ÎMÂNI TAZE TUTMAK

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashâb-ı kiram hazerâtı; din uğruna türlü türlü eziyetler çektiler, vatanlarından hicret ettiler, canlarıyla mallarıyla cihâd ettiler. Buna rağmen -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz, ashâbına;

“Îmânınızı; «Lâ ilâhe illâllah» sözü ile tecdit ediniz ve yenileyiniz.” (Ahmed, Müsned, II/359) buyurmuş.

Bu hadîs-i şerîfi okuyunca kendi hâlimizi bir düşünmemiz lâzım. Çoğumuz dînimizi âdet hâline getirdiğimiz belli ibâdetler ve ufak tefek hizmetlerle hayata geçirmekle yetiniyoruz. Dînimiz için sahâbelerin yaptığı fedâkârlıkları yapmıyoruz. Onlar gibi dînimiz uğruna; bütün geçmişimizi, akrabalıklarımızı, alışkanlıklarımızı bırakıp yepyeni bir hayata başlamıyoruz. Onlar dinleri için o zorlu coğrafyada, en çok muhtaç oldukları akrabalık bağlarını fedâ ettiler. İşverenleriyle veya sıkıntılı yıllarda kapılarını çaldıkları varlıklı kişilerle aralarına düşmanlık girmesini göze aldılar. Ticaretlerini, evlerini, ailelerini bile arkada bırakıp sonunu bilmedikleri bir yola çıktılar.

İnsan îmânı uğruna fedâkârlık yaparken zaten îmânını yenilemiş olur. Çünkü nefsin sultasını kırıp, onun hoşlanmadığı şeyler yapmak; insanın rûhânî tarafında mânevî bir zindelik vesilesi olur. Ama Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine de îmânın tecdîdi için her an uyanık olmak gerektiğini hatırlatıyor. Bunun için de; «Lâ ilâhe illâllah» zikrini tavsiye ediyor.

Lâ ilâhe illâllah zikri, malûm, bu tevhid kelimesinin tekrarlanmasından ibaret bir amel olarak görünüyor. Belki ilk bakışta onca fedâkârlığın yanında bir sözü tekrarlamanın basit bir amel olduğu düşünülebilir. Ama insan beyninin hususiyetlerini bilen biri için, hiç de öyle olmadığını anlayabiliyoruz.

İnsanı yaratan Rabbi; onun fıtratını çok iyi bildiği için, zikir ve amelleri tekrar tekrar yapmayı emrediyor. Çünkü insan beyni; bir süre terk edilen, tekrarlanmayan bilgileri «artık saklanmasına gerek yok» diye siliyor. Beynimiz için her bilgi ve amel, nöronlar arası bir bağlantı demek. Eğer o bilgiye veya tecrübeye zaman zaman başvuruyor, kullanıyorsanız; o bağlantı üzerinden akım geçiyor ve o bilgi tazeleniyor. Ama kullanmayıp terk ederseniz o bağlantılar budanıyor. Nasıl ki bahçıvanlar zaman zaman ağaçları budarlar ki bir tazelenme olsun, taze sürgünler yetişsin; bunun gibi beyinde gereksiz yere saklanan bilgi, hâtıra vs. veriler temizleniyor ki, daha çok lâzım olanlara yer açılsın. Zaten beynimiz yirmili yaşlarda olgunlaşıp son hâlini aldıktan sonra; ihtiyarlama, yani hücre kaybı başlıyor. İhtiyarlarken sık kullanılmayan veriler fedâ ediliyor.

İşte bu yüzdendir ki îmânın devamlı tazelenmesi, yani zikirle hatırda tutulması gerekiyor. Îmânı hatırda tutmak birkaç usûlle oluyor. Birincisi; îmânın çekirdeği ve özü olan, îmân ettiğimiz esasları anmak, sözlü olarak beyne tekrar hatırlatmakla güncelliğini, geçerliliğini tasdik etmek. Bu özün etrafındaki koruyucu zırh ise, bu esasın hayata geçirilmesi demek olan amellerin işlenmeye devam etmesi.

Biz hepsine hâfıza deyip geçsek de insanın birkaç çeşit hâfızası olduğu tespit edilmiş. Bir kişinin bilgi hâfızasının yanında, hâtıra hâfızası ve işlem hâfızası da mevcut ve her birinin çalışma prensipleri farklı. Meselâ bilgi hâfızası; bir veriyi sadece on saniyeliğine geçici belleğe alıyor, ancak dikkati yoğunlaştırmakla ve ezberlemek için tekrarlamakla daha kalıcı olan hâfıza katmanlarına geçiriyor. Tekrar edilmezse de unutuyor.

Ama işlemlerle ilgili hâfızamız, bilgi hâfızasından farklı olarak uzun süre kullanılmasa da tamamen unutmuyor. Meselâ araba kullanmasak da tamamen unutmamamız gibi. Çünkü beyin mücerred bilgiden farklı olarak fiilî becerileri şuuraltına alıp saklıyor. Yani nasıl yaptığımızı düşünmeden otomatik olarak yapmamızı sağlıyor.

Elbette fiilî bir beceriyi kazanmak için, alışkanlık hâline getirecek kadar çok tekrarlamak gerekiyor. Güzel bir davranışın insan için ahlâk hâline gelmesi de ancak yeterince tekrar yapmakla mümkün oluyor.

İnsan ancak şevke geldiği vakit bir iyiliği yaparsa, o; insanın iç âleminde yerleşip tabiat hâline gelmez. Ameller; ancak devamlılıkla yerleşir, ahlâkı güzelleştirir, şahsiyeti olgunlaştırır ve insandaki iyi tarafı kemâle erdirir. Ancak alıştığımız amelleri yapmakta zorlanmıyoruz ama bizden biraz daha fazlası veya pek alışmadığımız bir fedâkârlık istendiğinde sıkıntı hissediyorsak, kendimizi bir hesaba çekmeliyiz.

İmâm-ı Gazâlî güzel ahlâkı tarif ederken; «kişinin o iyiliği yaparken sıkıntı duymaması» diyor. Meselâ cömertlik bir kişide ahlâk hâline gelmişse, artık kendisinden bir ikram veya iyilik istenmesi zoruna gitmez. Bunun gibi insanın îmânı; artık iyice iç âlemine yerleşmiş, bütün kararlarına, duygularına, tavır ve davranışlarına yön verecek kadar onun şahsiyetinin bir parçası olmuşsa; o kişiye îmânı için hiçbir fedâkârlık zor gelmez. Eğer geliyorsa; demek ki îmânımızda bir kabuk bağlama, bir küllenme problemi olsa gerektir. Demek ki îmânımızı tazeleyecek amellere ihtiyaç var. Bir de amelleri kuru şekil ve alışkanlık hâlinde değil; güçlü duygularla, canlı bir şuurla yapmaya…

İnsanda bir de hâtıra hâfızası bulunuyor. Bu hâfıza, daha çok duygularla ilişkili olan hâtıraları saklıyor. Meselâ bizde güçlü bir duygu uyandırmayan günlük rutinleri hızla unutup siliyor.

Dikkat ederseniz zaman o kadar hızlı akıyor ve olayları o kadar çabuk unutuyoruz ki, bazen bir hâdisenin üzerinden kaç yıl geçtiğini bile kestiremiyoruz. Hesap edince; «O kadar sene nasıl geçmiş?» diye şaşırıyoruz. Önemli bir hâdise olmadığı sürece, yılların bizim hâfızamızda bir izi kalmıyor. Ancak önemli bir hâdisenin yaşandığı yılları hatırlıyoruz. Hattâ şöyle cümleler kuruyoruz: «O sene deprem olmuştu…», «O yaz torunum dünyaya gelmişti…», «O sene biz umreye gitmiştik…», «… oradan hatırlıyorum.»

Hâfıza yapımızı bizden daha iyi bilen Rabbimiz, bu sebeple, bize, her yıl; üç aylar, Ramazan, Kurban Bayramı gibi hayatın rutinini bozup hâfızamızda iz bırakacak farklı tecrübeler yaşatan mâneviyat mevsimleri gönderiyor. O mevsimler sayesinde, rutini değiştirip duygularımızı uyaran ve mâneviyatımızı canlandıracak tecrübeler yaşatıyor. Allah için oruç tutmak, Allâh’ın rızkına muhtaçlığımızı hatırlamak, iftar ederken taze bir şükür duygusu hissetmek…

Rabbimiz’in emrettiği her faaliyette îman mücerred bir kabulden öteye geçip; yaşanan, hissedilen, tadılan ve hâtırada izi olan bir müşahhas gerçekliğe dönüşüyor. Ömürde hiç değilse bir kere hacca gitmek, umrelere gitmek, dînî sohbet ve irşad faaliyetlerine katılmak, âcizleri, mazlumları, yetimleri ziyaret etmek, yardımlaşma faaliyetlerine katılmak, cenazeleri teşyî etmek, zulmü tel’in faaliyetlerinde mü’minlerle omuz omuza durmak vs… insanın duygularını etkiliyor, hâfızada iz bırakıyor. Bunları terk etmeyip zaman zaman tekrarlayarak o hisleri tazelemek de îmânın hâtıra hâfızasındaki bağlantılarını güncelliyor, silinip gitmesinin önüne geçiyor.

Bir aile büyüğümüzün beyin filmi çekilmişti, doktor göstermişti; beyni hem hacim olarak küçülmüş hem de büyük bir kısmı sünger gibi olmuştu… Bizi gece yarısı uyandırır; “Akşam yemeği yedik mi?” diye sorardı. Ama namazlarını hiç unutmazdı. Biraz vakitlerini karıştırsa da aklı hep namazdaydı, gün içinde konuştuğu az sayıdaki cümlesi de hep namaz hakkında olurdu: “İkindi okundu mu? Yatsı ne zaman okunacak?”

Ömrümüz uzarsa yapabildiğimiz amel çeşitleri gitgide azalacak. Belki namazımızı bile tam kılamayacağız. Son nefesimizde îmânımızı hâfızamızda capcanlı bulabilecek miyiz?

Özetlersek;

İnsanın îmân esasını sözlü olarak tekrarlamasının da, îmânı için fedâkârlıklar yapıp hayata geçirmesinin de ayrı bir faydası var. Bunlardan birini yapıp diğerini önemsememek, îmânımızda tehlikeli bir aşınmaya sebep olabilir. -Allah korusun-