Hayat Yolculuğunda UNUTAMADIĞIM KARELER -24-

YAZAR : Mehmet MENCET

VATAN BORCU

Türk insanının hayatında, askerlik hâtıraları önemli bir yer tutar. Bu hâtıralar; bilhassa kasaba ve köylerde, yaşlı da olsa sohbet edebileceğiniz insanların bahsedeceği ortak mevzulardan birisidir.

Askerlik, Türk insanı için hem dînî hem millî bakımdan ulvî bir mefhumdur.

Bu döneme ait hatıralar da her erkek vatan evladı için önemlidir ve ömrünün kalan kısmında muhabbetler, dost meclisleri anlatılabilecek pek çok hâtıra ile şenlenir, değerlenir.

Kimisi baba ocağından, köyünden, kasabasından ilk defa ayrılır; hiç bilmediği diyarlara gider. Kimisi ilk defa bu kadar birçok insanla tanışır. Sıkıntılara birlikte göğüs gereceği ekip rûhuyla tanışır. Herkes, vatana hizmet mektebi olan askerlikte, vatan ve millet duygularını rûhunda pekiştirir kendisinin de bu vatan için yapabileceği bir şeyler olduğunun farkına varır.

Gençlik, hayaller, umutlar ve candan dostluklar. Elbette unutulmayacak hâtıralar…

Eskiden askere gitmeyeni adamdan saymazlardı. Sağlık sebebiyle kabul edilmeyenler çok üzülürlerdi.

Bir gün namaz için caminin bahçesine girmiştim. Engelli bir delikanlı, zorla koşarak bize doğru geldi. O kadar mutluydu ki, benim yanımdaki beye;

“–Amca amca sana bir müjdem var!” dedi. O da;

“–Neymiş o?” diye sordu.

“–Müjde ben asker oldum dün, bak teskeremi aldım!” dedi. Sevinçten uçuyordu. “Komutanlarım beni çok sevdiler, elime silâh verdiler, ben asker oldum!” diye haykırıyordu. Herkesin gözleri doldu. Her erkek çocuğunun; âdeta kendisinin büyük olduğunu, delikanlı olduğunu ispatlaması gibi bir duygu…

Engelliler için bir günlük askerlik yaptırıyorlar ya, kim düşündüyse Allah râzı olsun. Çok mutlu oluyorlar, yıllardır hayalini kurduklarına kendi dünyalarında kavuşuyorlar.

Askerlik tam da delikanlılık çağında, kimisine güzel bir ayar da verir. Bu sebeple eskiden bazı deli dolu gençlere;

«Askere gidip gelsin akıllanır.» derlerdi. Millî-mânevî bir şuurla değerlendirilse, milletçe bu mektepten çok daha fazla istifade edilebileceğini düşünmemek elde değil.

Benim de askerlik hâtıralarım var:

UYKUSUZ BİR GECE!

1971 yılında Erzurum Ilıca 6’ncı Zırhlı Tugay’a asteğmen olarak gittim. Ramazan ayının son günleriydi. Erzurum malûm soğuk… O yıl da bütün Türkiye’de görülmemiş bir soğuk vardı. Sahur yemeğine çıkamadım soğuktan. Etraf karlarla kaplıydı. Öğretmenevi yanında tanklar sıralanmış; ben de az-çok bildiklerimle, askerlere tankın sistemini anlatmaya çalıştım. Daha sonra tankın kulesine çıktığımda, aşağıdaki askerlerin soğuktan titrediklerini gördüm. Onlara; «Hareket edin, ısının!» derken ayağım kaydı, aşağıdaki tankların sınırını belirleyen taşların üzerine düştüm. Şöyle bir doğruldum. Başımdan biraz kan aktı, hemen tugaya getirdiler oradan da Erzurum Mareşal Fevzi Çakmak Hastahânesine götürdüler. Yol bitmek bilmedi… Bir askeri sırtıma dayadılar, iç kanama olmasın diye oturur vaziyette getirdiler. O yıllarda MR filân yok. Doktor başıma dikiş attı, sonra;

“–Sakın uyuma! 24 saat içinde ölmezsen ölmezsin…” dedi.

Hayatla ölüm arasında bir çizgideyim. Geçmişimi ve geleceğimi düşündüm. Sabahı bekliyorum, yalnız ve gurbetteyseniz daha bir zor…

Bayram arefesi olduğu için, 30 yataklı hastahâne odasında benden başka kimse yok. Hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Bir yandan hayallerimi, yapmak istediklerimi düşünüyorum, bir yandan da aklıma şu düşünce hücum ediyor: Yoksa hayatın kıyısına mı geldim? Sabaha kim bilir seni neler bekliyor… Allâh’a sığınmaktan ve sabahı beklemekten başka yapacak bir şey yok. Kaderde ne varsa o olacak, kimsenin garantisi yok…

«–Sakın uyuma!» diye tekrarladılar.

Saatler, dakikalar ne kadar da uzunmuş… O sırada bir asker;

«–Komutanım ziyaretçiniz var.» dedi.

Ben de;

«–Erzurum’da benim hiç tanıdığım yok, yanlışın var!» dedim.

Gitti tekrar geldi;

«–Size gelmişler efendim!» dedi. Merakla karşıladım. Dedemin memleketi olan Horasan’dan gelip, Ilıca’da tanıştığımız dostlarımız; hâdiseyi duyar duymaz, o sisli-karlı havada, oruçlarını bile açmadan ziyaretime gelmişler. O zaman dünyalar benim oldu. Hasta ziyaretinin önemini o gün kavradım.

Ertesi gün Ilıca’ya döndüm. Kaldığım otele gelip;

“Otelde bayram olmaz, hem hastasın…” diye evlerine götürdüler.

Yurdumun ne güzel insanları var! Gurbette olan; asker, öğrenci yabancı kim olursa olsun daima gönülleri ve sofraları açıktır.

O zamandan beri ben de; kimi hasta diye duyarsam ziyaretine gitmeye, öğrencilerle elimden geldiğince ilgilenmeye çalışırım. Şimdi her şey kolay, teknoloji ilerledi. Yollar, ulaşım, konaklama yerleri daha çok ve düzenli. Yine de; «Geceyi hastadan sor!», «Gurbeti gezen bilir!» demişler.

Allah; ordumuza, yurdumuza, devletimize zeval vermesin.

BİR ZAMANLAR

Askerlik; ecdâdımızın zamanındakiyle kıyaslanamaz, telefon her dakika mümkün. Resimli haberleşme, gurbetin o eski acısını duyurmuyor. “Giden gelmiyor acep nedendir?” feryadı yaşanmıyor elhamdülillâh…

Eskiden neler yaşanmış!

Dedelerimizden seferberlikte yedi yıl, dokuz yıl kalanlar çok. Öyle ki geldiklerinde çocuklarını tanıyamamışlar.

Hanımın rahmetli dedesi 9 yıl seferberlikte kalmış; giderken çocuklar küçük, bir gün Kırşehir’e yakın bir yerden geçerlerken;

“–Bana iki gün izin verin çoluk çocuğumu göreyim, ben size arkadan yetişirim.” demiş. İzin vermişler. Memleketine gelince birkaç tanıdıkla karşılaşmış; saç-sakal, üst-baş perişan. Sokakta oynayan çocukları görmüş; «Bunların hangisi senin?» demişler. Şöyle bir bakmış; «Şu!» demiş. «Nasıl tanıdın?» demişler. «Aradan kaç yıl geçti ama yine de gözlerinden tanıdım.» demiş…

Kayınpeder anlatırdı:

“–Bu senin baban!” dediler. “Hiç hatırlamadığım için bir müddet alışamadım.” derdi…

ASTEĞMEN BİRİNCİ!

Bizim askerlik hâtıralarımıza dönersek;

Bir süre sonra; tümen komutanı Kandilli’den gelip taburu teftiş edecekti. O sırada bölükte çeşitli mazeretleri sebebiyle, üsteğmen de teğmen de bölüğün başında değillerdi. Subay sınıfından geriye kalan sadece bendim. Koca bölük benim sorumluluğumdaydı. Beni bir telâş aldı. O zaman bölükte bulunan astsubaylar;

“Sen merak etme. Gece-gündüz çalışır, teftişi geçeriz.” dediler. Hepsi değerli, askerlik şartlarını iyi bilen, hakikî askerlerdi. Ben de onlara çok yakın davranırdım. Bir gün onlara işim düşeceği aklıma bile gelmezdi.

Teftiş günü geldi. Esasında mevzuları az bilen birisi olduğum hâlde, komutan edâsıyla ben en öndeydim. Denetleme bitti. Dört bölük içinde en başarılı bölük bizimki olmuş. Tümen komutanı diğer bölük komutanlarına;

“Bu asteğmen kadar olamadınız. En başarılı oydu!” demiş.

Burada anlatmak istediğim; hangi konumda olursan ol, sevgi, saygı, güler yüz ve samimiyet olunca insanın yapamayacağı bir şey yok!

HAKSIZLIĞA BAŞVURMA!

Askerlik denilince, anne-babalar çok endişeleniyor. Anarşi ve terör sebebiyle şehid haberleri de maalesef eksik değil. Evlâtları askerde olan anne-babalar, bir telefon çalsa ürperiyor.

Biz takdîre inanan insanlarız. Vatan sevgisini de îmânımızın bir parçası biliriz.

Şu hâtıra bu mevzuda takdîre rızânın tek çare olduğunu acı bir şekilde gösteriyor:

Yıllar önce emniyet müdürü bir arkadaşım vardı. Bir tanıdığının oğlu; doğuda bir yerde askerlik yapıyormuş. O yıllarda bu kadar terör filân da yoktu. Bu arkadaşı, oğlunun askerliğini yanına aldırması için rica etmiş. Ona;

“–Bak arkadaşım! Askerlikte hile, oyun, rapor olmaz. Hepsi Allâh’a emânet, bırak orada yapsın!” dediyse de o kadar ısrarla rica etmiş ki; arkadaş, artık çaresiz kalıp arkadaşının oğlunu istediği memlekete getirtmiş.

Aradan bir müddet geçmiş. Delikanlı bir gün durakta beklerken, bir grup terörist taramış ve vefat etmiş maalesef…

Takdîre inanan insan, hakkına râzı olur, haksızlığa başvurmaz.

Askerlik vazifelerini yaparken, din, vatan ve millet aşkıyla canlarını fedâ eden bütün şehidlerimize, sonsuz rahmet dilerim. Evlâtları askerde olan anne-babalara da tez zamanda sağ-salim kavuşmalarını temenni ederim.