kadarıyla anlat! Hiç olmazsa kısa ve öz olarak tarif et!

Hazret-i Hâlid tek cümleyle özetledi:

اَلرَّسُولُ عَلٰى قَدْرِ الْمُرْسِلِ

–Gönderilen, gönderenin kadrince olur!.. (Münâvî, V, 92/6478)

Bu özet ifade;

“Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i in­sanlığa gönderen sonsuz kudret, bütün Âlemlerin Rabbi ve sayısız Kâinâtın Hâlıkı olan Allah Teâlâ olduğuna göre; gönderilenin nasıl bir değere ve şâna sahip olduğunu, O’nun zâhir ve bâtın nasıl yüce hususiyetlere ve fazîletlere mâlik bulunduğunu var sen idrâk et!” şeklinde deryâ gibi hakikatlerin bir hulâsasıydı.

Öyleyse O’nu tanıyabilmek için reçete;

ANLAYARAK OKUMAK…

Hakikaten;

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i çok iyi anlayarak okumak şart. O’nu rehber edinerek O’na aşk ve muhabbet dolu bir itaat içinde yaşamak farz. Son nefese kadar bir milim bile sapmadan O’nun izinden gitmek zarurî.

O’nu anlayarak okumak;

Asla, yüce Allâh’ın «kitap yüklü merkepler» demesine sebep olan gafilâne ve câhilâne bir okuyuşla olmaz.

Mutlaka, Cenâb-ı Hakk’ın;

“Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28) âyetini gönüllere aşk ile dokuyuşla olur.

O’nu okumak;

İllâ zâhir ve bâtın âhengi içinde O’na bambaşka bir muhabbetle dolu dipdiri bir kalp ile olur. Eğer O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, aşk ve muhabbet ile okunmazsa; O’nun müstesnâ hayatı, kupkuru bir kronolojiden ibaret kalır. Oysa hakikat, kronoloji ile değil; ancak aşk, şuur ve idrâk ile tecellî eder. Bu sebeple zaten Kur’ân-ı Kerim’de de kronoloji fazla bir yer tutmaz.

O’nu okumak;

Kur’ân-ı Kerim ve hadîs-i şerif denilen iki ilâhî pencereden aynı temâşâyı gerçekleştirmektir, yani ille bu iki gözle ve net olarak seyretmektir.

İşte o zaman O’nu okumak mümkün olur.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ki;

İnsanlığa yerlerin ve göklerin aynası oldu. Onda iki cihanın sırları okundu.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kİ;

Beşeriyet, hakikî insanlığı O’ndan öğrendi.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ki;

Gerçek adâlet ile hak ve hukukun ne olduğunu bütün dünya O’ndan tahsil etti.

İşte bizzat O’nun eşsiz eğitimi:

“Nihayet ben de bir insanım.

‒Aranızda bazı kimselerin hakları geçmiş olabilir.

‒Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım; gelsin vursun!

‒Kimin malını sehven almışsam, işte malım; gelsin alsın!” (Ahmed, III, 400)

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ki;

İnsanoğlu, en güzel kardeşliği O’ndan öğrendi. Çünkü O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“Din kardeşlerinden birini üç gün görmese sorardı. Uzaktaysa, seyahatteyse ona duâ ederdi, evindeyse ziyaret eder, hastaysa şifâ dilerdi.” (Bkz. Heysemî, II, 295)

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Sık sık sorardı:

“(Ey ümmetim!)

‒Bugün bir yetim başı okşadınız mı?

‒Bugün bir aç doyurdunuz mu?

‒Bugün bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?

‒Bugün bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Ölü kalpleri bile dirilten bir eğitim üslûbuna sahipti. İnsanlarda gördüğü hatalar ve kusurlar karşısında yapılması gereken îkazları ve düzeltmeleri, kendinin «yanlış görmüş olabileceği» vurgusu etrafında gerçekleştirir ve şöyle derdi:

‒Bana ne oluyor ki, sizi böyle görüyorum!

Çünkü O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Kimsenin kusurunu yüzüne vurmazdı. Yellenen bir kimseyi utandırmamak için;

“‒Deve eti yiyenler, abdest alsınlar!” buyurdu, böylece o şahsın saklı kalmasını temin etti.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Kendi açlığını unutacak kadar cömert bir peygamberdi.

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- buyuruyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aile efradı, Medine’ye geldiği günden vefat ettiği âna kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

“Dilesek doyabilirdik. Fakat Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- îsârda bulunurdu.” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, III/62 [1396])

Yani O’nun ve ailesinin açlığı yokluktan değildi.

Çünkü gerek gazvelerde elde edilen ganîmetler, gerek bol bol gelen hediyeler ve benzeri imkânlar her zaman vardı. Lâkin Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mü’min kardeşlerini kendine tercih ederek elindekileri onlara verirdi. Böylece Hâne-i Saâdet’e her ne gelirse gelsin, hemen Allâh’ın kullarına infâk edilirdi. Bu, yüce bir şuur ve idrâk idi.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Muhtaçlara dağıtmadan kendisi almıyordu. Hendek’te, Hazret-i Câbir’in bir kap yemeğini oraya gelen herkese ikram etmiş, herkesi doyurmuş, ondan sonra kendisi almıştı.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Hizmet edenleri çok severdi. Nitekim;

Mescid-i Nebevî’yi temizleyen siyâhî bir mü’min vardı. Efendimiz onu bir ara göremedi. Merak ederek nerede olduğunu sordu. Vefat ettiğini söylediler. Bunun üzerine vefâ âbidesi Efendimiz;

“–Bana haber vermeniz gerekmez miydi?” buyurdu.

Daha sonra;

“‒Bana kabrini gösterin!” dedi.

Onun kabrine gidip cenâze namazı kıldı ve ona duâ etti. (Buhârî, Cenâiz, 67)

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Köleler ve efendiler şeklinde toplumu parçalayan sınıf farkını tamamen sıfırladı.

Bir gün Medîne-i Münevvere’deki çarşılardan birine uğramıştı. Çarşıda siyâhî bir köle müzâyede ile satılıyordu. İslâm’la şereflenmiş olan bu köle diyordu ki:

“–Beni alacak olana bir şartım var.”

Alıcılardan biri sordu:

“–Nedir o şart?”

Köle açıkladı:

“–Farz namazlarımı Rasûlullâh’ın arkasında kılmama mânî olmayacaksın.”

Adam da bu şartı kabul ederek köleyi satın aldı.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o köleyi farz namazlarda hep görürdü. Bir gün yine bakındı, fakat onu göremedi. Kölenin efendisine sordu:

“–Hizmetçin nerede?”

Adam, îzah etti:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! O, hummâya yakalandı.”

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına buyurdu:

“–Kalkın, onu ziyarete gidelim.”

Birlikte kalktılar ve şifâ dilemek için ziyaretinde bulundular. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birkaç gün sonra yine sordu:

“–Hizmetçinin hâli nicedir?”

Adam da vaziyeti aktardı:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, onun ölümü yakındır.”

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kalktı, o kölenin yanına gitti. Tam o esnada köle vefat etti. Onun teçhiz ve tekfinini de bizzat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz üstlendi ve götürüp defnetti.

(Fakat böyle bir davranışa o günkü Arap toplumu alışkın ve o âna kadar da hiç şahit olmadığı için) ashâb-ı kiram; bu durumu bir hayli garipsediler.

Muhâcirler;

“–Biz, vatanımızı, mallarımızı, ailelerimizi terk edip buraya geldik; hiçbirimiz Rasûlullah’tan şu kölenin gördüğü iltifâtı, hayatında, hastalığında ve ölümünde görmedi.” dediler.

Ensar da;

“–Biz de Allah Rasûlü’nü misafir ettik, O’na yardımda bulunduk ve mallarımızla O’nu destekledik ama, Habeşli bir köleyi bize tercih etti.” dediler.

Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“…Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır, takvâsı en güzel olanınızdır…” (el-Hucurât, 13) (Vâhidî, s. 411-412)

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Vedâ Hutbesi’nde bir insanlık beyannamesi yayınladı. O’nun bütün vaz‘ ettikleri, insanlığın değişmez kaidelerini oluşturdu. Gerçek şu ki, insanların yaptıkları bütün anayasalar, çaresiz bir vesileyle devamlı değişiyor. Fakat O’nun hayat ölçüleri ve kaideleri ise, her asırda canlılık ve tazeliğini aynen muhafaza ediyor.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Kan dökücü zalimlerin cesaretini ve zulümlerini kırmak, toplumları helâk eden mikropları bertaraf etmek ve böylece ilâhî şifâyı, çareyi, rahmeti ve adâleti hâkim kılmak sadedinde;

“‒Ben savaş peygamberiyim.” buyurdu.

En çetin savaşlarda da merhamet ve şefkat tevzî etti. Bedir’de, harp başlamadan bir gün önce gelip kuyulardan su isteyen müşriklere su verdi. (İbn-i Hişâm, II, 261)

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Daima Hâlık’ın nazarıyla baktı bütün mahlûkata.

İslâm ordusu, Mekke fethine giderken yolda yavrularını emziren bir köpeğe rastladı. Hazret-i Peygamber, hemen ordunun rotasını değiştirdi. Köpeğin başına bir nöbetçi koydu ve asker tarafından rahatsız edilmesine engel oldu. (Vâkıdî, II, 804)

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Bir defasında yanık bir karınca yuvası gördü. Rakîk gönlü, derin bir teessüre büründü. Sitemle doldu ve şöyle buyurdu:

“‒Kim yaktı bunu?!.

‒Ateşle azap vermek, sadece ateşin Rabbine mahsustur.” (Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd 112/2675, Edeb 163-164/5268)

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Hak hariç, hiç kızmazdı. Gönülleri, sabır ve basîretle tedavi ederdi.

Bir gün bir genç geldi. (En olmayacak bir talepte bulundu). Zinâ etmek için izin istedi. Hazret-i Peygamber ise, (sükûnetle davranarak) ona onun kendi akrabaları için böyle bir şeyi isteyip istemeyeceğini sordu. Genç dedi ki:

–Allah beni Sen’in yoluna kurban etsin, hayır, vallâhi istemem ya Rasûlâllah!

Efendimiz buyurdu:

–Diğer insanlar da böyle bir şeyi istemezler.

Ardından Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek elini gencin üzerine koydu ve duâ etti:

“Allâh’ım, bunun günahlarını affet, kalbini temizle ve iffetini muhafaza eyle!”

O günden sonra o genç, böyle bir şeye hiç tenezzül etmedi. (Ahmed, V, 256-257; Heysemi, I, 129)

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

İnsanları, karakter ve şahsiyet yapılarına göre yetiştirirdi. Bir çöl bedevîsine telkini farklıydı; idareci ve kumandan olacak veya cemaate dîni tebliğ edecek kişilere verdiği telkinler farklıydı.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Sonsuz bir fedâkârlığa sahipti. Hele Kur’ân için bambaşka bir gayret ve fedâkârlık sergiliyordu. Ebû Talha anlatıyor:

“O Rasûller Sultânı, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. O, bu hâliyle ayakta durmuş ve ashâb-ı suffeye Kur’ân öğretiyordu.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Bir harbe giderken en önde giderdi; bu davranışı, ordusuna cesaret verir, düşmana ise korku salardı. Fakat muharebeden dönüşte ise daima en arkadan gelirdi; böylece kim zayıf, kim himayeye muhtaç ise onları fark eder, koruyup gözetir, teselli eder, hattâ gerekirse terkisine alırdı…

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Gece-gündüz İslâm’ı anlatmayı ve yaşamayı kendisine yegâne dâvâ ve sevda edinmişti. O’nun en büyük zevki ve hazzı, İslâm idi. İslâm’ı yaymak, kendisine büyük bir lezzet veriyordu. En büyük aşkı ve huzuru da kendinden sonraya yetişmiş nesiller bırakabilmekti. Bu istikamette O’nun, nebevî bir ömrün hulâsası olarak bıraktığı karakter ve şahsiyet mirası, çok mühimdir.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Bir çöl bâdiyesindeki en geri bir toplumu ve o toplumdaki kumlar gibi kurumuş vicdanları da yemyeşil bahçelere dönüştürdü, cennetler misali yeşertti ve zirvelerin zirvesine çıkardı. Her birini yıldızlar misali eyledi. En gaddar ve taş yürekleri bile, gözleri şefkat ve merhametle dolu dolu ve ıslak ve de Allah korkusuyla âdeta birer ırmak gibi olan şefkatli gönüller hâline getirdi.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Kendine ait hususlarda daima affedici oldu. Fakat şer‘î bir hudut veya bir hak çiğnendiği zaman her şeyi yerli yerince tanzim ve tevzî edinceye kadar O’nu kimse durduramadı.

O’nu okurken anlamamız gereken hususlar, işte bunlar.

O’nu okurken daima şunu sormalı:

O’NUN GÖNLÜNDE NE VARDI?

Allah Rasûlü’nün gönlünde neler vardı?

Hiç şüphesiz ki;

Hidâyet bekleyen insanlar vardı.

O’nun gönlünde;

Mü’min olmuş fakat daha takvâya erişmemiş kimseleri takvâya eriştirebilmenin endişesi ve gayreti vardı.

O’nun gönlünde;

Her müslümanın derdine derman olabilmek vardı. Her mü’mini Hakk’ın rızâsına ulaştırabilmek vardı. Sahâbesini, onların hâllerine göre çeşitli tembihlerle daima irşad ederdi:

‒Senin için en hayırlı amel budur!

‒Senin için en fazîletli amel şudur!

‒Senin için en faydalı olan davranış böyledir!

O’nun gönlünde;

Daima Allah için bir gayret vardı.

Çünkü O’nun gönlünde;

Kasırgalar kopsa yine de devrilmeyen bir îman vardı.

O’nun gönlünde;

Hangi hücumlara ve eziyetlere uğrarsa uğrasın, yine de mağlûp olmayan bir îtikat, sağlamlık ve kudret vardı.

ÇÜNKÜ O’NUN GÖNLÜNDE;

Ahsen-i takvîm bir karakter vardı.

O’nun gönlünde;

Ruhlar âleminde ilk yaratılmış olmanın en özel levhası ve en son mühür misali gönderilmiş olmanın da ilâhî imzası vardı.

O’nun gönlünde;

Hidâyet vardı. Hakk’a riâyet vardı. Hakk’a itaat vardı.

O’nun gönlünde;

En yanık îkazlar, ihtarlar ve tembihler de vardı.

O’nun gönlünde;

En ağır zorluk ve çilede, en berbat musîbetlerde bile asla kaybolmayan bilhassa ortaya çıkan en yüce duygular vardı; semâvî mutluluk ve müjdeler vardı.

O’nun gönlünde;

İncelik, şefkat, hissiyat, duygu derinliği, zarâfet ve letâfet vardı.

O’nun gönlünde;

Rahmet vardı, rahmeten li’l-âlemîn olmuşluk vardı.

O’nun gönlünde;

Bereket vardı. En değerli hazineler vardı.

Çünkü O’nun gönlünde;

Garipler ve yetimler vardı. Her şeye rağmen iyilik, yine iyilik vardı.

O’nun gönlünde;

Hakk’ın emirleri ve yasakları vardı.

O’nun gönlünde;

Kötülere ve kötülüklere karşı en başarılı bir mücadele vardı.

O’nun gönlünde;

Bir eline ay, bir eline güneş verseler yine de vazgeçmediği bir dâvâsı vardı.

O’nun gönlünde;

Fânî heveslere göre değil, ancak sonsuz hedeflere göre bir ömrün ve hayatın iradesi vardı.

O’nun gönlünde;

Boş hayaller değil, dopdolu hakikatler ve iki cihanı kuşatan gerçekler vardı.

O’nun gönlünde;

Fânî bir keyif için gaflet ve tembellik üreten mantıklar, bahaneler ve felsefeler değil; ebedî bir keyfiyet için gayret ve idrâki artıran ilâhî fikirler, yüce vesileler, mukaddes anlayışlar ve semâvî düşünceler vardı.

O’nun gönlünde;

Lüks ve israf ile düşkünlük değil, kanaat ve cömertlik ile mânevî bir üstünlük vardı.

O’nun gönlünde;

Ne kadar cezbetse de dünya malı, dünyevî imkânlar, gel-geç makamlar, mevkîler ve fânî lezzetler değil; ne kadar terletse de ancak âhiret nimetleri, uhrevî nâiliyetler ve cennet amellerinin ebedî feyzi ve lezzetleri vardı.

O’nun gönlünde;

Tebliğ etmek vardı. Yaşamak ve yaşatmak vardı. Nasihat, öğüt ve öğretmek vardı.

O’nun gönlünde;

Allah için infak vardı.

O’nun gönlünde;

İslâm’ın güler yüzü olmak vardı.

O’nun gönlünde;

İbâdetler, bilhassa namaz vardı.

O’nun gönlünde;

ÜMMETİ VARDI…

Özellikle de ümmetinin muzdaripleri, kimsesizleri, yaralıları ve yoksulları vardı. Gözü yaşlı masumlar, çaresiz yaşlılar, belâlar altında inleyen kanadı kırıklar vardı.

O’nun gönlünde;

Bütün mahlûkat vardı.

O’nun gönlünde;

İnsanlık vardı.

Çünkü O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

CANLI BİR KUR’ÂN’DI…

O’nun gönlünde;

Kur’ân-ı Azîmüşşan vardı. Ehl-i Kur’ân bir nesil yetiştirmenin derdi, gayreti ve çırpınışı vardı. Canlı bir Kur’ân olabilmenin en güzel yaşayışı vardı. Kur’ân’ı gönülden bir tatbik ile fiilen tefsir eden, en mükemmel şekilde açıklayan bir üsve-i hasene / emsalsiz örnek bir şahsiyet olmak vardı.

O’nun gönlünde;

Daima en yüce ahlâk üzere olmak vardı.

O’nun gönlünde;

Hakkı tutup kaldırmak vardı.

O’nun gönlünde;

Zalimlerin zulümlerine engel olmak, mazlumlara imdat etmek vardı.

O’nun gönlünde;

Düşmanlıkları kardeşliğe dönüştürmek, gönüller arasında sarsılmaz bir muhabbeti tesis etmek vardı.

O’nun gönlünde;

Aileyi de toplumu da bir cennet güzelliğine kavuşturmak ve böylece hep birlikte cennete dönüş yolculuğunda ebedî gayeye mazhar olmak vardı.

O’nun gönlünde;

Her türlü şeytanı ve nefsâniyeti taşlayıp bertaraf etmek vardı.

O’nun gönlünde;

Sadece Allâh’a tevekkül, rızâ ve teslîmiyet vardı.

O’nun gönlünde;

Allah korkusu vardı, en üstün bir takvâ vardı.

O’nun gönlünde;

İrfan ve ihsan vardı.

O’nun gönlünde;

Muhteşem bir fazîletler medeniyeti vardı.

O’nun gönlünde;

Ufukların en görünmez noktaları, daha da ilerisi, ötelerin ötesi vardı.

O’nun gönlünde;

Allah yolunda dökülen terler, büyük zaferler ve feth-i mübînler vardı.

O’nun gönlünde;

Allâh’a hamd ve şükür, kullara teşekkür vardı.

O’nun gönlünde;

TEFEKKÜR VARDI…

O’nun gönlünde;

Zikr-i dâimî ve kulluk vardı. En güzel şekilde kul olabilmek vardı.

O’nun gönlünde;

Vefâ, fedâkârlık, paylaşmak ve çare olmak vardı.

O’nun gönlünde;

Bir gönül kazanmak vardı.

O’nun gönlünde;

Af ve merhamet vardı.

O’nun gönlünde;

Elif gibi doğruluk vardı.

O’nun gönlünde;

Yiğitlik ve cesaret, kahramanlık ve şecaat, sebat ve dirâyet vardı.

O’nun gönlünde;

Tavizsiz bir muhabbet vardı.

O’nun gönlünde;

İki âlemi de seyredebilen bir basîret gözü vardı.

O’nun gönlünde;

En görünmez hikmetleri de görebilen bir firâset nûru vardı.

O’nun gönlünde;

Bütün güzelliklerin zuhûru vardı.

O’nun gönlünde;

Yerlerin ve göklerin en muhteşem huzuru vardı.

O’nun gönlünde;

Ezelin ve ebedin en müstesnâ şuuru vardı.

O’nun gönlünde;

En güzel sözler vardı. Yumuşak ve tatlı bir dil vardı. Etkileyici bir lisan vardı. Gönül alan ifadeler vardı. Ebûbekirler, Ömerler, Osmanlar ve Aliler yetiştiren cümleler vardı.

O’nun gönlünde;

Doyumsuz sohbetler vardı.

O’nun gönlünde;

Güneş gibi bir tebessümün ruhları ısıtan bir sıcaklığı vardı.

O’nun gönlünde;

Vakarlı bir duruş vardı.

O’nun gönlünde;

Dünyaya karşı zühd hâli vardı.

O’nun gönlünde;

Âhiret vardı, kıldan ince ve kılıçtan keskin diye ifade edilen bir köprü olan sırat vardı. Kıyâmet hesabı vardı. Her şeyimizin, hattâ zerrelerimizin bile tartıldığı mîzan vardı. Amel defterlerimizin soldan mı sağdan mı olacağının içli içli ağlatan dertleri vardı.

O’nun gönlünde;

Emrolunduğu gibi dosdoğru olmak vardı. Yanındakilerle, kendine îmân eden herkesle birlikte bu istikameti gerçekleştirebilmek vardı.

O’nun gönlünde;

Allâh’a sığınmak, daima O’na secdeye koşmak, O’na «lebbeyke» demek vardı.

Çünkü O’nun gönlünde;

Allah vardı.

Allâh’ın rızâsı vardı.

Esmâ-i ilâhiyye vardı.

Mârifetullah vardı.

Muhabbetullah vardı.

İşte;

O’nun gibi bir gönlü O’ndan başka hiç görmedi bu cihan. O’nun gibi müstesnâ ve muhteşem bir gönle şahit olmadı yerler ve gökler.

Çünkü O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

Hazret-i Allâh’ın Kur’ân’da O’nun ömrüne yemin ettiği yegâne Rasûl-i Ekrem’di, Sultanü’l-Enbiyâ idi, Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- idi.

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ki;

İnsanlık nâmına beşeriyet, her şeyi ancak O’ndan aldı. Ashâb-ı kiram ve ardından gelen fazîlet halkaları, hangi güzelliklere sahipse, ancak O’ndan tahsil ettiklerinden ibarettir.

Güzel bir misaldir:

BENDEN DEĞİL ONDAN…

Hoş ve güzel kokan temizleyici bir toprak parçasına sorulmuş:

‒Ne güzel bir râyihan var, insanın içini ferahlatıyor, mest ediyorsun! Ey mübârek, sen misk misin anber mi?

O da demiş ki:

‒Ben aslında sıradan bir «kil»den, rastgele bir toprak parçasından başka bir şey değildim. Lâkin çok şükür ki, müstesnâ bir gülün toprağı oldum. Onu, aşk ile bağrımda ve başımda taşıyarak kendisine şevk ile hizmet ettim. Böylece her seher vaktinde onun yapraklarından akan bütün şebnemler, benim üzerime serpildi. O gülün tüm incilerden kıymetli o ferah gözyaşları, beni her bakımdan tarifsiz ve eşsiz râyihalarla doldurdu. En sonunda içim-dışım onun mübârek hâlinden, nâdîde güzelliklerinden ve bu emsalsiz ıtırından ibaret oldu. Hâsılı bendeki bu misk ve anber; hakikatte benden değil, tamamıyla ondandır, yani herkesi mest eden bu câzip râyiha, bütünüyle ona aittir.

İşte;

Hikmetler dolu çok derin bir hakikat!

İşte ince bir tefekkür:

Ümmet-i Muhammed’in bütün güzelliği de gül-i Muhammedî’ye hizmetkâr bir toprak gibi olmasına bağlı. Hayat boyu her adımımız, her nefesimiz, her gayretimiz, şahsiyet ve karakterimiz, ancak Güller Gülü Muhammed Mustafâ’dan bize rahmet olarak serpilen ilim ve irfan, aşk ve heyecan, ihlâs ve takvâ isimli gönül şebnemleriyle bir kıymet ifade edecektir. Cenâb-ı Hakk’a yakınlığımızın bütün hakikati de ancak O’nun sayesinde tecellî edecek en büyük nimettir.

Buna mazhariyet ne yüce bir saâdet, bundan mahrumiyet de ne ağır bir felâkettir.

Anlatılır:

DEHŞETLİ BİR İBRET!

Kerem ve fazîlet sahibi bir padişah vardı. Ava meraklıydı. Çok sevdiği bir av köpeğine sahipti. O köpeğe, çok ihtimam gösterirdi. Ne zaman ava çıksa, onu da illâ ki beraberinde götürürdü. O denli kıymetlisiydi ki; tasmasının süsleri bile mücevher doluydu, ayaklarında altın ve gümüş halkalar vardı, sırtında da sırmalı atlaslar…

Yine ava çıkıldı bir gün…

Yine padişahın yanında o meşhur köpek…

At üstünde heybetle ilerleyen padişahın keyfi yerindeydi. O çok sevdiği köpeğinin ipek tasması da hizmetçilerinin değil bizzat kendisinin elindeydi.

Derken…

Tuhaf bir şey oldu. Padişahın bütün tadı kaçtı, yüzü asıldı. Çünkü o kadar itibar ettiği o köpek, kirli bir kemik parçasına meyletmiş, aradaki ip gerilmişti. Padişah; hışımla ipi çekti, fakat o da ne? Onca lütuf görmüş o köpek, bizzat padişah tarafından îkaz edilmesine rağmen zerre kadar itaat etmedi, ille de o kirli kemiği kemirmek için arsız bir inat kesildi. Pis bir kemikle oyalanmanın öyle sarhoşu olmuştu ki, o devletli sahibini de onun ona yaptığı sayısız lütuf ve iyilikleri de tamamen unutmuştu. Sadece çürük kemiğe dalmış, gitmişti. Onun bu denli nankör ve âsî vaziyeti, en sonunda padişahı gazaplandırdı ve o kerem sahibi, artık azap dolu bir öfkeyle patladı:

‒Katımdaki bunca lütuf ve onca itibara rağmen bana sırt dönmek ha! Hayret; sayısız ikram ve iyiliklerime karşı hem de pis bir kemik parçası için böyle bir nankörlük ve âsîlik ha! Yazıklar olsun!

Gafil köpek hâlâ umursamadı. Bu ihtiras dolu vefâsızlık ve duygusuzluk da padişahın kalbini iyice incitti, bu noktadan sonra; «Köpektir, normaldir böyle yapması» deyip de bağışlamak istemedi. Hiddetle kovdu:

‒Şu densize ve edepsize artık yer yok! Defedin gitsin!

Sordular:

‒Hünkârım, onun üzerinde paha biçilmez lütuflarınız ve eşyalarınız var! Onları geri alsanız da gönderseniz…

Padişah kaşlarını çattı:

‒Asla, hiçbirine dokunmayın, öyle gitsin!

Tekrar etti:

‒Öyle gitsin de yalnızlık çöllerinde ve sahipsizlik çukurlarında muhtaç ve perişan düştüğünde onları acı acı seyretsin! Tâ ki, nereden nereye yuvarlandığını açıkça görsün ve daha bir kahrolsun!

Dehşetli bir ibret!

ŞİMDİ SORMALI:

Bizler; padişahlar padişahı olan Hazret-i Allâh’ın sayısız lütuflarını ve verdiği özel değeri bilmezsek, bu kelpten ne farkımız kalır?

Bir de;

Allah Rasûlü’nün bizler için nasıl bir nimet ve rahmet olduğunu bilemeyip acı bir gaflet içinde O’ndan uzaklaşırsak; hâlimiz, şu fânî dünyanın kirli seraplarına aldanmış o ahmak kelbin hâlinden farklı olur mu? Hele, O’nun muhabbetine ve sünnet-i seniyyesine sırt dönüp de inanç ve fikir nâmına bize düşman zındıkların kirli kemiklerine kendilerini kaptıranların vaziyeti, herhâlde çok daha fecî ve beter…

Ders alıp müstakîm olabilmek için yine Efendimiz’in hayatı ve şahsiyeti bize rehber.

Çünkü bütün çarelerimiz, O’nun gönlünde.

O’nun gönlü ki;

Kabrinde bile; «Ümmetî!.. Ümmetî!..» diye bizler için çırpınıyor.

İşte bunun için insanlık, iki âlemde de;

O’NA MUHTAÇ!

Hele her tarafın felâketler ve zulümlerle kasıp kavrulduğu şu günlerde herkes O’na daha fazla muhtaç. Herkes, O’nun Muhammedî terbiyesine çok daha muhtaç. Dünya, yine O’nun irşâdına bilhassa muhtaç.

Yâ Rab!

Nasîb et!

Âmin!..