SAHİBİNİ BEKLEYEN AYAKKABILAR

YAZAR : Dr. Halis Ç. DEMİRCAN demircan@istanbul.edu.tr

Mahallemizin 60’lı yaşlardaki bakkalı olan İlyas Ağabey; ortalamanın üzerinde uzun boylu olması hasebiyle biraz kamburumsu yürür, saçları da kafası gibi her zaman karışık olurdu.

Paket yaparken kolaylık olsun diye tezgâhın üzerine ters olarak üst üste koyduğu ambalâj kâğıtlarının arkasına, kulağının ardına sıkıştırdığı kalemle hesabını yapar, aldığı paranın üzerini uzun uzadıya sayar öyle verirdi ki bu gecikme bazı müşterilerin şikâyet sebebi olurdu. Tabiî veresiye almak isteyenler için kara kaplı defterini açar, oraya sadece kendisinin okuyabileceği şekilde çetele tutardı.

Gözleri oldukça bozuk olduğu için neredeyse dürbün gibi olan gözlükleri, üzerinde yıkanmaktan artık maviden beyaza dönmüş ve küçülmüş iş önlüğü, altında ütüsüz bol pantolonu ve en önemlisi de aslında siyah ama artık griye çalan o kocaman ayakkabıları ayağından çıka çıka, ezan vakti dükkânı hanımına devredip, camiye doğru hızlı adımlarla seğirtirdi.

Zaman zaman;

“–İlyas Ağabey; bu ayakkabılar hiç eskimez mi, değiştirsene artık şu ayakkabıları…” diye takılırdık.

“–Bu ayakkabıları çıkarınca sudan çıkmış balığa dönüyorum, bir gün anlatırım size sebebini…” derdi.

Dükkândayken müşterisi olur, cami yolunda ise dükkândan son anda çıktığı için, konuşacak vakti bir türlü bulamazdık.

Bir gün nasıl olduysa erken gelmiş caminin önündeki sıralarda otururken onu yakalayınca hemen;

“–Haydi anlat bakalım şu ayakkabıların hikâyesini İlyas Ağabey…” dedim.

Anlatmaya başladı. Konyalı bir asker arkadaşı varmış, onun da ayakları büyük olduğu için bot bulmakta bayağı zorlanmışlar; oradan da tanışmış can ciğer olmuşlar. Tezkereler alınırken, arkadaşı onu memleketine davet etmiş. Askerden bir-iki yıl sonra da Konya’ya arkadaşını ziyarete gitmiş.

Konya’yı biraz gezdikten sonra askerde de bu konuda kader birliği ettikleri için arkadaşı;

“–Gel sana bir ayakkabı yaptıralım.” demiş ve onu ayakkabıcısına götürmüş. Giderken de tembih etmiş;

“Sen sakın bir şey söyleme! O sana ne lâzımsa söyler.” demiş. Tabiî İlyas Ağabey bir şey anlamamış.

Uzun lâfın kısası; Konya’da mahalle arasında küçücük bir dükkâna girmişler. İçeride tezgâhın başında ihtiyar bir ayakkabıcı; elinde çekici ile çalışırken, burnunun ucuna düşen gözlüklerinin üzerinden;

“–Buyurunuz, hoş geldiniz!” diyerek onları karşılamış.

Arkadaşı İlyas Ağabeyi tanıştırmış;

“–Benim asker arkadaşım efendim, birbirimizi çok severiz, İstanbul’dan geldi ziyaretimize…” demiş.

Gözlüklerinin üzerinden İlyas Ağabeyi ve ayakkabılarını süzen ihtiyar ayakkabıcı, uzun süren bir sessizlikten sonra;

“–Bize geldiğine göre senin de ayakkabıya ihtiyacın var evlâdım. Ancaaak bizim ayakkabılarımız giymesine giyilir ama giymek yetmez; onları giydiğinde eline, beline, diline sahip olman lâzım. Ne dersin yapalım mı sana bir ayakkabı?” demiş.

İlyas Ağabey şaşırmış tabiî, ne diyeceğini bilememiş, çaresizce arkadaşına bakmış, arkadaşı;

“–İyi olur efendim.” demiş.

Ayakkabıcı;

“–Al bakalım şunu!” deyip bir ambalâj kâğıdı uzatmış; “Bunu ters çevir yere koy, ayakkabını çıkarıp ayağını üzerine bas…” kulağının ardına sıkıştırdığı kalemi uzatıp; “Bununla da ayağının kalıbını çıkar.” demiş.

“Bu arada ayakkabıların yapılmasını beklerken sana bir vazife verelim, bu işi tamam et!” deyip eline küçük bir kâğıt parçası tutuşturmuş; “Burada yazılanları bilhassa seher vakitleri oku!” demiş ve onları göndermiş.

Dışarı çıkınca arkadaşı;

“–Onun ayakkabıcı olması seni aldatmasın, kendisi muhterem bir zâttır, ne mutlu ki sana ayakkabı yapmayı kabul etti yoksa herkese yapmaz!” demiş.

Bu ziyaretten sonra İlyas Ağabey İstanbul’a dönmüş, birkaç ay sonra bakkal dükkânına bir postacı gelmiş ve;

“Bir paketiniz var postaneye uğrayın alın!” demiş. İlyas Ağabey paketi alıp açtığında artık yeni ayakkabıları varmış. Arkadaşına teşekkürlerini belirten bir mektup yazmış, ayakkabıların bedelini sormuş, bir de ayakkabıların ayağına biraz büyük geldiğini söylemiş.

Arkadaşı, gelen cevapta;

“Ayakkabıların bedelinin onu yapanla boyanmaktan geçtiğini, bunun dışında bir bedeli olmadığını, büyük olmasına gelince ona verilen vazifeyi yeterince yerine getirmemekten kaynaklandığını” yazmış.

“Eğer vazifeni aksatırsan ayakkabılar giderek ayağına olmaz olur haberin olsun!” diye de eklemiş.

Sonraki günlerde İlyas Ağabeyin; hesap yaparken ambalâj kâğıtlarının arkasını kullanması, kalemini kulağının ardına sıkıştırması herhâlde ustasıyla boyanmanın zâhirî bir ifadesiydi.

İlyas Ağabey o günden sonra her sene Konya’ya gider hem arkadaşını ziyaret eder hem de ustasından yeni vazifesini öğrenirmiş.

Verilen vazifeyi gereğince yapıp yapmadığının bir ölçüsü olarak da ayakkabıları ayağından çıkarmazmış.

Bir yaz günüydü; kurs için Ankara’ya gitmiş, işimi bitirip akraba ve arkadaş ziyaretlerini yaptıktan sonra, İstanbul’a dönmüştüm. Ancak uçak saati oldukça geç bir saatti ve ben sabaha karşı saat 03:00 sularında İstanbul’a inmiştim, o saatte mecburen taksiyle oturduğumuz sokağın başına kadar geldim. Yaz günü olduğu için oradan itibaren eve doğru yürümeye başladım.

Tam İlyas Ağabeyin dükkânının önüne gelmiştim ki birden sokak lâmbasının ışığında onları gördüm!

Kaldırımın kenarında İlyas Ağabeyin ayakkabıları duruyordu.

Boğazım düğümlendi, gözlerimden iki damla yaş döküldü.

Geleneğimize göre bunun ne anlama geldiğini biliyordum.

Hemen eve çıktım. Anacığım uyumamış beni beklemişti;

“–İlyas Ağabey…” diyebildim.

“–Evet yavrum, İlyas Bey senin gittiğinin akşamı Hakk’ın rahmetine kavuştu, hemen hemen beş gün oldu.” dedi.

Kendi kendime;

“Demek o ayakkabılar beş günden beri orada.” diye düşündüm. Herhâlde büyük numaralı oldukları yahut eski oldukları için kimse almamıştı.

O özel ayakkabıların sokakta beklemesine gönlüm râzı olamazdı.

Ertesi gün ayakkabıları oradan alıp, cemaatinden olduğumuz caminin ayakkabılığına bıraktım. İmam efendiye de tembih ettim;

“–Hocam bunlar birkaç gün önce vefat eden cemaatinizden İlyas Efendinin ayakkabıları, ayağına uyan biri olursa veriverin, şimdilik ayakkabılıkta dursun!” dedim. İmam efendi anlayışla karşıladı.

O günden beri annemgili ziyarete gittiğimde uğradığım, Fenâî Ali Efendi camiinin ayakkabılığına göz ucuyla bakarım.

O ayakkabılar orada hâlâ kendine uygun birini bekler durur.