KEMÂLÂT ARAYIŞI

YAZAR : Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

n_s_cevikoglu-SAYI-141

Kemâlât; olgunluk, bilgi, birikim ve tecrübe sonucu gelir. Olgunlaşmamış insanlardan kemâlât beklenemez. Bugün «ego»ların beslendiği sözüm ona (!) «yüksek kültür», insanları kemâlâta götürmüyor, bilâkis «benmerkezci» bir hayata götürüyor.

Kemâlât; nefis mücadelesiyle içimizin bitmek tükenmek bilmeyen arzu ve isteklerinin sona erdirilmesi nâmına gelişen, mânevî bir disiplin süreci neticesinde oluşur.

Seçeneklerin ve belirsizliklerin çoğaldığı bir dünyada yaşıyoruz. Bunlar elbette ki olgunluk mefhumunu bize yeniden tanımlatıyor. En temel hükümlerde bile sürekli bir değişim ve dönüşüm yaşayan insanlık; ahlâkî kavramları dahî o zamana kadar kendi aldığı kültürel ve mânevî birikimlerine göre yeniden yorumluyor. Bu şekilde kişilerin iç âlemlerinde mânâ sultanlarının etkileri yerine, kendi görüşleri söz sahibi oluyor. Neticede mü’min kimliklerde teslim olma hassâsiyeti kalmıyor. Dolayısıyla kişiler; düşüncede, davranışta, inançta savrulmalar yaşıyor. Elbette bu durumdaki insan, kemâlâta yaklaşamıyor.

Hevâ ve heveslerin, arzu ve isteklerin hâkim olduğu bir çağda; insanların çoğu ruhlarında ve yüreklerinde oluşan bir kimlik boşluğuna düşebiliyorlar. İnsan acaba çağın dayattıklarına uygun mu yaşasa yoksa geçmişten gelen kültürünün bıraktıklarına uygun bir hayat mı geliştirse? Yani öyle mi yapsa böyle mi olsa ikilemi içinde bocalayan insan, pek tabiî ki kemâlâta yaklaşamıyor. Böylece insanlar zihnî, fikrî ve rûhî anlamda yeterince olgunlaşamıyorlar. Kemâlâtı yakalamak için, ne yazık ki; acılarla buluşmak, hayatın problemleriyle mücadele etmek ve onlardan hayat dersleri çıkarmak gerekiyor. Kemâlât için; acı, hüzün, gözyaşı şart. Bugünün insanı ise rahat ve refah varken bunlara talip olmuyor. Hâlbuki kemâlât; sabır ister, emek ister, gayret ister, fedâkârlık ve cefâkârlık ister. Bunlara ilâveten hâdiselere doğru bakış ve doğru yorum ister. Ancak bütün bunlara rağmen;

Dünya, varlık âleminde yüce Yaratıcı’ya en uzak nokta iken; kendisi için oluşturulan muhteşem bir mekân olması yönüyle de insana en yakın noktadır. İnsan için dünya bilindiği gibi sonlu ve sınırlıdır. İnsanın kendisi eksiklidir, kusurludur, hatalıdır ama; yine de insan kemâlâta erişme gayretinde olmalıdır. İnsanın dünya hayatını kemâlâta göre düzenlenmesi kendi kârınadır. Kemâlât değerlerindeki sır, görülmeyen âleme yöneliktir. İnsan kul olarak davranışlarını kemâlâta göre şekillendirirse zirve ahlâka erişebilir. Bu iş; insanın eliyle organize olan her işte böyle olursa, hayat güzellik kazanır, dünya da bu güzellikten nasiplenir.

İnsanoğluna dünya âleminde ikram edilenler, mahdut bir süreyle hayâtiyetini devam ettirir. Bu varlık âleminde, insan bâkî değildir. Ömrü sınırlıdır. İnsan aynı zamanda bu dünyaya ait değildir. Onun asıl kalacağı âlem, ebedî âlem yani âhiret âlemidir. İnsan, dünyada sınırlı bir müddet kalacak bir yolcudur. Yolcular yabancı bulundukları her mekândan geçerken, hep tedirginlik yaşarlar ama kendi mekânlarına varınca bu yabancılık hissi geçer. İşte insan bu dünyada aynı tedirginliği yaşar.

Oysa bugün bunun tam zıddı olarak; sanki insan sonsuz seneler bu dünyada yaşayacakmış gibi, hattâ hiç ölmeyecekmiş gibi hayatını plânlıyor. Hele ölüm gibi bir düşünce onun gündeminde hiç bulunmuyor. Ancak birilerinin ölümüyle, ölüm aklına gelince de hemen zihninden o düşünceyi kovalıyor. İnsan; ölümü kendi için değil de diğer insanlar için gerçekleşecek bir vâkıa olarak görüyor.

İnsanın kendisi eksikli, kusurludur, dedik. Yaptığı şeyler de öyle. Noksanlık ve kusurluluk; kula, kulun kendi eliyle inşa ettiklerine aittir. Dolayısıyla insan, aynı zamanda eksikli ve kusurlu bir dünyada yaşıyor. Ancak kâinatta insan nâmına oluşturulan ve yüce Yaratıcı tarafından gönderilen her bir şeyde muhteşem bir âhenk, denge ve uyum söz konusudur. Varlık ve âlem mükemmeldir, eşsizdir. Çünkü Allah Teâlâ’nın yarattığı her şeyde bir «kemâlât» vardır. İncelenirse hem de bu doruk noktadadır. Eğer insan bu hikmete râm olduysa her işini bu kemâlât çerçevesinde yapar. Bunun neticesinde ise kusurlar ve eksiklikler en aza indirgenir. İnsanın bu çabası, onun elinden; mükemmel davranışlar, mükemmel çalışmalar, mükemmel kurum ve kuruluşlar çıkarır. Bu vâkıa ise tüm dünyanın istediği ve özlediğidir.

İşte bu ideal hedefi gerçekleştirmek için insanın hedefi ve gayesi dünyayı kazanmak maksatlı olmamalıdır. Ancak «Allah rızâsı» arzusuyla yaşayanlar bunu başarabilirler. Yıllardır arkalarından iz bırakan nice mâneviyat büyüğü, Cenâb-ı Hakk’ın velî kulları; bu hedefle yaşayarak bizlere hakikî bir medeniyet nasıl oluşturulur göstermişlerdir. O mâneviyat kahramanları, içi dolu bir medeniyeti inşa eden ruh mimarlarıydı. Hazret-i Mevlânâ’yı cümle âlem biliyor ve seviyor. Abdülkādir Geylânî Hazretleri, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, Yûnus Emre Hazretleri, Ahmed Yesevî, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri… daha niceleri, mükemmel şahsiyetleri ile bizlere mükemmel bir hayat bıraktılar. Demek ki olmuş, oluyor ve olacak inşâallah. Yeter ki biz o kıvamı yakalayabilelim.

Ancak bugün yaşadığımız modern hayat; bizi sayısız, gereksiz o kadar teferruatla meşgul ediyor ki, bırakın böylesi bir ideali kavramayı, insanın burnunun önündeki doğruları dahî görecek kalp gözü, gönül gözü kalmamıştır. Modern hayat; insanı öylesine küçük küçük ince ayrıntılarla uğraştırıyor ki, insan nasıl bir hayatta gittiğinin farkında bile olamıyor. Bu önemsenmeyen ufak detaylar, kendi içlerinde de daha küçük detaylara bölünüyor. Derken insan bu ince ayrıntılarla uğraşırken, bir de bakıyor ki ömrün sonlarına yaklaşmış… Derken; hastalıklar, yaşlılık ve neticede o hazin son! Eyvah aldandık, bu dünya boşmuş desen artık ne mânâsı var!

Kendini bu yoğun koşturmaya kaptıran insan, hayatın akışı içinde ne yazık ki kaybolup gidiyor. Yapması ve bitirmesi gerekli işleri yerine getirmekle, ömrünü tüketiyor. Ve bu hâliyle insan âdeta dünyaya tapar hâle gelmiştir. Kendini kurtarabilenlere ne mutlu! Bugünkü mevcutlar, maalesef bize hem kendimizi hem asıl gayemiz olan kulluğumuzu unutturdu. Âhiret hedefli yaşamayan insan, bütün zevk ve arzularını yalnızca şu kısacık dünya hayatına sığdırma amaçlı sığ bir yol tuttu.

Hâlbuki bitip tükenmek bilmeyen gündelik işler, dünya hayatının elimize tutuşturulan oyuncakları mesâbesindedir. Bir ömür bunlarla oyalanmayla geçerse, insan; doğrusu kendine yazık etmiş olur. Bizi oyalayan, Hak’tan uzaklaştıran bu gündelik işler, aslında insanın önüne konmuş tuzaklardır. İnsanın hayat boyu peşinden koştuğu; mal-mülk, evlâd u ıyal, makam-rütbe, şan-şöhrete lâyığından fazla önem verildiğinde, meşrû zemin dışına çıkar ve insana zarar verir. İnsanın bitip tükenmek bilmeyen arzu ve istekleri, onu aslî görevi olan kulluk mes’ûliyetinden hızla uzaklaştırır. Böyle bir insan için, dünya artık onun tek derdi ve hedefi olur. Bu meşgalelerin; hak etmedikleri ehemmiyetle algılanması, insan için çok tehlikelidir. Her şey bize işaret edildiği kadar karârınca kendi dengesi içinde güzeldir. Helâl nimetler keyfe kâfîdir.

İnsanoğlu; kulluğunu bir kenara koyarak, sadece bu dünya nimetlerinin aldatıcı zevklerine daldığında, kendisi için en kötü işi yapmış olur. Zira böylesi bir durumda insan, yüce Yaratıcı’yı unutup nefsine uyarsa, bunun neticesi sonsuz bir aldanıştır. Ve yine bu hâl insanın başına gelecek en büyük felâkettir. İnsanın dünyaya bağlanması, âhiretten kopması anlamına gelir. Âhiretten kopan insan cennetten de kopar. İşte bu şekilde insanın varlığını dünyaya ircâ etmesi onun için en büyük tehlikedir.

Rabbim bu konuda hepimizi uyandırsın, böylesi bir hazin aldanışa sürüklemesin ve hakikî kemâlâtı yakalamayı nasip etsin, inşâallah…