Cihât Üzerinden Cihâd Eğitimi

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Millî Eğitim’de müfredat değişiklikleriyle son dönemde sıklıkla karşı karşıya kalıyoruz. Osmanlıca adı altında, ecdâdımızın konuşup yazdığı dili seçmeli ders olarak koymak teklif edildiğinde bile bir kesim gürültü çıkardı. Hâlbuki mekteplerimizde lisan, tarih ve edebiyatla birinci dereceden alâkalı bu kadar mühim bir ders olmayacak da ne olacaktı ki?

Birilerinin korkusu ve endişesini birazcık anlıyorum. «Değiştirmek» korkutucu bir ifade…

Hâlbuki;

Tarihten geniş ufuklu bir bakışla baktığımızda, bugün yapılmaya çalışılanlara «değişiklik» yerine; «ıslah, restorasyon, aslına döndürme, aslî hüviyetini yeniden kazandırma» demek daha doğru olur.

Bir zamanlar pervâsızca, fütursuzca, paldır küldür değiştirenler, bozanlar oldu ki, bugün ıslah etmek, restore etmek ihtiyacı doğuyor.

Bu müfredat tartışmalarının son halkası, cihad oldu. Din eğitimini üstlenen millî eğitim, elbette dînimizin mühim bir farzı olan cihâdı anlatmalı ve işlemelidir. Hele dünya çapında cihâdı istismar eden terörist gruplar ülkemizi de ciddî mânâda tehdit ederken, elbette işin doğrusu öğretilmeli.

Bu tartışma esnasında «cihad» kelimesini cihat diye yazanlar çok oldu tabiî ki…

Cihat, cihet kelimesinin cemîsi / çoğuludur. Âkif’in meşhur Çanakkale şiirinde;

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…

mısraındaki cihat böyledir. Şehîde şâirâne bir edâ ile;

“Sen bu fizikî âlemin ufuklarına, yönlerine sığmazsın! Seni ancak ebediyetler alabilir. Ancak Peygamber âgûşu, (kucağı, sînesi) sarabilir, ihâta edebilir.” demektedir.

Cihad ile cihâtı ayırt edebilmek, hakkıyla cihâdın yeryüzündeki en güzel temsilcilerinden olan Osmanlı’nın son zaferini, en güzel şekilde anlatan şiiri anlayabilmenin de şartı. Bu da lisânın cihâdı!..

Bugün dünyada asıl mücadele; beyinler, zihinler, fikirler ve sistemler arasında yaşanıyorsa; bu harbin silâhı cümleler, mermisi de kelimeler…

Cihât; cihetler, taraflar, yönler demektir. Doğu, batı, kuzey, güney, alt ve üst… Altı yön: Cihât-ı sitte…

Bu espriden hareketle tecâhül göstererek şöyle bir twit atmıştım:

“Müfredatta cihat olmalı tabiî… Çocuğa sağını, solunu, şarkı, garbı, şimâli, cenûbu öğretmek şart…”

Bu yazıda bunu biraz açalım.

Elbette çocuklarımıza cihâtı öğretmeliyiz.

Yönleri öğrenmenin de din ile ne kadar alâkalı olduğunu fark edelim:

Evet çocuklar bugünkü dersimiz cihât üzerine…

Biz doğudan geldik çocuklar. Şarklıyız. Bir zamanlar Orta Asya steplerinde idik. Damarlarımızda hep bir nizâm-ı âlem ve adâleti hâkim kılma duygusu olmuştur. Gayesini bulamamış bu enerji, bir defasında batıya doğru harekete geçip, Roma’ya kadar istîlâ etmiş ve meydana getirdiği Kavimler Göçü ile günümüz Avrupa haritasını büyük ölçüde şekillendirmiştir.

Hele dâvâmıza gayeyi İslâm ile bulunca, bu sefer gayet mânâlı bir şekilde yürümüşüz batıya. Selçuklu olup, Osmanlı olup yürümüşüz. Bu yürüyüş Viyana kapılarına kadar ulaşmış. Saraybosna, Üsküp, Kosova gibi sayısız meyveler vermiş.

Evet yönümüz batı olmuş çocuklar. Batı, garp…

«Garb»ı mesken tutanlar, onlar da; hep «şark»ı tekrar almak, «şark»ı bizden, bizi «şark»tan temizlemeye ahdetmişler hep. Haçlı orduları hâlinde defalarca üzerimize çullanmışlar. Lâkin biz adâlet kılıcını çekip «garb»ın üzerine yürüyünce, onlar hep karanlığa doğru kaçmışlar.

Biz; “«Şark»ın ipek ve baharat yollarına, Nil ve Fırat’a hâkimiz!” diye gevşeyince bu sefer, batılılar, «garb»ın da «garb»ına taşınmışlar. Yeni kıtalarla güçlenip, bu defa üzerimize intikam ve sömürü için saldırmışlar.

Aman evlât «garb»ın sana olan düşmanlığını unutma… Sana «garp»lılaşmayı çare olarak göstermesine aldanma!..

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var!

Gelelim Şimâl’e…

«Kuzey»i sevmeyiz biz çocuklar.

Kuzay deriz soğuk odalara. «Güney»in maddî ve mânevî güneşinden uzaktır oralar. Bizim rehâvete kapıldığımız dönemde, orada Ruslar gözlerini açmaya başlamış. Soğuk ayaklarını, bizim sıcak denizlerimizde ısıtmak istedikleri için, 3 asır kapışmışız onlarla. Son kertede de ideolojik bir vebâ şeklinde, okumuş nesillerimize bulaşmışlar. Bazen düşük namuslarıyla, ahlâkımıza bavul bavul zaaf taşımışlar. Bizim «doğu»da, «kuzey doğu»da kalan akrabalarımıza hâlâ tasallutu var «kuzey»in…

Bir kârımız var ise; «kuzey»in «batı» ile çok iyi anlaşamamasıdır, çocuklar. «Batı»nın kibri, bize baktığı gibi düşük görür «kuzey»imizi de.

Gelelim «güney»e…

Edebiyat dersiyle girelim buraya: Büyük şairimiz Fuzûlî; Fırat, Dicle gibi nehirlerimizin hep güneye aktığını görünce, demiş ki;

Ravza-i kûyuna her dem durmayıp eyler güzâr,
Âşık olmuş gālibâ ol serv-i hoş-reftâre su.

“(Dicle nehri gibi) suların O’nun Ravza’sına doğru sürekli akışına bakılırsa, O servi yürüyüşlü Habîbullâh’a, su da sevdalı herhâlde.”

Güney sıcak, güney bâd-ı sabâ ile selâmlar gönderdiğimiz mübârek iklim. Günde beş vakit yöneldiğimiz cihet… Kuzeyin poyrazına karşı, güneyin dost lodosu var.

Fakat sıcağın rehâveti de var. Bize de İslâm’ı getiren «güney»li kardeşler, Toroslardan yukarıya ciddî mânâda çıkamadılar. Çünkü soğukta yaşamayı, zor şartları göze alamadılar. Buna karşılık her yönden müslümanların muhafaza ettiği merkezde, sulh ve selâmet içinde, ilim ve irfan ile meşgul asırlar geçirdiler.

«Güney»imiz bize zimmetli kardeşlerimizle dolu. Dedik ya, âleme nizam vermek gibi bir deli arzu var, serde… Öyle olunca, Hindistan’a, Burma’ya kadar doğumuzda; Balkanlara, Afrika’nın içlerine kadar batımızda ve tamamen güneyimizde yaşayan bütün kardeşlerimizin, kudretli bir ağabeyi olmak bize tarihin biçtiği vazife… Tâ Hind Denizi’ndeki Açe bile, batıdaki İspanyol’un hırsız ve talancı gemilerinden bîzâr olunca bizden yardım istedi 16. asrın sonlarında.

Bütün bu cihetlerdeki müslümanlar daha 1 asır önce; Osmanlı halîfesinin adını okuyor, ona duâ ediyorlardı Cuma hutbelerinde.

Sonra yönünü şaşırdı bazı kardeşlerimiz. Her şey tepetaklak oldu. İşte o hengâmede «güney»imize bir de belâ geldi. Çıbanbaşı gibi küçük, «batı»dan destekli bir devletçik. Bizim bir zamanlar adâletin emrindeki kuvvetle sağladığımız merkezî otoriteyi, onlar zulmün emrinde, gizli kapaklı ve her yöne saklanmış ağlarıyla çalmaya çalışıyorlar. Tam da kardeşlerimizin topraklarına ve bizim coğrafyamıza göz dikiyorlar.

Cihat hakkında bir şeye de dikkatinizi çekmek isterim çocuklar:

Niçin benim «güney»ime düşen bölgeye; «Orta Doğu» diyorlar?

Çünkü benim baktığım yerden bakmıyorlar. Batıdan, İngiltere’den dünyanın merkezini Greenwich gören bir bakışla adlandırılmış bu cihetler.

Tıpkı burada olduğu gibi; “Her şeyde hayata benim baktığım gibi bak!” diyorlar. “Benim gibi düşün, benim gibi ol, şahsiyetini, sağını-solunu bile bilemeyecek, bana soracak kadar sil!”

Hayır!.. Kendi cihâtımızı, kendi yönlerimizi kendimiz adlandıralım. Kendi özümüzden gözlerimizle bakalım.

Bütün cihetler Allâh’ındır çocuklar. Biz işin vasatındayız. Ne doğuluyuz ne batılı, ne kuzeyli ne güneyli. Kader, merkeze yerleştirmiş bizi. Medeniyetleri eğiten ve öğüten Küçük Asya’ya hâkim kılmış. Bütün cihan bir gemi olsa, kaptan köşkü sayılacak olan İstanbul’a hâkim kılmış.

Ey delikanlı!..

Bu sebeple cihad senin boynunun borcu. Dînin emri olmanın yanında, senin için hususî ve zarurî…

«Batı»dan gelen haçlıyı savmak senin vazifen…

«Kuzey»den sarkan çapulcuyu durdurmak senin vazifen…

«Doğu»yu ve «güney»i hem diğer yönlerden gelen düşmanlardan hem içindeki hâin ve sapıklardan korumak, kuvvetlendirmek, eğitmek ve yeniden ihtişamlı yarınlara taşımak yine senin vazifen…

Üstelik bunu yaparken mütevâzı ve cömert bir ağabey olmak da…

Sen bu cihan haritasına bakıp;

“Bir Sultan’a fazla gibi lâkin, iki sultan için de az!” diyen Yavuzların torunusun.

Cihâtını ve cihâdını iyi öğren!..

Ne demişti Âkif?

“Sen cihetlere sığmazsın!”

Roma’yı fethedecek, batıda da İslâm güneşinin doğmasına sen vesile olacaksın. Batılının köle ticareti ve yer altı zenginliklerini çalmak için gittiği Afrika’ya sen sırtında yardım kolisi, kalbinde o coğrafyanın kurak kaderine rahmet olmak arzusuyla gideceksin.

Eğer bu vazifeni yaparsan son iki cihette, son iki yönde rahat edersin!..

–Evet, nereden geldik, nereye gidiyoruz?

–Topraktan geldik, toprağa gidiyoruz, beden olarak. Yani aşağıya…

–Cennetten geldik, âhirete gidiyoruz, ruh olarak… Yani yukarıya…

Yerin altında ve göğün üstünde, ötesinde, yani kabirde ve âhirette huzura kavuşmak için de cihâd etmelisin.

➢ Kötülüğü emreden nefsinle,

➢ Onun kafa dengi olan şeytanla ve

➢ Hakk’a mâni olmak isteyen haksızlarla,

➢ Adâleti söndürmeye çalışan zalimlerle…