OSMAN NÛRİ TOPBAŞ ÜSTÂDIMIZ İLE İSTANBUL’UN SIRLARI ÖZEL MÜLÂKATI
YAZAR : Fahri SARRAFOĞLU
Fahri SARRAFOĞLU: Muhterem Efendim, öncelikle çok teşekkür ediyoruz.
Osman Nûri TOPBAŞ Üstâdımız: Estağfirullah.
Fahri SARRAFOĞLU: Muhterem Efendim! İstanbul deyince; tarihimiz, kültürümüz ve gönül dünyamız itibarıyla İstanbul bizim için ne ifade eder?
Osman Nûri TOPBAŞ Üstâdımız: İstanbul bizim için çok müstesnâ ve mûtenâ bir şehirdir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“لَتُفْتَحَنَّ اْلقُسْطَنْطِنِيَّةُ: İstanbul fetholunacaktır…” buyurmuştur. (Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300)
Bu müjdeye nâil olmak için;
Ashâb-ı kiram zamanından başlayarak akın akın Fatih Sultan Mehmed Hân’a kadar bu seferler bir îmân şerâresi hâlinde devam etmiştir. Yeter ki -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüreğinde bir yerimiz olsun, kıyâmet günü bir yerimiz olsun diye!..
İstanbul’un fethi, hicretten 857 sene sonra; ecdâdımız, büyüğümüz Fatih Sultan Mehmed Hazretleri’ne kısmet oldu. Demek ki Fatih Sultan Mehmed Hân’ı da yakından tanımamız lâzım.
Yaratılışındaki istîdat, almış olduğu maddî ve kalbî eğitimle birleşerek Fatih Sultan Mehmed Hân’ı «feth-i mübîn»e çoktan hazırlamış bulunuyordu. Şuuraltında bununla o kadar doluydu ki çocukluğundan beri elinde kâğıt-kalem, dâimâ fetih projeleri ile meşgul olmuştu. Âdeta vird hâlinde;
“–Ya Bizans bizi alır veya biz Bizans’ı alırız!..” diyordu.
İstanbul’un fethi, tabiî Doğu Roma İmparatorluğu’nun bitişidir. Bir çağın kapatılması, bir çağın başlangıcıdır.
Fahri SARRAFOĞLU: Tabiî.
Osman Nûri TOPBAŞ Üstâdımız: Cenâb-ı Hak; fethi Osmanlı’ya ihsân etti, ikrâm etti. İstanbul, bize Peygamber Efendimiz’in bir müjdesi ve Efendimiz’in gelecek nesillere bir emânetidir. İnşâallah kıyâmete kadar, bu İstanbul olarak devam eder, İslâmbol olarak devam eder.
Tabiî burada İstanbul deyince yine, en başta mânevî olarak, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri hatırımıza gelir. Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri, Efendimiz’e misafirperverlik etti. Gazvelere katıldı. Canını ve malını bu yolda bezletti, cömertçe sarf etti. Bu hadîs-i şerîfe nâil olabilmek için, Rasûlullah Efendimiz’in yüreğinde bir yeri olması için, seksen küsur yaşında iki defa İstanbul seferinde bulundu.
Hattâ bir vasiyette de bulundu:
“Eğer bu seferde vefât edersem, askerin (adımını) attığı son noktaya gömün beni. Benden sonra gelen asker, daha öteye gitsin.”
Yani bedeniyle dahî bir ufuk vermeye çalıştı. Hakikaten, arkadan gelenler de bu vasiyeti yerine getirdi. Ondan sonra Avrupa seferleri başladı.
Tabiî büyük bir sahâbî yekûnu şehid oldu İstanbul civarında. Bunların ekseriyeti, Hazret-i Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- Hazretleri’nin civarına defnolundu. Osmanlı buraya «harem mıntıkası» dedi. Yani gayr-i müslimler o harem mıntıkasına sokulmadı, güzel bir edep oldu.
Şimdi biz zâhire göre diriyiz. Fakat zâhire göre de Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri 1400 sene evvel vefat etti. Bugün baktığımız zaman; bizim mi ziyaretçimiz çok, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin mi ziyaretçisi daha çok?.. Mâşâallah, doluyor taşıyor. Hem Türkiye’mizden, hem de dünyanın dört bir tarafından.
Fahri SARRAFOĞLU: Efendim; İstanbul’un tarihi ve mimarîsi gibi, coğrafî mevkii de eşsiz bir güzellikte.
Osman Nûri TOPBAŞ Üstâdımız: Evet, zâhirî bakımdan da öyledir.
Şair Nedim’in güzel bir ifadesi var, tabiî biraz kesretten kinâye:
Bû şehr-i Sitanbûl ki bî-misl ü bahâdır.
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır.
Bir gevher-i yekpâre iki bahr arasında,
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır.
Boğaz, âdeta İstanbul’a gerilmiş bir gerdanlıktır… Gün boyu seyrine doyulmayan nakışlar, geceleri ise mehtabıyla ayrı bir âhenk. Sanki bir şi‘ri ilâhî. Cenâb-ı Hak öyle güzel halk etmiş ki, İstanbul Boğazı biraz daha geniş olsa denize benzer. Biraz daha dar olsa dereye benzer. Cenâb-ı Hak; öyle bir kıvam, öyle bir güzellik ve zarâfet vermiş, yani yaratılışında da Cenâb-ı Hakk’ın güzel bir lutfu var.
İstanbul; tabiî güzelliklerle donatıldı, maddî-mânevî güzelliklerle donatıldı. Nasıl ki bir caminin îmârı; onun hattı, tezyin ve dekorlarından önce sâlih ameller, cemaat, ihlâslı kalabalıklar ve tilâvetlerle olursa; bir şehrin de mânevî îmârı, maddî îmârından daha evvel gelir.
Ecdâdımız bu mübârek beldeyi fethettikten sonra, burayı İslâm âleminin merkezi hâline getirmiş. Mukaddes emânetler de Yavuz Sultan Selim Han tarafından getirilmiş, Topkapı Sarayı’na konulmuş.
Şu da câlib-i dikkattir: Hilâfet merkezi olmuş. Hattâ; Fas’tan, Kuzey Afrika’dan, Orta Asya’dan hacca gidecek hacılar, önce İstanbul’a gelir, hilâfet merkezini ziyaret ederler, bir müddet İstanbul’da kalırlar, mukaddes emânetleri ziyaret ederler, oradan devam ederlermiş.
İstanbul’un böyle güzel bir özelliği de var.
Fahri SARRAFOĞLU: Efendim, gençlerimize İstanbul’u sevdirmek istiyoruz. Acaba nereden başlasınlar İstanbul’u gezmeye, daha doğrusu İstanbul’u sevmeye nereden başlayalım Efendim?
Osman Nûri TOPBAŞ Üstâdımız: Efendim, şairin güzel bir beyti var:
Yetişmez mi bu şehrin halkına bu nîmet-i Bârî,
Rasûl-i Ekrem’in yâri Ebâ Eyyûb el-Ensârî!..
Yine oradan başlamak bir teberrük makamıdır. Osmanlı’da sultanlar da tahta cülûs merasiminin bir parçası olarak Eyüp Sultan’da kılıç kuşanırlardı. Bunun için yine oradan başlanarak, sonra medeniyetimizin şâheserleri; Süleymaniye, Sultanahmet vs. emsalleriyle devam edilebilir.
Evvelki sene bir mimarlar toplantısı oldu. Dünyadan da bir hayli mimarlar geldi. Bir arkadaşımız da orada bulundu. Orada şunu ifade ettiler:
“Mimar Sinan’ın yaptığı eserleri taklit edebilmek, büyük bir sanattır bugün. Yani taklit eden mimar, büyük mimardır.”
Fahri SARRAFOĞLU: Taklidi bile…
Osman Nûri TOPBAŞ Üstâdımız: Taklidi bile büyük mimar olmuş oluyor. Hattâ şunu da ilâve etmişler:
“Bugünkü malzeme olsaydı o zaman, kim bilir daha ne kadar çok şâheserler çıkardı…”
Tabiî bugün İstanbul’un silûeti, maalesef gökdelenlerle bozulmaktadır. O da bir bahs-i diğer…
(DEVAM EDECEK)