SAKLADIĞIMIZ ve HARCADIĞIMIZ DEĞİL, PAYLAŞTIĞIMIZ BİZE KALIR

YAZAR : Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

İnsanoğlu yaratılışı gereği ferdî değil, içtimâî şekilde yaşar. Yalnızlık ve yalnız kalmak insanlar için tehlikeli bir durumdur. Yalnız kalan bazı insanlarda, rûhî bunalımlar ve rahatsızlıklar gözlenebilmektedir. İçtimâî hayatın en büyük gerekliliklerinden bir tanesi de aynı mekânda yaşayan insanların, birbirleri ile yardımlaşmaları, dayanışmaları ve ellerindeki imkânları diğerleri ile paylaşmalarıdır.

İnsan olmanın gereği olarak, birçok şeye muhtaç olarak yaratılmışız. Kâinatta var olan her şeyin, belli sınırları vardır. Bu imkânlar her insana farklı ve sınırlı şekilde dağıtılmıştır. Bütün imkânların sınırlı olması sebebiyle ve her türlü imkânın bir insanda toplanması mümkün olmadığına göre; herkesin elinde olan imkânların ihtiyacından fazlasını, başkaları ile paylaşması ve yardımlaşması gerekmektedir.

İnsan fıtratına en uygun hükümleri barındıran yüce dînimiz İslâm; içtimâî yakınlaşmayı sağlamak ve toplumu oluşturan fertler arasındaki muhabbetin, sevginin ve beraberliğin artması için belli kaideler koymuştur.

Bu kaidelerin en başında geleni, kişinin çevresindeki muhtaç insanlara yardım etmesi ve onları gözetmesidir. Müslüman bir fert; elinde olan imkândan dolayı, o imkâna sahip olmayan kardeşlerinin kendisine zimmetli olduğunu düşünmelidir. Bu anlayışa sahip olmak ve gereğini yapmak; hem Rabbimiz’e karşı büyük bir ibâdet, hem de topluma karşı içtimâî bir vazifedir. Bunun asgarî ve müesseseleşmiş hâli, İslâm toplumundaki zekât ibâdetidir ki içtimâî hayatta muhteşem bir vazife îfâ eder.

Zekât öyle güçlü bir yapı ve vazifedir ki; kişinin arzusuna bırakılmamıştır. Zenginin malı içerisinde, fakirin hakkı olarak saklanmış ve verilmemesi hâlinde; bu fiil, fakirin hakkını gasp etmek ve hırsızlık etmekle müsâvî tutulmuştur.

Bu ibâdet gerçekleştirilirken; kişinin sahip olduğu mal ve ürün cinsi üzerinden hesap edilir. Madencilikte % 20, toprak mahsullerinde sulama şartlarına göre % 10 veya % 5, hayvancılıkta değişiklik arz eden nisaplar, nakit ve ticarî mallarda % 2,5 nisbetlerinde her hicrî yıl için zekât tahakkuk eder.

Verileceği yer açısından öncelikle yakın akraba, yakın komşu, sonra uzak akraba ve uzak komşu esasına dayanarak muhtaç insanların aranıp bulunması esas alınır. Zaten bakmakla mükellef olunan anne-baba, dede-nene, evlât ve torunlara zekât verilemez.

Fakir ve yoksul dışında, borç yükü altında ezilen, yolda kalmış, Allah yolunda cihâd edebilmek için ihtiyaçları bulunan mü’min muhtaçlara da zekât verilir. Kalbi İslâm’a ısındırılmak istenen muhtaç gayr-i müslimler de zekât verilebilecek kişiler arasındadır.

Zekât malı, bizzat muhtaca temlik edilmelidir. Yani bizzat onun tasarrufuna geçmelidir.

Bu ibâdetin hikmetlerinden biri de; malın zekât yoluyla temizlenmesidir. Bu ifade fakire malın kirli kısmının verildiği mânâsını akla getirmemelidir. Bu pay, zenginde kalırsa kirdir. Fakirin ise hakkıdır. Böylece zekâtın bir başka hikmetini idrâk ederiz: Zekât, toplumu oluşturan fertlerin arasındaki gelir uçurumunu azaltarak servet düşmanlığının oluşmamasına yardım eder.

Bu ibâdet yapılırken gözetilecek en güzel edep; hem kişinin ihtiyacının giderilmesi hem de onu rencide etmeden, gönlünü yaralamadan ibâdetin yerine getirilmesidir. Yine bu ibâdetteki başka bir edep ise; zekâtı alanın değil, verenin teşekkür etmesidir. Bu uygulamaya en güzel örneklerden bir tanesi, Hâce Musa TOPBAŞ -rahmetullâhi aleyh- Üstâdımız’ın bir hediye veya zekât verilirken bedelin zarf içerisinde ve üzerine; «İkramımızı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.» yazdırmasıdır ki bu büyük bir nezâket ve zarâfet örneğidir.

Bu konuda Şeyh Sâdî, Bostan adlı eserinde der ki:

“Birisine iyilik ettiğin zaman; «Ben efendiyim, beyim; o bana muhtaçtır!» diye büyüklenme! Zaman kılıcı, o muhtaç kimseyi vurmuş deme! Zira vuran kılıç henüz kınına girmemiştir; mümkündür ki o kılıç bir gün seni de biçer.”

İçtimâî hayatta fertler arasındaki imkânlar aynı olamaz. Biri zengin, biri fakir olarak bir denge unsuru gözetilmiştir. Toplumdaki fertler, birbirlerine muhtaç olarak yaratılmış; fakir zengine, düşkün ise sağlam ve sağlıklı insanlara emânet edilmiştir. Böylece hem toplum arasında bir uhuvvet oluşturulmuş, dayanışma ve yardımlaşma sağlanmış, hem de yapılan bu ibâdetler sayesinde insanların âhiret azığı kazanmasına imkân verilmiştir.

Mensubu olmaktan şeref duyduğumuz İslâm dîni, sosyal adâletin ve dengenin sağlanması için sadece zekât vermeyi değil; sadaka, infak, îsâr gibi diğer ibâdetlerle elinde olandan az veya çok vermeyi teşvik etmiştir. Çalışmayı, üretmeyi ve veren el olmayı öğütlemiştir. Veren el olmak, kardeşinin sıkıntısını gidermek ve dertlere derman olmanın daha güzel ve faydalı olduğunu öğretmiştir.

Bu hususta Şeyh Sâdî -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:

“Para yığmakla yükseleceğini sanma! Duran su fena kokar. Bağışlamaya çalış. Akan suya gök yardım eder yağmur yağdırır, sel gönderir, onu kurutmaz!”

İçerisinde yaşadığımız bu dönemde, bazı insanlar yardım yapmanın ve elindeki imkânları paylaşmanın onları azalttığını sanarak bu ibâdetten geri kalmaktadırlar. Hâlbuki hiçbir beşerî iktisat ilminde yer almayan «bereket» diye bir gerçeği göz ardı etmektedirler. Zira paylaşmak ve infâk etmek, malı belki zâhirî olarak azaltıyor görünse de o mala bereket vererek, belki o maldan kat kat fazla olan daha fazla fayda sağlamaktadır. Vermenin, paylaşmanın, yardımlaşmanın elimizdeki imkânları azaltmadığını, aksine artırdığını yaşayan ve uygulayan insanlar görmektedirler.

Bu hususta Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Şunu iyi bil ki, bedenden, maldan, mülkten kaybetmekte, ziyana uğramakta rûha fayda vardır; onu vebalden kurtarır. Mal; bağışlamakla, infâk etmekle, görünüşte elden çıkar gider ama onu verenin gönlüne yüzlerce mânevî hayat gelir!”

İnsanın elinde olanın bir sonu ve sınırı var. İnsanın elinde olan imkânı kullanınca veya malı harcayınca alacağı lezzet ile onu başkası ile paylaşınca alacağı lezzet farklı olmaktadır. Bu konuda en güzel örneğimiz Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz kesilen bir koyunu hâne-i saâdetlerine göndermiş ve dağıtılmasını emir buyurmuşlardı. Evine dönünce Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Annemize etten ne kadar kaldığını sordu, o da; bir kürek kemiği kaldığını söyleyince;

“–Desene bir kürek kemiği hariç, hepsi bizim oldu!” (Tirmizî, Kıyâmet, 33) buyurarak asıl kalıcı olanı işaret etmiştir.

İslâm medeniyeti, paylaşma ve yardımlaşma üzerine kurulmuştur. Fakirler, yoksullar, yolda kalmışlar ve düşkünler, içtimâî hayatın yükü değil, aksine aktif birer ferdi olmuşlardır. Bazen savaşlar için toplanan yardımlara elinde bir hurma ile katılanın bile verdiği geri çevrilmemiş ve toplanan mallara eklenmiştir.

İslâm dîninin içtimâî hükümlerinin yaşandığı topraklarda, müslümanlar; insanlık tarihinde eşine az rastlanır nümûneler sergilemişlerdir. Fakirlerin ve yoksulların korunup gözetildiği vakıflarımız, hâlen daha modern(!) toplumların anlamakta ve uygulamakta zorlandığı hizmetler îfâ etmişlerdir. Susuz bölgelere yapılan su kanalları, çeşmeler, yolculardan ücret talep edilmeyen hanlar, kervansaraylar, yoksullar için aşevleri, fakir kızlara çeyiz hazırlama kurumları, kuşlara ve vahşî hayvanlara yiyecek temin eden vakıflar, âlim ve talebelere mürekkep temin eden müesseseler, bunlardan bazılarıdır. Hele tarihimizde alanın ve verenin birbirini görmediği, insanların sadece ihtiyacı kadar olan miktarı alıp, diğerini bıraktıkları sadaka taşları hizmeti var ki; bugün bu hizmetin anlaşılması ve uygulanması mümkün bile değildir.

İslâm’ı özümsemiş müslümanlar, dünyayı geçici bir mekân olarak görmüşler ve dünyada kalacak olan mal ve servet cinsinden çok şeye tamah etmemişlerdir. Ellerinde olanı, kendilerinden sonraki insanların hizmetine sunmayı, bir ibâdet kabul ederek yerine getirmişlerdir. Bugün ziyaret ederken, ağzımızın açık kaldığı ve; «Bunları nasıl yapmışlar?» dediğimiz sanat harikası camilerimiz ve tarihî yapılar işte bu ruhla yapılmışlardır.

Bu topraklarda yaşayan insanlar, sadece kendilerini ve ailelerini düşünerek mal ve servet yığsalardı, ne bu muazzam medeniyet ayakta kalırdı, ne de bu eserler bize ulaşırdı. Ancak ecdâdımız, bu müstesnâ medeniyetin temsilcileri olarak, hem paylaşmanın ve vermenin asil rûhunu bizlere taşımış, hem de isimlerini ölümsüz hâle getirerek, kıyâmete kadar amel defterlerini kapatmadan sevap kazanmanın yolunu bizlere öğretmişlerdir.

Şimdi bize düşen vazife; ecdâdımızdan aldığımız bu kutlu sancağı, bizden sonraki nesillere en güzel şekilde aktararak, İslâm’ın kalplerdeki uhuvvet duygularını artıracak bu emirlerini yaymak olacaktır.

Ne mutlu o gün yüzleri ak olarak huzûra varanlara, fakir fukara ve gönlü yaralılara derman olanlara ve kapanmayan amel defteri olanlara!..

“Rabbimiz, hepimize gayret-i dîniyye ihsan eylesin. Edep ve nezâket ölçüleri içerisinde, sırf rızâ-yı ilâhîyi ümit ederek infâk edebilmeyi nasip eylesin ve gönüllerimizi huzur ve saâdet hazinesi kılsın!”

Âmîn…