OSMAN NÛRİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ İLE İSTANBUL’UN SIRLARI ÖZEL MÜLÂKĀTI -2-

Fahri SARRAFOĞLU sarrafoglufahri@gmail.com

Fahri SARRAFOĞLU: Efendim, meşhur İtalyan mimar ve ressam Leonardo da Vinci, II. Bâyezîd’e bir mektup yazarak, İstanbul’daki cami ve diğer eserlerin plân ve projelerini bizzat yapmayı teklif etti. Padişah ise buna müsbet cevap vermedi. Bunun sebebi etrafında neler söylemek istersiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Efendim, Leonardo da Vinci’nin bu teklifi karşısında sarayda Kubbealtı vezirleri sevindiler. «Dünyaca meşhur bir mimar gelecek, İstanbul’u tanzim edecek» diye.

Fakat Fatih’in oğlu 2. Bâyezid Hazretleri;

“‒Yok! Hayır!” dedi. “Eğer o gelirse, buraya hıristiyan mimarîsi yerleşir. Biz mimarîmizi kendi rûhânî yapımıza göre inkişâf ettireceğiz.” dedi.

Tabiî bu, bir firâsettir, bir mü’minin firâseti. Arkadan Sinanlar geldi. Bizim rûhumuzu aksettirecek sanatkârlar vücut buldu.

Kaldı ki;

İslâm’ın başka bir kültürü taklit etmeye ihtiyacı yoktur. Zira İslâm kültürü, kâbına varılmaz bir zirvedir.

İşte bu şuurla ecdâdımızın îmâr ettiği İstanbul, muhteşem mâzînin hâtıralarıyla dolu. Külliyeler, camiler, sadaka taşları, şehidlikler, dergâhlar, türbeler ve kabirler…

Tarih, bir milletin hâfızasıdır. Millî tecrübeler mecmûasıdır. Bu yüzden mâzî çok mühimdir. Mâzînin bittiği yerde millet biter. İnsan biter, iz‘an biter. Çünkü millet, bir bakıma tarihinden ibarettir. Onu mânevî değerlerinden ve tarih şuurundan uzaklaştırırsanız, geriye insan sürüsü kalır. Onun için bugün gençlerimize bilhassa bu şerefli tarihimizi aksettirmemiz lâzım.

Bir de tekkeler, zâviyeler çok mühim. Meselâ; bu tekkeler, zâviyeler, bir rehabilite merkezi olmuştur. Evinde münakaşası olan, işi bozulan, dergâhlara gitmiştir. Dergâhlarda, sohbetlerde huzur bulmuştur.

Bu dergâhlar, aynı zamanda müstesnâ bir eğitim merkezi olmuştur. Peygamber Efendimiz’den in‘ikâs etmiş bir ahlâk ile kibar, zarif, diğergâm, cömert ve fedâkâr karakterli şahsiyetler yetiştirmiştir.

Fahri SARRAFOĞLU: Bir nevi terapi yapılmıştır, diyebilir miyiz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Evet, günümüz tabiriyle bir nevi terapi. Bugün baktığımızda maalesef bu tedavi yok.

Meselâ bugün insanlar bir maça gidiyor, orada içini boşaltıyor. Fakat bazen uygun olmayan kelimeler de ağzından dökülüyor. Tabiî bu da edebe aykırı olan bir hâdise. Aynı şey, ekranlar karşısında da sergileniyor, internet köşelerinde de. İşin özü, nefsânî hoyratlıkları teskine dayalı davranışlardan ibaret. Gönül dünyaları ise hem ihmal edilmiş oluyor, hem de nefsâniyetler söndürüleceği yerde sürekli odun atılarak daha alevli hâle getiriliyor aslında.

Bütün bunlar, Peygamber müjdesi olan İstanbul’un rûhuna yakışmayan bir hâdise.

Yukarıda bahsettiğimiz tasavvufî terbiye, dün mimarîye dahî aksetmişti. Mimar Sinan’ın çok güzel eserleri var. Ondan sonraki bir Sedefkâr Davud Ağa, Mimar Ahmed Ağa, Tahir Ağa…

Sadece mimarlar değil; o dönemdeki Osmanlı devlet adamlarından tutun, halk tabakasına kadar herkesin bir tasavvuf terbiyesinden geçtiğini görüyoruz.

Baktığımız zaman sadece bina yapmıyorlar, orada inceliklerle dolu bir imza da atıyorlar.

Eserlerinde tasavvufî bilgilerin var olduğunu da görüyoruz. Yani o kubbe niye o yükseklikte? O minare niye altı, niye dört ya da o estetik oraya niye öyle konulmuş, derin bir mânâsı var.

Burada tabiî, kalbin o rûhânî istidatları; taşa, toprağa aksetmiş durumda.

Fahri SARRAFOĞLU: Efendim bu derin mânâlara birkaç misal verir misiniz?

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi:

Bu camilerin yapılışlarına baktığımız zaman, evvelâ her taş, abdestli konuyor. Mânevî tedbirler var.

Meselâ Süleymaniye Külliyesi yapılırken, Kanunî Sultan Süleyman bir tâlimat verdi. Bu tâlimatta şunlar vardı:

“Aç hayvana yük taşıtılmayacak. Önce karnı doyurulacak, ondan sonra yük taşıtılacak. Eğer yorgunsa dinlendirilecek.”

Yani mahlûkatın hukukuna bile dikkat edilmiştir.

Hattâ Süleymaniye açıldıktan sonra da Kanunî Sultan Süleyman; çalışan işçileri, kalfaları ve mühendisleri herkesi toplamış ve şunu ilân etmiştir:

“Yanlışlıkla, sehven eğer hakkını alamayan varsa, gelsin lütfen hakkını istesin. Şu an burada bulunmayan çalışan işçiler varsa, onlara da lütfen bu söylensin. Onlar da gelsin hakkını istesin…”

Yani bir defa kul hakkına çok dikkat edilmiş.

Derin mânâlara gelince;

Tabiî o mimarîye, gönüldeki duygular aksetmiş.

Meselâ mihrab sanki Cebrâil’dir, oraya âyet iniyor. Oradan kubbeye aksediyor.

Kubbe, Rasûlullah j Efendimiz.

O kubbeden de o sedâ bütün camiye yani ümmete yayılıyor.

Yine Süleymaniye’nin mimarîsine baktığımız zaman, hiç sert çizgi yok. Hep yumuşak çizgiler hâkim. Yani rûhu dinlendiren kemerler ve kavisler var.

Biraz uzaktan baktığımız zaman ise, sanki duâ eden bir insan silûeti.

O minareler âdetâ Allâh’a açılan eller… Semâya yükselen duâlar…

Bunun en güzel aksi olmuş.

Şadırvanıyla, bahçesiyle, bahçenin tanzimiyle, o çiçekler vs. ile hepsinde ayrı bir güzellik, ayrı bir letâfet.

Aydınlatması dahî öyledir. Süleymaniye Camii’ne baktığımız zaman loştur. Bu, insana bir rûhî derinlik verir.

Minare ve kubbe yüksekliklerinin ebced değerleri de «Allah» (66), Muhammed j (92) gibi sayılara tekabül eder. Yani her birinde derin bir mânâ saklıdır.

Böyle olduğu için de mıknatıs gibi herkesi cezbediyor.

Yabancıları bile…

Süleymaniye Camii’nin eski imam-hatibi bir gün teşrif etmişti, sohbet ediyorduk. Şöyle bir hâdise nakletti:

Bir turist kâfilesi zaman zaman gelirdi. Benim de dikkatimi çekti sık sık gelmeleri. Kendilerine yaklaştım:

“–Siz sık sık geliyorsunuz buraya. İki ayda, üç ayda bir; kimsiniz? Bu mâbed sizi ne gibi duygulara götürüyor?”

Dediler ki:

“–Biz Güney Amerika’dan geliyoruz. Biz buraya geldiğimiz zaman iç âlemimiz âdetâ diriliyor, rûhânî dünyamız huzur buluyor, burada kalben dinlenmiş oluyoruz.”

Yahya Kemal, Süleymaniye’de o bayram sabahının heyecan ve rûhâniyetini ne güzel aksettirir:

Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede,

Bir mehâbetli sabâh oldu Süleymâniye’de,

Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,

Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi,

Yer yer aksettiriyor mâvileşen manzaradan,

Kalkıyor tozlu zaman perdesi her ân aradan.

Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir,

Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir.

Fahri SARRAFOĞLU: Demek ki bu tarihî mâbedlerimiz hem halkımızın, hem de ziyaret eden turistlerin ruhlarına bir ferahlık veriyor. Az önce bahsettiğiniz rehabilite merkezi gibi…

Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi: Evet, hakikaten Süleymaniye yahut Sultanahmet Camii’ne gidildiği zaman, oraya gelen turistler şöyle bir dolaşıp gitmiyor. Oturuyorlar orada. Demek ki orada birtakım in‘ikâslar meydana geliyor, hissiyat yaşanıyor. Âdetâ ruhların bambaşka bir alışverişi var orada. O iklimde insanlar, böylece gönül âlemlerini dinlendiriyor.

Maalesef diğer taraftan da bugünün İstanbul’unda birçok kaktüs gibi yüksek binalar, gökdelenler de yapıldı. Sanki şehrin kabir taşları gibi. Tabiî, turistler tutup da o geometrik binaları seyretmiyor. Onları dolaşmıyor. Çünkü onlardan ruhlara herhangi bir haz ve huzur gelmiyor.

(DEVAM EDECEK)