YOL ARKADAŞIM

YAZAR : Fatih ZEYREK efhescan@hotmail.com

İsmini neden sormamıştım? Sordum ve söyledi de ben mi unutmuştum? Hayır, böyle bir şeye ihtimal vermiyorum. Sorsam mutlak sûretle söylerdi ve ben de asla unutmazdım.

İsim mühimdir. Yoksa muhatabınıza nasıl hitap edersiniz? Bir düşünün: Akrabanız, bir dostunuz veya aranızda henüz yeni ülfet peydâ olmuş bir yabancıya hitaben; «Şey» mi diyeceksiniz? Ya da beyefendi mi? Beyefendi hem mesafeli bir hitaptır hem de soğuk gelmiştir bana. Belki hattâ kesinlikle bir feverân ânında söylenebilecek bir hitaptır o. Efendim yahut bir başkası… Bakın, hiçbiri bir ismin yerini tutmuyor.

Bir insana ismi ile hitap etmek ona hem kıymet verdiğinizin hem de ehemmiyet atfettiğinizin delilidir.

O gün mesaimi bitirip evime dönmek için yola çıkmıştım. Her gün evim ile işim arasındaki bir saati aşkın yolu gider, gelirim. Bazen hususî aracımla bazen müctemî. O gün husûsen gittiğim günlerden bir gündü.

Vasıtam; kasabanın dar, bozuk ve intizamsız şosesini çıkmış, ana yola henüz dönmüştü ki yolun sağ tarafından birinin el ettiğini gördüm. Mutlak sûretle toplu taşıma vasıtalarına para vermek istemeyen, nasıl olsa bir geçen bulunur ümidiyle bekleyen biri olmalıydı. Böylelerinin daha mütevekkil olduğunu düşünmüşümdür.

Aracımla onu epeyce geçmiş olduğum hâlde; sonradan aklımı meşgul edecek, zihnimi ziyadece yoracak, vicdanımı sarsacak suallere mâni olmak için ânî bir frenle durdum. Belki de bu geç saatte benden başka bir vasıta bulamama ve orada kalma ihtimaline binâen durdum. Ve vasıtamın dikiz aynasından ona baktım.

Yüzündeki benim durmamamdan mütevellit yeis ansızın sevince döndü. Şimdi sırtındaki çanta, attığı adımlarla müsâvî başının üzerinde bir görünüp bir kayboluyordu. Nihayet bir çeyrek dakika sonra ön kapıyı açtı ve temennâ ederek, hürmetle, tahsis ettiğim koltuğa oturdu.

Ona ayrılan yeri ziyadece dolduran bu iri vücudun teneffüsü, seyrini buluncaya kadar sustuk. Az evvel sırtında bir sağa-bir sola, kâh aşağı-kâh yukarı seyreden çantası şimdi kucağındaydı. Söze umduğum gibi o başladı…

Esasen yolculuğa bir başına çıkmayı seven bir adamım. Zâhiren çıkılan seyahatlerin de insanı derûna, hayatın esrârına sürüklediğine inanırım. Tabiatın insanı celp eden bir yanı vardır. Huzur mu dersiniz siz buna bilmem ama ben öyle olduğunu düşünürüm. Ağır seyreden bir vasıtada, açık bir pencereden teneffüs ettiğiniz temiz hava, göze canlı bin bir rengi lutfeden tabiat muhakkak dinlendirecektir sizi. Elbette bu sakin ve dingin, âsûde yolculuğu; bilhassa kesif ve yorucu geçen bir mesainin ardından birinin mütemâdiyen konuşmasına fedâ etmek istemezsiniz.

Hâlin böyle olmasına mukabil; yol kenarlarında piyade olan birilerinin vasıtama el kaldırmaları, onları yanıma almadığım vakitlerde muttasıl rahatsız etmiştir beni.

Yol arkadaşımın birbiri ardınca sıraladığı teşekkürünü ifade eden cümlelerinden sonra, ben de ona mukabele etmeye başlamıştım.

Bizim buraların âdetidir, evvelen memleket sorulur. Adanalıymış, yol arkadaşım. Ama yıllar var gitmemiş memleketine. Neden gitmediğini sordum:

“–İş…” dedi. “Doğduğun yer mi, doyduğun yer mi ağabey?” dedi. “Kazancın helâlinden olsun da…” dedi. “Sık sık bu kasabaya gelirim, bunları satmak için…” dedi. Derken kucağındaki çantayı gösterdi;

“–Ne var çantanda?” dedim.

“–Ufak tefek süs eşyası falan, filân…” dedi.

Yavaş yavaş sohbeti daha samimî bir üslûba inkılâb ettirmiştik. Hattâ ben sormadan aklımdaki birçok suâle de cevap verdi.

Sesinde mahcubiyetle karışık bir mülâyemet vardı. O cesâmeti, hamâsî vücudu; bu üslûbuna tezat teşkil ediyordu.

“Bugün ev kirasını denkleştirdim ağabey.” dedi. “Polisler olmasaydı birkaç gün daha kalır, belki diğer ayın kirasını da denklerdim ama; «Bir daha görmeyelim seni buralarda!» dediler. Devlete karşı durulur mu ağabey? Şükür kazancıma dokunmadılar. Kolay iş değil ki ağabey. Dünyanın bin türlü hâli, insanın her türlüsüyle karşılaşıyorsun. Anamın-babamın yanındayken zor değildi hayat bu kadar…” dedi.

“–Ne oldu, öldüler mi yoksa?” dedim.

“–Allah geçinden versin ağabey!” dedi. “Evlendiğim ilk sene onların evinde beraber kaldık. Ama benim hanımı bir türlü kabullenmediler, istemediler. Hanım bu ağabey; sevmiş, gönül vermişiz. Senin anlayacağın; «Ev bulun kendinize.» dedi babam. Ama olsun, insanın bir defa babası olur ağabey, bir defa gelir dünyaya.” dedi. Bir müddet sustu. Bu sükûnetinden bulduğum fırsatla baktım ona. Bu bakış, takriben yarım saati bulan yol arkadaşlığımızda ona detaylı olarak ilk bakışımdı.

Bahadır, cesâmetli bir vücuda sahipti. Dolgun yanakları ve alnını örten kıvırcık saçları vardı. Yağlı teni esmerdi.

“Tek göz bir ev buldum.” dedi. “Geçilmez ağabey, ne anadan geçilir ne yârdan. İki çocuk var ellerinden öperler. Okula gidecek seneye oğlan.” dedi. “Kız daha iki aylık…”

“–Babanlarla gelip gitmiyor musunuz?” dedim.

“–Biz gidiyoruz arada ağabey.” dedi. “Hanım doğumdan sonra bir müddet kalkamadı; ilâç, tedavi… Garibanın dostu bir Allah’tır ağabey.” dedi. “Ama Allah râzı olsun, mahalleli de arka çıktı. Anladılar hâlden. Derken ayaklandı hanım, çok şükür!”

“Dedim a ağabey, anamgil istemedi hanımı. Ama Allah ondan râzı olsun, helâl süt emmiş. Gıkı çıkmaz. «Gel!» derim gelir; «Git!» derim gider. Onca lâf işitti de bir kötü kelâm çıkmadı ağzından…”

“–Helâl olsun.” dedim. “Sahip çık ailene.” Sözlerinin arasında sürekli duâ ediyor, taltif eden sözler söylüyordu. Mesleği icabı bir ağız alışkanlığı mıydı yoksa vaziyetinden mütevellit mahcubiyet mi, bilemedim.

Bir müddet sustuk. Yalnız dışarıdan vasıtanın motor sesi ile karışık bir rüzgâr duyuluyordu. Bir çeyrek saatlik sükûtun ardından bundan rahatsızlık mı duydu bilmem, hareketlerinde bir tedirginlik hâsıl oldu.

Bir derdi, sancısı olan bir insanın tereddüdünü sezdim onda. Yarım saat evvelki rahatlığı gitmiş, el-an ellerini dahî nereye koyacağını bilemeyen bir insanın tedirginliği gelmişti.

Bu hâlinden -ne yalan söyleyeyim- bir miktar para isteyecek sandım. Kendisi için değildi elbet. Ailesi içindi. Hem bu kadar dil dökmesi, fâciasını, macerasını anlatması beyhûde değildi. Yüreğime gelen mülâyimlik neredeyse gözlerime sirâyet edecekti. Sözleri oldukça tesirliydi, itiraf ediyorum.

“–Acaba?..” dedim. Bütün bunlar; ailesi, helâl süt emmiş hanımı, mini mini iki yavru, zalim ana-baba, evin iki aylık kirası, çalışıp didinmeler ilâ nihaye… Ondaki tedirginlik şimdi bana geçmişti. Az evvelki hâkimiyetimi bir nebze kaybetmeye başlamıştım. Birden şoför mahalli ile yolcu koltuğu arasına koyduğum ve içinde cüzdanımın bulunduğu çantam aklıma geldi. Acaba hâlâ orada mıydı? Çantamı, yola çıkmadan evvel -bu îtiyâdımdır benim- iki koltuğun arasına koymuştum. Şimdi çantamı koyduğum yere ne gözlerimi kaydırabiliyor ne de direksiyonu tutan ellerimi kımıldatabiliyordum çantamdan yana. Aklımdaki ihânet şüphesi, gittikçe tahkim olan bir hâl aldı. Neredeyse bundan hiçbir şüphe etmeyecek hâle gelmiştim ki ansızın bir şey oldu.

“–Ağabey!” dedi. O mütereddit hâlinden hiç beklemediğim bir çeviklikle kucağındaki çantanın fermuarını açtı ve bir şeyler çıkardı.

Nihayet gözlerimi yoldan ayırabilmiş ve elleri arasında tuttuğu şeye bakabilmiştim. Bunlar irili ufaklı birkaç kitaptı.

“Kapı kapı dolaşıp sattığım kitaplar bunlar.” dedi. “Benden sana ikram olsun, çok bir şey değil senin iyiliğinin yanında, lütfen kabul et ağabey!”

Bana kitapları ikram edişinden birkaç dakika sonra müsait bir yerde inmek istedi. İnişi de vasıtama binişi gibi ziyadece hürmetkârdı. Temennâ ede ede gözden kayboluncaya kadar teşyî etti beni.

Şimdi aracımın ön cebinde hediye ettiği birkaç kitap yan yatıyordu. Ondan geriye kalan boşluk yutmak üzereydi beni. Aracı kullanamayacak hâle geldim. Bir kenara çektim. Bilmem hayatın bize öğrettiği ön yargıya, bilmem yüreğimde peydâ olan emniyetsizliğe, insanların vurdumduymazlığına hüngür hüngür ağladım…