İslam’ın Medine’ye Girişi -1-

YAZAR : Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Kaynaklarımızın bize aktardığı nice malûmat arasında, bazen öyle ifadelerle karşı karşıya kalırız ki, yüreğimizi yerinden oynatır âdeta. İşte bunlardan çok özel bir ifade:

“Allah Teâlâ -celle celâlühû- Hazretleri; haklarında hayır dilediği altı Yesribliyi (Medineliyi), Akabe mevkiinde Rasûlullah -aleyhisselâm- ile buluşturdu!”1

Bir diğer ifadeyle:

“Yüce Allah -celle celâlühû-, İslâm ile şereflendirmek istediği Yesriblilerden bazı kişileri Rasûlullah -aleyhisselâm-’a sevk etti!”2

Ne kadar da güzel bir tespitte bulunmuşlar öyle…

Bu çok özel ve çok da güzel olan ifadenin bize yansıyan yönlerinin başında, haklarında hayır dilediği kişilerden olmak fazîleti vardır!

Bunun için de ciddî bir gayret ve çalışma içinde olmalıyız. Rabbimiz, arayana ve istîdâdı olana nasip ediyor çünkü. Özel gayret ve çalışma içinde olan kullarını, ya sevdiği özel bir kuluna yönlendiriyor yahut da sevdiği özel kulunu, bu mûtenâ kullarının yanına sevk ediyordu. Böylece büyük ve anlamlı buluşma gerçekleşiyordu. Bu, o gün böyle olmuştu; bugün de böyle olacaktır!

Peygamberimiz -aleyhisselâm- başta olmak üzere, sahâbîler; bunca engellemelere rağmen, her fırsatı değerlendirmişler, her biri birer İslâm insanı olarak, çok ciddî çalışmalar yapmışlardı.

Kul gayret gösterince, Allah da kuluna yardım eder. Nübüvvetin on birinci yılında hac mevsiminde, Peygamberimiz -aleyhisselâm- ile Akabe mevkiinde buluşan Medine’nin ilk müslümanları şunlardı:

1. Hazret-i Es‘ad bin Zürâre.

2. Hazret-i Avf bin Hâris.

3. Hazret-i Râfi‘ bin Mâlik.

4. Hazret-i Kutbe bin Âmir bin Hadîde.

5. Hazret-i Ukbe bin Âmir bin Nâbi‘.

6. Hazret-i Câbir bin Abdullah.

«İlk Akabe Buluşması» olan ve «Medine’nin İlk Müslümanları» diye adlandırılan o ilk buluşmayı, bundan önceki yazımızda işlemiştik. Konuya devam ederek, Hazret-i Es‘ad -radıyallâhu anh- ve arkadaşlarını tanıtırken, Medine’nin bu ilk müslümanlarının çalışmalarını da dile getirmeye ve onların çok özel gayretlerinden söz etmeye çalışacağız…

Başta büyük sahâbe, Hazret-i Es‘ad bin Zürâre -radıyallâhu anh- olmak üzere, bu çok özel ve güzîde zevât; Medine’de öyle ciddî bir çalışma yapmışlardı ki, İslâm ve Hazret-i Rasûlullâh’ın duyulmadığı bir tek ev bile bırakmamışlardı. O kadar ki, sadece evlerde değil; Medine’nin sokaklarında, hurmalıklarında, çarşılarında, pazarlarında, dükkânlarında, her yerde İslâm ve Peygamber Efendimiz konuşuluyordu artık…

Bir görmeyle ve yine bir defa dinlemeyle bütün ruhlarını sarıp sarmalayan Rasûlullah -aleyhisselâm- vesilesiyle İslâm ile şereflenip, bambaşka bir diyara geçiş yapan bu altı mümtaz insan, her şeyleri ile İslâm’ı kuşanmış; İslâm insanı olmuşlardı artık…

Hayatlarını değiştiren bu büyük buluşmanın ardından, evlerine döndüklerinde; bütün hâl ve hareketleriyle İslâm’ı öyle güzel temsil etmişlerdi ki, ev halkı başta olmak üzere, bütün çevreleri onların bu güzelliklerini açıkça görüyorlardı.

HAZRET-İ ES‘AD BİN ZÜRÂRE -radıyallâhu anh-

Zürâre bin Udes (Ads) oğlu olan Hazret-i Es‘ad -radıyallâhu anh-’ın annesinin ismi kaynaklarımızda geçmiyor. Anne-babasının İslâm’a girip girmediği de bilinmiyor.

En yakınlarından başlayıp, İslâm’ı anlatma gayreti ile çırpınan Hazret-i Es‘ad -radıyallâhu anh-; yakın arkadaşlarından biri ve çok sevdiği dostu olan Ebu’l-Haysem Mâlik bin Teyyihân ile görüşmek için yanına gitti. Yıllardır birbirini çok iyi tanıyan ve çok iyi dost olan bu iki candan arkadaş, büyük bir muhabbetle kucaklaştıktan sonra, Hazret-i Es‘ad -radıyallâhu anh-; hiç zaman kaybetmeden, konuya girme ihtiyacı duydu. Zaman çok önemliydi ve zaman, zamanında değerlendirilmeliydi öyle ya:

–Ey sevgili dostum Ebu’l-Haysem! Sana dünya ve âhiretin için en hayırlı olan bir haberle geldim. Eğer beni dikkatle dinler ve anlatacaklarımı kabul ile tasdik edersen, sen sana yakışanı yapmış olursun! Çünkü sen putlardan hoşlanmayan birisin!

–Sen benim en yakın arkadaşım ve dostumsun ey Es‘ad! Seni ne kadar çok sevip saydığımı bilirsin. Anlatacakların çok önemli şeyler olmalı.

Hazret-i Es‘ad bin Zürâre -radıyallâhu anh-; Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile olan o büyük buluşmayı, Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın Kur’ân okuyuşunu, İslâm’a davetini ve neticede müslüman olmalarını bütün ayrıntıları ile anlattıktan sonra, sevgili dostunun gözlerine, gözlerinin derinliklerine kadar inen bir bakışla bakarak, onu da İslâm’a davet etti:

–Ey Es‘ad! Sürekli söylediğim gibi sen benim en yakın arkadaşım ve en candan dostumsun. Şimdiye kadar oturmuş kişiliğin ile sadece benim tarafımdan değil, bütün herkes tarafından takdir gören biriydin. Ama şimdi bakıyorum da eski Es‘ad gitmiş; yeni, yepyeni bir Es‘ad gelmiş sanki. Allah ve Rasûlü’nden bahsederken, öyle bir havaya bürünüyorsun ki, sendeki güzelliği görmemek için kör olmak lâzım. Benim güzel arkadaşımı daha bir güzelleştiren, benim sevgili dostumu tepeden tırnağa kadar yenileyen bu dîni, senin şahsında görüp anladıktan sonra, bu güzelliğin dışında kalmak akıl kârı değildir. Şimdi söyle bakalım ey sevgili dostum, bu güzel dîne nasıl girilir?

Sevgili arkadaşı ve can dostundan duyduğu bu güzel sözler ile mutluluk ve huzurdan uçası gelen Hazret-i Es‘ad -radıyallâhu anh-; Peygamber Efendimiz’den görüp öğrendiği şekilde öğreterek, onun da İslâm’a girmesine vesile oldu.3 Ebu’l-Haysem künyesi ile tanınan Mâlik; putları sevmeyen biri olduğu için, İslâm’a girmesi de çok kolay olmuştu.

Önce ailesinden başlamıştı. Hanımı Umayra bint-i Süheyl ve kızları Habîbe, Furay‘a ve Kebşe de İslâm ile şereflenmişlerdi. 4

Yakın çevresini de hiç ihmal etmeyen ve sürekli tebliğ eden Hazret-i Es‘ad -radıyallâhu anh-, neticeleri almaya başlamıştı. Çünkü sevgili ailesinden sonra, çok sevdiği kardeşi Sa‘d bin Zürâre de kısa bir zaman sonra İslâm’a girmişti.5 Es‘ad bin Zürâre -radıyallâhu anh-, bu kutlu yolun Medine birincilerindendi…

İslâm, onlar için hayat kaynağı olmuştu artık. İslâm’ı öğrenmek, yaşamak ve tebliğ etmek en büyük idealleri hâline gelmişti. Hem öyle ki, daha Akabe mevkiinden ayrılmadan başlamışlardı çalışmalara. Zekvân buna en güzel örnekti.

Meyve ağaçları, meyveleri ile kıymet kazanır. Yani meyve ağacı meyve verdikçe kıymetlidir. Meyve vermeyen meyve ağacına, hiç kimse kıymet vermez.

Müslüman da meyve ağacı gibidir. İslâm’ı ihlâsla yaşadığı ve çevresine faydalı olduğu sürece kıymet kazanır. Peygamber Efendimiz, müslümanı böyle tanımlıyor çünkü…

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

_____________________________

1 İbn-i Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 2, s. 70; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 234.
2 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 217; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 1, s. 299.
3 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 218.
4 İbn-i Hacer Askalânî, el-İsâbe fî Ma‘rifeti’s-Sahâbe, c. 4, s. 2464.
5 Zehebî, Târîhu’l-İslâm ve Vefeyâtu’l-Meşâhîr ve’l-A‘lâm, c. 2, s. 197.
6 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 219; Zehebî, Târîhu’l-İslâm, c. 2, s. 197.
7 Ahmed en-Nedvî, Asr-ı Saâdet, c. 3, s. 393.
8 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğābe fî Ma‘rifeti’s-Sahâbe, c. 4, s. 404.
9 Beyhakî, Delâilü’n-Nübüve ve Ma‘rifetü Ahvâli Sahibi’ş-Şerîa, c. 2, s. 174.
10 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 219.
11 İbn-i Abdilber, el-İsti‘âb fî Ma‘rifeti’l-Ashâb (İsâbe Kenarında), c. 2, s. 466.