EVLİLİKTE GEÇİNMENİN YOLU -2-

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Evlilikleri zora sokan hususları konuşmaya devam edelim…

Bugün aile müessesesini korumaktan bahsediyoruz.

Hâlbuki o yeni aileyi bozan mühim bir sebep, karı-kocanın aileleri oluyor. Geline veya damada tahakküm edici, ailesinden koparıcı kötü niyetler oluyor. Bunları da sevgiyle aşmak lâzım.

Kadın; duygulu, hisli yapısıyla, kocasına zannedildiğinden fazla tesir eder. Eğer bu kuvvetini kötüye kullanırsa;

“Senin annen buraya çok gelmesin. Senin akrabanın civarında oturmak istemiyorum. Onlarla çok yakın olmasak olmaz mı!..” gibi telkinlerle aile huzurunu bozarsa, bu evlilikte saâdet olmaz.

Bu sebeple kızlarımıza seslenelim:

Kendiniz için yapılmasını istemediğiniz bir şeyi başkasına yapmamak, İslâm’ın en güzel ahlâkî prensiplerinden biridir.

Erkek kardeşinizin veya ağabeyinizin hanımı, onu sizden koparsa râzı olur musunuz? Onu sizinle az görüştürse, uzak tutsa üzülmez misiniz?

O hâlde siz de beyinizin ailesine bunu yapmayın!..

Yarın sizin de evlâdınız olacak; olan evlâtlarınız büyüyecek, onlar da ele karışacak, evlenecek, gelinleriniz aynı şeyi yaparsa sizin de ağrınıza gidecek.

Bu sebeple burada, İslâm ahlâkı ile hareket etmeli. Herkesi sevmeli, gönlümüzü açmalı.

“Beyini seviyorsun, sahipleniyorsun; fakat bu sevgi, oğlunu annesinden kopararak olmaz. Beyini kardeşinden, babasından, teyzesinden koparmaya çalışma!

Beyini seviyorsan onları da sev, hepsine kucağını aç. Hepsine kendini sevdir. Bak, Cenâb-ı Hakk’a dahî;

«Yâ Rabbî, sevdiklerini de bize sevdir!» diye niyaz ediyoruz.

Sevdiğini sevdikleriyle beraber sev. Onlara da kendini sevdir, o ailenin de bir ferdi ol. Paylaşımcı ol. Onların hayatınızı görmesinden, gidip gelmesinden çekinme!”

Diğer yandan, oğlan tarafı da dengeli olmalı. Onlara da seslenelim:

“Oğlunuz artık sadece sizin evlâdınız değil. O başka bir ailenin de evlâdı oldu. Hanımlar hissiyatlarına biraz mağlûp olarak, adâleti tam gözetemeyebilirler. Siz oğlunuzun saâdetini düşünün;

«Aman iyi olsunlar da, onlara iki gitsin, bize bir gelsinler…» deyiverin. Evlâdınız için bunu yapın.”

“İyi olsunlar da yel essin bize kokuları gelsin!” diyen anneler var, tek arzuları, onlar geçimsiz olmasınlar. Sevgi bu işte.

Bir türkü vardır:

Gökte uçan akbaba,
Kanadı yaba yaba,
Kızla oğlan anlaşmış;
Ne yapsın ana-baba!..

Önemli olan onların saâdetidir. Su yukarıdan aşağıya akar. Sen ne kadar evlâdını seversen, evlâdının da gönlü kendi hanımına ve evlâdına akar. Onun vefâ ve sadâkat hissiyle anne-babasını, kardeşlerini unutmaması lâzım. Lâzım amma, sen de biraz idare et, evlâdına yardımcı ol!..

Empati diyorlar ya. İnsan kendisini başkasının yerine koyarak bütün bu ailevî meseleleri çözebilir. Etrafına bakarak; teyzesini, halasını, dayısını, amcasını düşünerek de birçok problemi halledebilir.

Bu sebeple;

“Tarlayı taşlı yerden, kızı kardeşli yerden al!..” demişler.

Çünkü kız evlâdı; kardeşleri üzerinden, aile içi dengeleri öğrenir. Beyinin neyi isteyeceğini, kardeşleri üzerinden de anlar.

Maalesef, bu tür çekişmeler biraz kadınlar arasında yaşanıyor. Erkekler de arada kalıyorlar. Hissî baskılara, duygu hücumlarına maruz kalıyorlar. Anne;

“Hakkımı haram ederim!” diyor. Kadın surat asıyor, gün göstermiyor. Adam arada; anneye vefâ mı göstersin, yoksa hanımın gönlünü mü râzı etsin, ne yapacağını şaşırıyor. Birçok erkek de dirâyet gösteremeyip, iki tarafın arasında oyuncak hâline geliyor.

Hâlbuki erkek dirâyeti; iki tarafın da duygusunu, akıl ve adâlet terazisinde tartacak, basîret ve siyasetle davranacak, her aklına geleni söylemeyecek, iki tarafı da idare etmeyi bilecek…

Geçmişte yakın bir akrabam, erkek çocuklarını evlendirdi. Daha bir hafta geçmeden, gelin damada;

“–Ben senin akrabalarını görmek istemiyorum!” demiş.

Damadın amcası bana durumu anlattı; «Ne yapalım?» diye istişâre ettik. Dedim ki:

“–Siz iyi hoş bir ailesiniz. Herkes sizi sever, o sizi bilmiyor. Toplanın davetsiz misafir olarak gidin, evinde güzel sözlerle iltifat edin, sizi tanıyınca göreceksiniz sevecektir. Böyle sözler söylemiş diye onun sözüne alınıp da geri geri durmayın!”

Bir hafta sonra bana tekrar geldi. Mahzun bir şekilde anlattı:

“–Dediğin gibi yaptık, kapıyı açtı, bizi görünce mutfağa kaçtı, biz içeri girdik oturduk. Oğlan hizmet etti, gelin yanımıza gelip; «Hoş geldiniz!» bile demedi. Bir müddet oturduk, çıktık geldik. Ne yapalım… Oğlanı çağırdık;

«–Oğlum vaziyet ortada; ne düşünüyorsun, hanımını seviyor musun?» dedik.

«–Seviyorum.» dedi.

«–O zaman sen mesut ol, biz senin iyiliğini isteriz. Biz gidip gelmesek de olur, yeter ki sen üzülme!» dedik.”

Bir müddet böyle devam etti. Sonra çocukları oldu, üzücü sözler birbirine ulaşmadı, iyi oldular. Zaman geçti; baba, anne, amca, teyze hepsi öldüler. Çocuklar da büyüdü, şimdi onlar bir aile oldular. Yakında o hanım da oğlunu herhâlde herkes gibi evlendirecek. Gelen gelin de kendisine aynı şeyi yaparsa, şaşmam.

Şair diyor ya;

Ömür dediğin şey, küsecek kadar çok mu?

Fakat özü itibarıyla;

İslâm ahlâkı lâzım. Muhabbet lâzım.

Bir başka mesele;

EVLÂTLARIN ANNE VEYA BABAYA MÜDAHALESİ…

Allah herkese bir ömür takdir etmiş. Bazen hanım, bazen bey genç yaşta bir hastalık vs. sebep ile göçebiliyor. Kalan taraf için hayatı yalnız devam ettirmek zor olabiliyor. Meselâ 50-60 yaşlarında bir adam dul kaldıysa; kızına, gelinine yük olmak istemiyor. Evde bir başına kalmak da zor. Huzurevine terk edilmek, en ağırı… Ne yapsın?

Böyle durumdaki kişilerin evlenme düşünceleri de olursa, makul görmek lâzım. Hattâ yardımcı olmak lâzım.

Böyle durumlar çoğu defa, böyle bir evliliğe ihtiyaç duyan bir hanıma da imkân sağlamış oluyor. İlâhî denge…

İnsan insana muhtaç. İnsan her yaşta arkadaşa muhtaç…

Maalesef burada da evlâtlar anlayışsız olabiliyorlar. Babalarının evleneceği kadını, anne olarak göremiyorlar. Dışlıyorlar. Hattâ bazıları böyle bir evliliğe mâni olmak istiyorlar. Bazen maddî düşünceler de devreye giriyor. Böyle bir evliliği resmiyete geçirmemek gibi tedbirlere başvuruluyor. Bunlar doğru şeyler değil. Kendin için istemediğin bir şeyi, başkasına da lâyık görmemelisin. En temel ahlâkî kaide…

Unutulmamalı ki, evlilik Peygamber -aleyhisselâm-’ın sünnetidir. Evlenmek her insanın tabiî bir hakkıdır. Evlâtların böyle durumlarda, İslâmî bir şekilde düşünmesi ve ahlâkî bir şekilde davranması lâzım.

Hanımı ölmüş bir yakınım vardı. Evde yalnız yaşardı, evlenmek isterdi ama bulamazdı. Bir gün şöyle dedi:

“–Şimdi kocası ölen hanımların ya kocasından ya babasından kalma maaşı var. Yalnız yaşamak da hoşlarına gidiyor, kendilerini hür hissediyorlar. İstedikleri zaman yatıyorlar; yemeklerini, zaten yapmayı biliyorlar; toplanıp turlarla gezilere gidiyorlar, rahatlar niye evlensinler?

Ama hanımı ölen erkekler mağdur oluyor. Maddî durumu iyi olsa bile bir yere sığmıyor. Evde gece kalkıyorum konuşacak, dertleşecek kimse yok; kediyle, kapıyla, dolapla konuşuyorum. Ahmet! Bunalıma giriyorum, sabahlar olmuyor, çıldırıyorum! Evlâtların bunu bilmesi lâzım!”

Kendisine dedim ki:

“–Haklısın! Doğru söylüyorsun, ama çare yok!

Lâkin sana da söyleyeceklerim var:

Sen de İslâm’a uygun yaşamıyorsun. Gündüz camiye git, orada senin gibi arkadaşlar var, onlarla otur, hiç değilse iki vakit namazını orada kıl. Evde de Kur’ân elinden düşmesin. Kur’ân okuyamıyorsan tesbih çek. Binlerce kere; «Allah!» de, binlerce tevhid çek; «estağfirullâh el-azîm» de, salevât-ı şerîfe çek, dilin boş durmasın, kalbin yumuşasın. Mevlâm’la beraber ol, rahat edersin!” dedim.

ŞİKÂYETLER

Bugün evliliklerde yaşanan sıkıntılardan biri de şikâyetlerdir.

Hanım, beyine naz ediyor:

“Şöyle hastayım, böyle rahatsızım. Çok hâlsizdim, yemeğe bir şey yapamadım…”

İstiyor ki; beyi ona şefkat göstersin, hasta diye nazlansın. Hâlbuki, beyi de işten gelmiş. Evinde sultan olmak istiyor. Evde biraz hizmet bekliyor.

Derler ki:

“Bey, hanımını «sağ» sever!”

Yani beyler hanımlarının hasta olmasından memnun olmaz. Hattâ; hanımı hasta, rahatsız veya donuk olunca ona karşı sevgi ve alâkası biraz da olsa azalır. Psikolojik bir hakikat bu!.. Kadıncağız, ilgi beklemek için nazlanıyor, fakat ne yazık ki alâkayı daha çok kaybediyor. Çünkü bu sırrı bilmiyor.

Bu sırrı bilen, akıllı, firâsetli, kendini sevdirmeyi bilen hanım gerçek hasta ise ne yapmalı?

Tabiî ki doktora gidip tedavi olması lâzım. Rabbim çok şiddetli hastalıklar vermesin! Çok şiddetli olmayan hastalıklara için de;

“Ölüyorum, hiç hâlim yok! Ah, of!” deyip beyini üzeceği yerde;

“Bir şeyim yok, elhamdülillâh!” demeli… Sıkıntısını bertaraf edip, güler yüz göstermeli. Şikâyet etmemeli. Birçok bey de hanımının böyle fedâkâr, canını umursamaz olduğunu bilirse, daha çok şefkat, daha çok ilgi gösterir. Meselâ;

“Dur yahu sen hastasın, bugün de idarelik bir şeyler atıştıralım!” der. Saygı ve sevgi gösterir, makul davranır.

Diğer taraftan da bey evde şikâyetleniyor:

“Paramız yok, bu masraf ne! Buna gücümüz yetmez! Bunu nasıl alalım! Senin hesabın, merhametin yok mu? Bunu nasıl istersin!” bu şekilde öfkelenip, söyleniyor. Ama bunu da erkeğin yapmaması gerekiyor.

Derler ki:

“Hanım beyini «var» sever!”

Yani evin reisi, yokluk üzerinde durarak, istiyor ki; hanımı kendisine şefkat etsin, anlayış göstersin. İstediği bir şey varsa vazgeçsin. Hâlbuki hanımların psikolojisi de böyle değil. Bir hanım bu yokluk edebiyatından rahatsız olur. İster ki:

“Adam değil mi, bulsun, kazansın! Yok demesin!”

Bu sebeple akıllı bir adam da hanımına, maddî durumunu biraz ketum tutar. Bütçesi biraz müphem kalır. Yokluktan şikâyet etmez. Bir şey istediği zaman;

“Nereden bulayım!” demez de;

“Bakalım, düşünelim. Daha iyisini, daha güzelini yaparız inşâallah!” der.

“Mevlâ’m kerîm, niye olmasın?” diye geçiştirir.

Tabiî ki anlayış, geçimin başı.

Beyler hanımlarını hizmetçi gibi görmemeli; onun da hastalanabileceğini, zaman zaman neşesiz ve rahatsız olabileceğini bilmeli. Anlayış göstermeli.

Hanımlar da beylerini, maddî isteklerle bunaltmamalı.

Hele bu bunaltma, nankörlüğe dönerse, -Allah korusun- isyan etmiş olur. Hâlbuki sabır, şükür ve hamd dilimizden düşmemeli. Mevlâm’ın verdiğine, vereceğine râzı olmalıdır.

FEDÂKÂRLIK!

Evin huzuru ve güzel geçim için lâzım olan fedâkârlıktır. Gerek erkeğin gerek kadının karşılıklı fedâkârlıkta bulunması lâzım. Hata aramayıp, Mevlânâ -rahmetullâhi aleyh-’in dediği gibi;

“Hataları aramak ve görmek için çaba sarf etmemeli. Gece gibi olmalı. Hatayı örtmeli, görmemeli bazen de duymamalı!..”

Yapılan fedâkârlığı, iyiliği başa kakmamalı.

Gençliğimde bizim evde geçen bir hâdiseyi paylaşayım:

Babam rahmetli; her şeyin dört dörtlük olmasını ister. Yemekte, başka şeylerde, her şey yerli yerinde olmazsa öfkelenir, bağırır. Anam alışmış idare eder. Bir gün sofra açıldı, yemek kondu, ekmek geldi. Ekmek evde yapılan yufka. İyi ıslatılıp yumuşamamış. Babam bunu görünce yine bağırdı:

“–Ben size Türkçe söylüyorum. Ekmeği yarım saat önceden ıslatın yumuşasın. Siz hep aynısını yapıyorsunuz. Çatır çatır yenmiyor. Size hakaret mi edeyim ne yapayım!” diye bağırınca anam söze karışıyor;

“–Haklısın bey! Unutmuşum, bugünlük böyle idare et, bir daha olmaz inşâallah!” diyor.

Hâlbuki ekmeği ıslatmayı unutan gelini; onu söylemiyor, hatayı örtüyor.

O gelin, o kayınvâlideyi sevmez mi? Fedâkârlık gösteriyor, huzur sağlıyor.

Fedâkârlıktan bahsedince muhterem Kemalettin ALTINTAŞ Hocamın bir hâtırasını kendinden dinlemiştim. Kendi anlattığı gibi paylaşalım:

Beşiktaş Camii’nde imamlık yaparken; oturduğum lojmanın altında soğuk bir oda vardı, oraya bazen cenaze getirirlerdi. Bir gece yine bir cenaze getirdiler, cenaze yakınlarından biri;

“Emine’m! Emine’m!” diye bağırıyor, yakınıyor. Uzun zaman geçtiği hâlde sesini kesmedi, devam ediyor. Evde sesten uyuyamadık, giyindim, aşağıya indim.

Adama;

“–Ne bu kadar yakınıp bağırıyorsun?” deyince;

“–Bu ölen Emine benim hanımım. Onu bilsen sen de benim gibi yapardın.” dedi.

“–Ne yapardı?” diye sordum. Anlatmaya başladı:

“–Ben gençliğimde insan mıydım, canavardım mıydım! Belli değildi. Taşkın, geçimsiz, her gün, herkesle kavga eden biriydim. Bir de anam vardı; hiç kimse ile geçinemez, komşularla problemli, cazgır biriydi. Arkadaşlar;

«–Seni everelim.» dediler. Ben kendimi ve annemi bildiğim için;

«–Bana kim kız verir?» dedimse de;

«–Sen karışma!» dediler. Hulâsa evlendik. İşte bu Emine, bir müddet sonra anamı ipek gibi yumuşatmış. «Geçinemezler» diye düşünürken anamı o hâle getirmiş ki ben de şaştım.

Bana gelince yine kavgalarım devam ediyor. Bir gün üç kişi ile kavga ettim, beni dövdüler. Eve geldim. Beni karşıladı, yaralarımı temizledi;

«–Bunu sana kim yaptı, insan kavga eder mi?» dedi.

Ben de;

«–Onlar üç kişiydi; yarın ben onları tek tek yakalar, öcümü alırım!» dediğimde;

«–Kin tutmak olmaz, insan kavga etmez!» dedi.

Ben de;

«–Ben kavga etmeden duramam, illâ dövmeliyim!» dedim.

«–O zaman her gün geldiğinde, beni döv. Ben hakkımı sana helâl ederim!” dedi, beni yumuşattı.

Bir gün akşam eve geldiğimde kapıdan girdim, karşıma bir değnek koydu;

«–Bu ne?» dediğimde;

«–Döveceksin ya; elin ağrımasın, bununla döv!» dedi.

O anda bende bir hâl oldu. «Bu kadın dövülür mü?» dedim. Sanki yeniden doğan bir insan oldum. İşte bunu yapan, Emine! Ben nasıl yanmayayım? Beni hoş gör!” dedi.

Şair ne güzel söylemiş:

Baba der: Gel güle gül!
Gül güle gel, gül olur.
Bülbül figan ederse,
Gül dikensiz gül olur.

Baba der: Yüz göz olur,
Dilden dile söz olur!
İniş çıkış ormanlık,
Biter yol, dümdüz olur.

Mevlâm bütün ailelere;

Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva gibi;

Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Hazret-i Haticetü’l-Kübrâ gibi;

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ile Hazret-i Fâtımatü’z-Zehrâ -radıyallâhu anhâ- gibi muhabbetli olmayı, onlardan örnek almayı nasip eylesin.

Âmîn…