Tâif Seferi’ nin Düşündürdükleri

YAZAR : Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Tâif, Mekke halkının ileri gelenleri için çok önemli stratejik bir konuma sahipti. Mekke zenginlerinden çok kişinin Tâif’te mülk ve arazileri vardı. Bunlar yaz mevsimlerini Tâif’te geçirirlerdi.

Hâşimoğulları ve Abdişems kabîleleri Tâif ile sürekli bir bağlantı içindeydiler. Aynı şekilde Mahzûmoğulları ile Sakîf kabîlesi arasında da müşterek mâlî çıkarlar vardı.

Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın; en sıkıntılı zamanında Tâif’e yönelişi, öylesine basit bir hâdise değildi. Ciddî bir şekilde plânlanmış ve enine boyuna düşünülmüş bir tercihti. Bu yüzdendir ki O; Tâif’e vardığında şehrin herhangi bir yerine değil, direkt olarak otorite merkezine ve siyâsî kararların alındığı yere gitmişti.1

Rasûlullâh’ın hedefi her zaman belli, açık ve netti. Allâh’ın dînini, Tâif’in önde gelenlerinden başlamak üzere halka tebliğ etmek ve onları şirkin çıkmaz bataklığından İslâm’ın nurlu yoluna davet etmek! Fakat ne yazık ki, Tâif’in önde gelenleri; önde gelenler gibi davranmamışlardı! İslâm tarihi sayfalarına kara bir leke olarak düşmüşlerdi!

Tâif ile Mekke arası takriben 100 kilometre kadardı. Yani nereden bakılırsa bakılsın, iki-üç günlük bir yoldu.

Rasûlullah -aleyhisselâm-, evlatlık edindiği ve öz oğlu gibi sevdiği Zeyd bin Hârise’yi yanına alarak gitmişti. Büyük bir ümitle gittiği Tâif’ten, büyük bir hüzünle geri dönüyordu.

Yıllar sonra Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Annemiz, Uhud Savaşı’ndan sonraki günlerin birinde şöyle bir soru soracaktı:

–Yâ Rasûlâllah! Sen’in başına, Uhud gününden daha çetin bir gün geldi mi?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, ona şöyle cevap verecekti:

–Evet yâ Âişe! Kavmimden başıma gelmeyen kalmadı! Hele onların yüzünden Akabe günü çektiğim ise, çektiklerimin en çetini idi! Ondan sonra Tâif’e gittim. Tâiflilerin beni yalanlayıp alay ettikleri yetmiyormuş gibi, taşa tuttular! Ben de üzgün bir hâlde Mekke’ye yönelip, yüzümün doğrusuna gittim durdum. Ancak Karnu’s-Seâlib’de kendime gelebildim! Başımı kaldırıp baktığım zaman, bir bulutun beni gölgelemekte olduğunu gördüm. Tekrar baktığımda, bir de ne göreyim? Bulutun içinde Cebrâil var! Hemen bana seslendi ve;

«Şüphe yok ki Allah; kavminin sana söylediklerini ve yaptıklarını görüp işitti de, onlar hakkında dilediğini kendisine emredesin diye sana dağlar meleğini gönderdi.» dedi!

Dağlar meleği bana seslendi ve selâm verdi. Sonra da;

«Yâ Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-! Şüphe yok ki Allah, kavminin Sana söylediklerini işitti. Ben dağlar meleğiyim! Rabbin, dilediğini bana emredesin diye beni Sana gönderdi. Şimdi, ne dilersen dile! Eğer onların üzerlerine şu iki dağı kapamamı dilersen dile! Hemen dağları onların başlarına geçirivereyim.» dedi! Ben;

«Hayır! Ben onların helâk olmalarını istemem. Bilâkis, Allâh’ın; onların neslinden, yalnız Allâh’a ibâdet edecek, O’na hiçbir şeyi şerik koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim.» dedim!2

Allah Teâlâ Hazretleri’nin şefkat ve merhamet Peygamberi buydu işte! En zor zamanlarında bile, öfke ve nefret değil; şefkat ve merhamet! Şefkat ve merhamet Peygamberi’nin ilâhî davetine karşı, çok ileri derecede düşmanlık edenlere kadar uzanan, engin bir şefkat ve merhamet!

Tâif Seferi böyle içler acısı sahnelerle dolu geçmişti. Ayaklarına kadar gelen fırsatı görüp anlayamayan, bu büyük nimeti fark edemeyen nasipsizler; her türlü çirkin sözlerle sataşmanın yanında, O’nu taşlayacak kadar ileri gitmişlerdi!

Peygamberimiz -aleyhisselâm-; Tâif’ten Mekke’ye dönerken, Nahle Vadisi’nde konakladı. Geceleyin namaz kıldığı sırada, oradan geçen cinler, durup Rasûlullâh’ın okuduğu Kur’ân’ı dinlediler.

“Hani cinlerden bir grubu, Kur’ân’ı dinlemeleri için Sana yöneltmiştik. Kur’ân’ı dinlemeye hazır olunca (birbirlerine); «Susun!» demişler, Kur’ân’ın okunması bitince uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi.

«Ey kavmimiz!» dediler. «Doğrusu biz Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik.

Ey kavmimiz! Allâh’ın davetçisine uyun. O’na îmân edin ki Allah da sizin günahlarınızı kısmen bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun.»” (el-Ahkāf, 46/29-31)

Görüldüğü gibi, Kur’ân-ı Kerîm’i bir defacık bile can kulağı ile dinleyen îmanla şerefleniyor. Cinler de dinleyip hemen ardından da îmân ederek, kavimlerinin yanına uyarıcı olarak döndüler. Nasipliler her yerde nasiplenirlerdi. Nasipsizler ise, ayaklarına kadar gelen nimeti bile geri teperlerdi!

Rasûlullah -aleyhisselâm-; Nahle’de günlerce kaldıktan sonra, Mekke’ye girmek için toparlanmaya başladı. Bu anlamlı yolculukta, başından beri yol arkadaşı olan Hazret-i Zeyd bin Hârise, içini sızlatan endişesini dile getirmeden edemedi:

–Yâ Rasûlâllah! Kureyş müşrikleri Sen’i tedirgin edip Mekke’den çıkardıkları hâlde, şimdi onların yanına nasıl döneceksin?

Peygamberimiz -aleyhisselâm- da şöyle cevap verdiler:

–Ey Zeyd! Hiç şüphesiz Allah; senin göremediğin yerden bir kapı, bir çıkış yolu açacaktır! Şüphe yok ki Allah, dîninin ve Rasûlü’nün yardımcısıdır!3

–Şüphesiz ki Allah ve Rasûlü en iyi bilendir!

Rasûlullah -aleyhisselâm-, Hazret-i Zeyd ile beraber harekete geçip Hirâ Dağı’nın yanına kadar geldi. Bir süre de Hirâ Dağı’nda konaklamak zorunda kaldı.

Mekke’nin örf ve âdetlerine göre; Mekke’den çıkan birinin, geri dönmek için mutlaka birinin ya da birilerinin himayesine girmesi gerekiyordu. Bunu bilen Rasûlullah -aleyhisselâm-, orada rastladığı Uraykıt adlı müşrik ile konuştu:

–Ben seni; tarafımdan bir şeyi tebliğ etmek üzere göndersem, Mekke’ye gider misin?

–Evet, giderim!

–Gidip de, Muhammed;

«Rabbim’in bana verdiği risâlet görevini tebliğ edip yerine getirinceye kadar, sen beni himayene alır mısın?» diye soruyor de?4

–Olur, sorup Sana dönerim!

Peygamberimiz -aleyhisselâm-, onu önce Ahnes bin Şerîk’e gönderdi. Ahnes kabul etmeyince, Süheyl bin Amr’a gönderdi. O da kabul etmeyince, Mut‘im bin Adiyy’e gönderdi. Mut‘im olumlu cevap verdi:

–Olur! Kendisine söyle, gelsin ve himayeme girsin!5

Uraykıt dönüp durumu bildirdi. Rasûlullah -aleyhisselâm- da Zeyd bin Hârise ile beraberce varıp o gece Mut‘im bin Adiyy’in evinde kaldılar.

Mut‘im bin Adiyy; sabah olunca oğullarını, kardeşinin oğullarını ve kavmini yanına çağırarak tâlimat verdi:

–Silâhlarınızı kuşanarak Beytullâh’ın rükünleri yanında toplanıp hazır bekleyiniz!

Onlar da öyle yaptılar. Hepsi; kılıçlarını sıyırmış olarak, Mescid-i Harâm’a girdiler.

Diğer taraftan Peygamberimiz -aleyhisselâm- da, yanında Zeyd bin Hârise olduğu hâlde, Mescid-i Harâm’a girmişti.

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın geldiğini gören Mut‘im bin Adiyy, yüksekçe bir yere çıkıp haykırdı:

–Ey Kureyş kavmi! Hepiniz biliniz ki ben, Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-)’i himayeme aldım! O’na sizlerden hiç kimse dokunmasın!6

Peygamberimiz -aleyhisselâm- da; Kâbe’yi tavaf ederek iki rekât namaz kılıp evine dönünceye kadar, Mut‘im bin Adiyy ile oğulları, O’nun çevresinde dönüp dolaşarak, koruma çemberi oluşturdular.

Her konuda olduğu gibi, vefâ konusunda da bir âbide olan Rasûlullah -aleyhisselâm-; yıllarca sonra bile Mut‘im bin Adiyy’in bu iyiliğini unutmayacak, Bedir Savaşı’nda esir düşen müşrikler hakkında, Mut‘im bin Adiyy’in oğlu olan Cübeyr’e dönüp şöyle buyuracaktı:

–Mut‘im bin Adiyy sağ olsaydı, şu kokmuşlar hakkında benimle konuşsaydı; bunları onun hatırı için kurtulmalık bedeli almaksızın bağışlar, serbest bırakırdım!

Çile üstüne çile dolu olan Tâif Seferi böyle sonuçlanmıştı. O an için görünen, tam bir çıkmazdı. Ama zamanın neler getireceğini sadece Allah bilirdi. Hiçbir sefer, hiçbir hareket boşa harcanmış emek değildir. Rabbimiz çabaları boşa çıkarmaz. Ancak biz aceleci olduğumuz için, her şey bir anda olsun bitsin istiyoruz. Oysa ki, her şey Rabbimiz’in takdiri ile tecellî ediyor. Biz vazifemizi yapacak, takdiri Rabbimiz’e bırakacağız.

Tâif Seferi’nde de Peygamber Efendimiz’den bunu öğreniyoruz.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

_________________________________________________

1 Ali Muhammed Sallâbî, İslâm Târihi Asr-ı Saâdet Dönemi, c. 1, s. 383-384.

2 Buhârî, 3213; Müslim, 1975; Ebû Nuaym el-İsfahânî, Delâîlü’n-Nübüvve, c. 2, s. 417.

3 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 212.

4 Taberî, Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, 231.

5 Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafâ, c. 1, s. 215.

6 Halebî, İnsânu’l-Uyûn fî Sîreti’l-Emîni’l-Me’mûn, c. 2, s. 62.