UZLET ve ÜLFET DENGESİNDE MÂNEVÎ HAYATIMIZ

YAZAR : Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

İnsanın fıtratına uygun olan İslâm dîni; topluluk ve cemaate, birlikte yaşamaya önem vermiştir. Toplu hâlde yaşarken; adâlet, eşitlik, ortaklık, içtimâî yardımlaşma, hizmet ve kanunlara riâyet ederek, nizam ve intizam içerisinde yaşamaya da dikkat etmiştir.

İslâm ne kadar fıtrata uygunsa, bugün uygulanan «modernizm inancı» da o kadar fıtrata aykırıdır.

Eski insanlar ne kadar yalnızlıktan kaçıyorsa, yeni nesil o kadar yalnız kalma meraklısı. Hoş, bu hâllerinden pek de rahatsız değiller. Çünkü yeni nesil, yalnız olduğunun ve yalnız kaldığının farkında değil; çünkü kendilerini avuttukları teknolojik âletleri, yalnız olduklarını fark ettirmiyor. Yeni neslin ellerindeki teknolojik âletler; bir kişiyi ömrü boyunca belki de bir araya gelemeyeceği, yüzlerce insanla aynı ortamda, bir araya getirmeye yarasa da, konuşup dertleştikleri kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmez.

Bu yalnızlığı, özellikle toplu taşıma araçlarında daha iyi görebiliyoruz. Eskiden bir araca bindiğinizde, eğer nâmahrem bir durum yoksa boş olan koltuğa geçer otururdunuz. Şimdilerde, bir araca bindiğinizde, herkesin ayrı ayrı koltuklara oturduğunu görüyor, somurtan yüzler ve sıkıntılı sîmâlar ile karşılaşıyorsunuz. Bu insanlar ya elindeki telefon ile uğraşarak kendini meşgul ediyor ya da kulağına taktığı kulaklık ile çevresinden irtibatını kesip, kendi iç âleminde yolculuk yapıyor.

Teknoloji; bir yandan işlerimizi kolaylaştırıp hiç tanımadığımız insanlarla bile irtibatımızı sağlarken, diğer taraftan farkında olmadan bizi yalnızlaştırıyor.

Teknolojik imkânların kullanılmasında, elbette bir kötülük yok. Ancak, her şeye ölçü koyan bir inancın mensuplarının bu imkânları kullanırken ölçüsüz davranmasında ciddî problemler var.

Birbirleri ile selâmlaşmayan, -meşrû dairede kalmak kaydı ile- sohbet etmeyen insanlar; belli bir zaman sonra, iç âlemlerinde, kendilerini bekleyen tehlikeler ile karşı karşıya kalabiliyorlar.

İnsanın bir köşeye çekilip, toplumdan ve insanlardan uzak, tek başına yaşamasına uzlet diyoruz. Uzlet hâli tasavvufî bir terim olarak da kullanılır. Ancak bu hâli yaşamak, belli merhaleleri geçmiş, kendi iç dünyasında belli dengeleri oturtmuş insanlar için farklı etki oluştururken; itikat ve ilmihâl bilgisi eksik olan insanlarda daha başka etkilere sebep olabilmektedir.

Tasavvuf büyükleri; uzlet hâlini yaşamak isteyen kişinin, önce sağlam bir şekilde itikat ilmini öğrenmesini, sonra ibâdet ve tâat işini sağlam temeller üzerine kurabilmesi için, fıkıh ilmini öğrenmesini şart koşmuşlardır.

Tasavvufta uzlet hâli; bedenin belli nimetlerden uzak tutularak, rûhî ve kalbî derinliğin artırılması ve böylece hem rûhen, hem de ahlâken daha olgun bir hâle gelinmesi maksadı ile yapılmaktadır. Ancak günümüzde, yalnız kalma isteği; nefsin istek ve arzularına daha fazla zaman ayırmak için yapılır hâle gelmiştir.

Bu hususta büyüklerimiz tarafından bizlere yapılmış bazı uyarılara bakacak olursak;

Bir adam Zünnûn-i Mısrî’ye;

“–Benim için ne zaman uzlet sahih ve güzel olur?” diye sorunca Hazret;

“–Nefsini kötü sıfatlarından uzaklaştırmaya güç yetirdiğin zaman.” cevabını vermiştir.

Ebû Yâkûb-i Sûsî de şöyle buyurmuştur:

“Yalnız kalmaya ancak mânevî hâli kuvvetli kimseler güç yetirebilir. Bizim gibi zayıf kimselerin toplum içinde bulunması, daha emniyetli ve daha faydalıdır. Böyle kimseler, birbirlerine bakarak amel yaparlar (üzerlerinden tembelliği ancak böyle atarlar).” (Kuşeyrî Risâlesi, s. 261)

Yalnızlığı iki şekilde değerlendirebiliriz. Birincisi, kendisini daha olgunlaştırmak için yaşanan bir uzlet hâli, ikincisi ise nefsi ile baş başa kalabilmek için uygulanan yalnızlık.

Birincisine örnek olarak tasavvuf âdâbından, «halvet der-encümen»i gösterebiliriz. Bu hâlde sâlikin; bedenen halkın içerisinde, işinde, gücünde normal hayatını yaşarken, kalbî ve rûhî olarak, toplumu meşgul eden her türlü dünyalık zevkten arınarak, yalnız Allah ile olmasıdır. Bu hâle, herkesle beraberken yalnız olmak da denir.

Büyük bir zâta, ârifin kim olduğu sorulunca;

“Zâhiriyle halkla beraberken, kalbi ile onlardan ayrı olan kimsedir.” cevabını vermiştir.

Yine bir âyet-i kerîmede yüce Rabbimiz;

“Öyle adamlar var ki; ne ticaret ne alışveriş, onları «zikrullah»tan alıkoyar.” (en-Nûr, 37) buyurmuştur.

Halvet iki türlüdür:

Birincisi; zâhirî halvettir ki kişinin evinde insanlardan ayrı bir yere çekilip Hak ile meşgul olmasıdır.

İkincisi ise; bâtınî halvettir ki kişinin halkın içerisindeyken her ânını Hakk’ı müşâhede hâlinde geçirmesidir.

Nakşibendî yolunun büyükleri; genellikle halvetin ikinci şeklini, hem Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sünneti olması, hem de insanların içerisinde olup, onların yanlışlardan yüz çevirtip, doğru yolu bulmalarına vesile olmak için tercih etmişlerdir. Bunun için Bahâeddin Nakşibend -rahmetullâhi aleyh-;

“Târîkimiz sohbettir, hayır beraberliktedir.” buyurmuştur.

Şeyh Ebû Said el-Harrâz da buyurmuştur ki:

“Kâmil insan, kendisinden birçok kerâmet zâhir olan kimse değil; bilâkis halk içine girip alışveriş yapan, maîşetini kendisi tedarik eden, evlenen, insanlarla haşır neşir olan, bununla beraber bir an Allah’tan gafil olmayan kimsedir.”

İkinci tür yalnızlık, şu anda toplum hâlinde genel olarak yaşadığımız hâldir. Günümüzde ailelerin birbirlerinden uzaklaşması ve kopması, aynı binada oturan insanların birbirlerini tanımaması ve komşuluk ilişkilerinin azalması, okulda ve işyerlerinde ekip olarak yapılan işlerin azalmasını buna örnek verebiliriz.

İnsan, «üns» kökünden türemiştir. Hem kendi cinsi ile hem de çevresindeki diğer varlıklar ile ünsiyet kurma ihtiyacı vardır. Böyle bir ünsiyet kurmaması hâlinde yaratılışına ters davranmış olur ki; hem kendi soyunun devamını hem de hayatının idâmesini temin edemez.

İnsan; içtimâî bir varlıktır, yalnız yaşayamaz. İslâm dîninde içtimâî ibâdetler, ferdî ibâdetlerden önce gelmektedir ve bu ibâdetlerin sevapları da ferdî ibâdetlerden daha fazladır. Yalnız kılınan bir namazın hazzı ile cemaat hâlinde kılınan namazın hazzı ve huşûu aynı değildir.

Her ne kadar insan yalnız olarak doğup, yalnız olarak ölse de hayatının tamamını; önce ailesi, sonra yaşadığı toplum içerisinde belli sorumlulukları üstlenerek tamamlar. Bu sorumlulukları yerine getirmeden dünyadan ayrılması, insan için büyük bir kayıptır. Çünkü dünya âhiretin tarlasıdır ve bu tarlaya ne ekilirse âhirette o biçilecektir.

Rabbimiz, bizleri dünyada sâlihlerle birlikte eylesin!

Dünyada iken bütün vazifelerimizi yerine getirme gücü, kuvveti ve gayreti versin!

Dünyadan göçerken de vazifemizi hakkı ile yapmış olmanın verdiği yüz akı ile îmân üzere ölmeyi ve cennete girmeyi nasip eylesin! Âmîn…