TÂİF

YAZAR : Âdem SARAÇ vardisarac@yahoo.com.tr

Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın amcalarından Ebû Tâlib Amca ve her şeyini en ince ayrıntısına kadar paylaşan Hazret-i Hatice Annemiz’in vefatından sonra müşrikler, Hazret-i Peygamber’i daha fazla rahatsız etmeye başladılar. Ama buna rağmen O, yine Mekkelilere yapılması gereken tebliği aksatmadan yürütüyordu. Bu arada da, İslâm’ı başka insanlara ulaştırmanın yollarını aramaya başladı. Mekke döneminin son üç yılında faaliyetlerini; önce Tâif, daha sonra Mekke’ye gelen göçebe Arap kabîleleri ve Medine’deki Evs ve Hazrec üzerinde yoğunlaştırdı.1

Peygamberimiz -aleyhisselâm-, yanına Zeyd bin Hârise’yi alarak Tâif’e gitmeye karar verdi. Orada oturan Sakîf kabîlesinin İslâm’a girmesini ve Kureyş’e karşı kendisiyle birlikte hareket etmesini ümit ediyordu.

Nübüvvetin onuncu yılında (620) Şevval ayının sonlarına doğru, Hazret-i Hatice Annemiz’in de vefatından bir ay kadar sonra Tâif’e gitti ve Zilkāde ayında döndü.2

Tâif’in ileri gelenlerinden Amr bin Umeyr’in oğulları; Abdüyâlîl, Mes‘ûd ve Habîb’i İslâm’a davet etti ve kendisine yardım etmelerini istedi. Ancak hiç kimse O’nun davetini kabul etmedi!

Çünkü Sakîf kabîlesi mensupları, Kureyş ile aralarının açılmasını istemezlerdi. Zira birbiriyle akrabalıkları ve ticârî ilişkileri vardı. Bazı Kureyşlilerin Tâif’te arazileri mevcuttu.

Bunca emeğinin karşılığını göremeyen Rasûlullah -aleyhisselâm-, onlardan hiç olmazsa bu görüşmeyi gizli tutmalarını rica etti. Onlar buna da kulak asmadılar ve ayaktakımını Hazret-i Peygamber’e saldırttılar.

Yolun iki tarafına dizilerek, aralarından yürüyen Hazret-i Peygamber ve Zeyd’i taşa tuttular. Atılan taşlar Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ın ayaklarını kanattı! O’nu korumaya çalışan Zeyd’in de başını yaraladılar!

Rasûlullah -aleyhisselâm-, atılan taşların verdiği ağrıdan yürüyemez hâle geldiğinde yere oturuyordu. Fakat kollarından tutup kaldırıyorlar, yürümeye başlayınca tekrar taşlıyorlar ve gülüşüyorlardı.3

Kureyşli Rebîa’nın oğulları Utbe ve Şeybe’nin bağına gelinceye kadar hakaret ettiler, bağırıp çağırdılar, taş attılar!

Bu en zor durumda bir üzüm bağına sığınan Hazret-i Peygamber, ellerini kaldırıp Allâh’a şöyle yalvarmıştır:

“Allâh’ım! Gücümün zayıflığını, insanlara karşı tâkatimin ve gücümün azlığını Sana arz ediyorum. Ey merhametlilerin merhametlisi! Sen zayıfların Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Sen beni kimin eline bırakıyorsun? Bana kötü muamele yapan yabancıya mı? Yoksa işime hâkim olacak düşmana mı? Bu; Sen’in bana karşı bir öfkenden ileri gelmiyorsa, ben buna (başıma gelecek hiçbir belâya) aldırış etmem. Fakat Sen’den gelecek bir himaye ve koruyuş her zaman çok daha hoştur. Sen’in öfkene uğramaktan; karanlıkları aydınlatan, dünya ve âhiret işlerini ıslah eden yüzünün nûruna sığınıyorum. Her şey Sen’in hoşnutluğun içindir. Güç ve kuvvet ancak Sen’dendir!”4

Hazret-i Peygamber daha sonraki bir dönemde, kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta; Tâif yolculuğu esnasında karşılaştığı sıkıntının, Uhud Savaşı’nda karşılaştığından daha şiddetli olduğunu söylemiştir.5

Peygamberimiz -aleyhisselâm- ve Zeyd bin Hârise, Utbe ve Şeybe’nin bağında biraz istirahat ettiler. Burada bu iki kardeşten birinin kölesi olan Addâs, efendilerinin emriyle Hazret-i Peygamber’e bir tabak üzüm sundu. Hazret-i Peygamber’in yemeğe başlarken; «Bismillâh!» demesi Addâs’ın dikkatini çekti ve sormadan edemedi. Bu ilk sorusu üzerine Rasûlullah ile aralarında kısa bir konuşma geçti:

–Bu bölgenin halkı bu sözü kullanmaz! Sen bu sözü nereden biliyorsun?

–Senin adın nedir?

–Addâs!

–Sen nerelisin?

–Ninovalı ve hıristiyan biriyim ben!

–Demek ki, sâlih bir kişi olan Yûnus bin Mettâ’nın şehrindensin!

–Hayret; onu buralarda kimse bilmezken, sen Yûnus bin Mettâ’yı nereden biliyorsun?

–O, benim kardeşimdir!

–O senin kardeşin miydi, ama nasıl olur?

–Evet, o benim kardeşimdi! Yani O Allâh’ın Rasûlü’ydü! Ben de Allâh’ın Rasûlü’yüm!

–Hiç kimse bilmezken Sen Yûnus bin Mettâ’ı bildiğine göre, gerçekten Sen de Allâh’ın Rasûlü’sün!

–Evet ey Addâs, ben de Allâh’ın Rasûlü’yüm!

–Öyleyse, ben de Sana îmân ediyorum, ver elini de Sana biat edeyim yâ Rasûlâllah!6

Ayağına kadar gelen nimetin kıymetini bilmeyen Tâifliler, O’na hakaret edip taşa tutmuşlardı! Ama bu gelenin Rasûlullah olduğunu anlayan Addâs; hemen îmân ederek, İslâm ile şereflenip müslüman oldu!

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; bunca sıkıntılara rağmen, durup dinlenmeden, asla ara ve boşluk vermeden, kavminden başlamak üzere insanlığın kurtuluşuna vesile olmak için çırpınıyordu.

Mekke halkından; çağrısını engelleyici, kendisini ve ashâbını rahatsız edici eziyetler görüyordu. İslâm davetinin kendilerine ulaşmasına rağmen, onlar bu davete karşı hücuma geçmişlerdi. İslâm’ın daveti genel olduğu için; yalnızca Kureyşlilere değil, bütün insanlara yönelikti. Mekkeliler bunu biliyorlardı. Bu yüzden var güçleriyle O’na karşı direnmişlerdi.

Mekke’de çok zor günler yaşayan Rasûlullah -aleyhisselâm-; o en zor zamanında bile, İslâm davetini Mekke’ye yakın olan Tâif’e de ulaştırmayı istemişti.

Tâif; kuvvet, otorite, servet, ürün ve ticaret bakımından gelişmiş bir yerdi. Kureyşlilerden görmediği desteği, belki Tâiflilerden görebilirdi. Tâiflilerle arasında bir tür akrabalık bağları da vardı. Bilindiği gibi O, Tâif’te bulunan Sa‘d Oğulları kabîlesi arasında süt emme çağını geçirmişti. Sa‘d Oğulları kabîlesine mensup olan Halime’den süt emmişti. Bu bağ, akrabalık bağından daha üstündü.

Bütün bu sebepleri göz önüne alarak; Risâlet’in onuncu yılı Şevval’in son günlerinde, Tâif’e doğru yola çıkmıştı. O, soğuk demiri döverek bükecek değildi. Ya da İslâm davetini sadece onlar arasında yayacak değildi. Kaldı ki onlar; gerçeklere inanmaktansa, gerçeklere karşı bâtılca mücadele etme düşüncesine kapılmışlardı.

Peygamberimiz -aleyhisselâm-; Mekkelileri bu durumda bırakarak, yakın bir mesafedeki Tâif şehrine yönelmişti. Onların İslâm davetine uyacaklarını ve bu davetin yanı sıra kendisine destek olacaklarını ümit etmişti.

Ama orada da sadece Addâs nasiplene bilmişti! İslâm nasip işiydi çünkü, müslüman da nasipli insandı.

Peygamber Efendimiz bunun mücadelesini veriyordu.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem…-

___________________

1 İbn-i İshâk-İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, c. 1, s. 381, 419-422.

2 İbn-i Sa‘d, et-Tabakātü’l-Kübrâ, c. 1, s. 210-212.

3 İbn-i Seyyidü’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser fî Fünûni’l-Megazî ve’s-Siyer, c. 1, s. 232.

4 Belâzûrî, Ensâbu’l-Eşrâf, c. 1, s. 237.

5 İbn-i Abdilberr, Dürer, s. 63, 173.

6 Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, c. 2, s. 344-348.