MEDENİYETLERİN TEŞEKKÜLÜNDEKİ ÂMİLLER

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Medeniyetlerin doğuş ve yükselişinde, insanların gayret ve çabası elbette inkâr edilemez. Ancak bir medeniyetin doğuşunda, insanların gayretlerinden daha mühim bir âmil daha vardır. O da dînî, siyâsî, içtimâî, iktisâdî vb. şartlardır. Bunlar tarihin bir safhasında, birbiriyle işbirliği etmişçesine tesânüd içinde öyle âhenkli akmaya başlar ki; kendilerince bir çaba ve gayret göstermekte olan fertleri de kendi mecrâlarında sürükler, böylece belki de hebâ olup gidecek münferit çalışmaları belli bir hedefe sevk etmek sûretiyle onlara da bir güç ve ivme kazandırır. Böyle safhaların kahramanı olan fertlerin çoğu, o an yapmakta oldukları işleri sonunda elde edilecek neticeyi gördükleri için yapıyor değildirler; ancak şartların sevkiyle yaptıkları işler sebebiyle, sonradan kahraman ilân edilirler. Daha insaflı ve hakkāniyetli ifade etmek gerekirse; kurulan bir medeniyette payı olan kimseler, o medeniyetin kuruluşunu hazırlayıp oluşturan şartları ve o şartlar içindeki fırsatları iyi kullanmış kimselerdir. Çok mu mücerret oldu? Örnek verelim:

Meselâ Amerika kıtasına çıkan Kristof Kolomb; yeni bir kıta bulmak, filizlenip kökleşmeye başlayan batı medeniyetini iktisâden desteklemek maksadıyla yola çıkmamıştı. Hindistan’a gitmek için yolculuğa başlamış ve Amerika’ya çıktığında da Hindistan’a ulaştığını zannetmişti. Ve onu farklı bir yoldan Hindistan’a gitmeye sevk eden, Çin ve Hint mallarının geldiği İpek ve Baharat yollarının müslümanların elinde oluşu idi. O; bu engeli aşmak gayesiyle alternatif bir yol bulma çabasındayken, 1492’de, yani Endülüs’teki son İslâm yurdu olan Gırnata’nın düştüğü yılda, Amerika kıtasına çıktı. Her ne kadar çıktığı yerin yeni bir kıta olduğunu bilemese de, 1505’te bu yeni kıtaya giden halefi Amerigo Vespucci; bu tespiti yapıp onun yarım kalan işini tamamladı. Sonrası; yeni kıtanın yerlilerinin uğradığı büyük katliâmlara rağmen, yükselmekte olan Avrupa’nın zenginlik ve refahının hikâyesidir.

Protestan Mezhebi’nin zuhuruyla kilisenin nüfuzunun da kırıldığı o günlerden iki asır sonra, Sanayi İnkılâbı yapıldı. Böylece yeni kıtadan elde edilen zenginliğin meyveleri derilmeye başlandı. Ancak bu neticenin elde edilmesinde, ta XI. asrın sonlarından itibaren başka birçok âmil rol oynadı. Haçlı seferleri esnasında doğuda görülüp öğrenilenler ve Endülüs müslümanlarından teslim alınan Tuleytula’da Arapça eserlerden yapılan tercümeler neticesinde Rönesans’ın başlaması, feodalitenin sona erişi ve şehirlerin nüfusunun artmasıyla yeni iş imkânlarına yönelik arayışların artması vb. Bütün bunlar âdeta şuurlu birer varlıkmışçasına, bir kısmı birbirini tetikleyen müteselsil tesirlerde bulunarak, hep aynı neticeyi oluşturmaya mâtuf cereyan etti. Daha önce de belirttiğimiz gibi; Newton, Galileo, Descartes gibi ilim ve fikir adamlarının gayretlerini elbette inkâr etmiyoruz. Ancak onların gayretleri; yukarıda saydığımız şartların sevkiyle, onlarla aynı mecrâda akıp gelişti ve onlarla bir bütünlük oluşturdu.

Bu hususta eski medeniyetlerin zuhurundan da örnekler verebiliriz. M. Ö. VI. asırda ortaya çıkan Yunan felsefesi, kendinden önce 3 asır kadar süren «Yunanlıların câhiliyye çağı» mahiyetindeki mitolojik düşünceye bir tepki olduğu kadar Mısır ve Mezopotamya medeniyetlerinin de tesiriyle ortaya çıkmıştır. Aynı asırda görülen ve İran coğrafyasının yanı sıra Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Anadolu ve hattâ Trakya’yı içine alan Pers yayılmacılığı ve nüfuzunun; Yunanlıların doğuyu tanımasına katkısı olmuş mudur? Araştırılması gerekir. Olduysa Pers ordularının bu ülkeleri böyle bir maksat için zaptettikleri elbette söylenemez. Hâl böyle olunca, onların da bir medeniyetin doğuşuna bilip istemeden hizmet eden aktörler olduğuna hükmetmek gerekir.

Büyük İskender; ordularıyla Makedonya’dan hareket ederken, doğunun mistik düşünceleriyle Yunan aklının (nous) mezcolduğu bir medeniyet kurma projesiyle mi yola çıkmıştı? Evet, gittiği yerlerde kendine adına nispetle anılan İskenderiye ve İskenderun gibi şehirler kurmak sûretiyle bir kısım umran faaliyetlerinde bulundu. Ancak yine de bunları, sonunda ortaya çıkan Helenistik medeniyeti hedefleyerek yaptığı iddia edilemez. Olsa olsa Yunan kültür ve düşüncesini yaymayı gaye edinmiş olduğu söylenebilir. Dolayısıyla o da, yaptığı fetihlerin tesiriyle mayalanıp kurulacak olan medeniyetin yükselişine bilip istemeden hizmet etmiş aktörlerden biri idi.

Hazret-i Peygamber’in vefatından 10 yıl geçmeden bütün Orta Doğu’ya hâkim olup halklarını dönüştürerek kendisine kazanan ve onların gönüllerinde kök salan İslâm, ulaştığı yerlerde Kitap ve Sünnet merkezli bir düşünce ve hayat tarzı kurup geliştirdi. Bunun yanı sıra o ülkelerde karşılaştığı Yunan, Fars, Hint vb. kültürlerle Arap ve İslâm kültürünü harmanlayarak hikmet ve felsefede zenginlikler de vücuda getirdi. Çoğu, çölde sade bir hayat sürmekte olan bedevî kabîlelere mensup fatihler, Arabistan’dan böyle bir maksatla yola çıkmış değillerdi. Onlar ancak hırçın hâdisat denizinin dalgalarından ibaret olup, kurulacak olan yeni ve ışıltılı bir medeniyetin yükselmesi için farkında olmadan hizmetkârlık ediyorlardı.

VII/XIII. asırda Asya’nın doğu ucundan çıkıp gelen Moğollar bütün Türkistan’ı çiğneyip Mısır dışındaki Orta Doğu’nun da tamamına hâkim oldular ve büyük bir tahribat yaptılar. Ancak bu istîlâ hareketi, onların zulmünden kaçan büyük bir hicret dalgasını da beraberinde getirdi. Türkistan’dan başlayıp Anadolu’da sonlanan bu hicret, orada bir güç teksifini ve sonunda Moğol İstîlâsı sonrasında da bir toparlanışı beraberinde getirdi. Üç asır sonra İran dışındaki bütün Orta Doğu, Balkanlar ve Kuzey Afrika’yı içine alacak olan bu toparlanış; Anadolu’yu güç merkezi hâline getiren hicretlere sebep olan müstevlî Moğolların elbette bilip istedikleri bir husus değildi. Ancak onlar; takdîr-i ilâhînin sevkiyle, yıkmak istedikleri bir medeniyetin yeniden toparlanışına farkında olmadan hizmet ediyorlardı.

Hulâsa; medeniyetlerin doğuş ve yükselişinde, sonradan kahraman ilân edilen öne çıkmış/çıkarılmış fertlerden ziyade, o medeniyeti oluşturan şartlar rol oynar. Fertler ya o şartların sevkiyle ve rüzgârıyla veya onların oluşturduğu fırsatları değerlendirerek bazı başarılar gösterirler. Ekseriyâ sonunda varılacak noktayı bilmeden, hattâ bazen -Moğollar örneğinde olduğu gibi- tam aksini istedikleri hâlde o noktaya varmaya yarayacak hizmetlerde bulunurlar. Bütün bunların böyle olmasını, şartlar hazırlayıp temin eder. İdrak ve şuura sahip olmayan şartlar, elbette kendiliklerinden kâh doğuya kâh batıya yönelmemektedir. Onlar da, iradesi dışında yaprak bile düşmeyen Allâh’ın ilim ve kudreti dairesindedirler. İslâm dünyası olarak -neredeyse- Moğol İstîlâsı ve müstemleke çağını aratacak sıkıntılı bir devir yaşadığımız bu fevkalâde günlerde, şartların yeni bir istikamet alıp yeni bir yükselişe yol vermesinin arifesinde olduğumuz hissediliyor. Duâ edelim ki şartlar bizim yükselişimizi hazırlasın. Ancak Allah Teâlâ çok âdil olup -müslüman bile olsa- kimseye iltimas geçmez ve hardal tanesi kadar da olsa hiçbir emeği boşa çıkarmaz. Dolayısıyla ancak çabalayıp gayret etmemiz hâlinde, sözünü ettiğimiz şartları bizim istediğimiz mecrâya sevk edecektir. Yazımız boyunca hep şartları öne çıkarıp belirleyici gördüğümüzü fertleri ise; geri plâna attığımızı söyleyecek, itiraz edeceksiniz. Evet; yazımızın başını unutmuş değiliz, kanaatimizi değiştirmiş de değiliz. Yine aynı şekilde düşünüyoruz. Ancak işin püf noktası şurada:

Şartları oluşturup bir doğunun bir batının lehine sevk eden hikmeti yüce Mevlâ, bu sevkin yönünü gelişigüzel belirlemiyor. Hazırlayıp sevk ettiği o şartlara göre, tesirleri yok hükmünde olan fertlerin gayretlerine bakarak belirliyor. O hâlde bize durmak düşer mi? Haydi gayret edelim, çabalayalım ki Mevlâ şartları, bizi teyit edecek şekilde hazırlasın. O’nun gücü her şeye yeter. O ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcıdır!