Gönül Coğrafyamızın Fitnesi FIRKACILIK

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

b_c_ozdemir-SAYI-141

Geçmişte inşa ettiği şanlı bir medeniyetle, dünyayı asırlarca estirdiği rahmet meltemleriyle huzura kavuşturan İslâm ümmeti; bugün, fırkacılık taassubunun pençesinde inliyor. Kur’ân-ı Kerim’de;

“(Rasûlüm) Şüphesiz ki, Kitâb’ı Sana hak olarak indirdik. O hâlde Sen de, dîni Allâh’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et.” (ez-Zümer, 2)
buyurulur. Ancak ne yazık ki; sömürgecilerin hükmetmek emelleriyle kışkırttıkları, himaye ettikleri; Allah Teâlâ’ya değil, ona-buna has kılınan fırkalaşmış yollar, İslâm âlemini kanser gibi sarmış; düşmanları emellerine ulaştırmıştır. Artık, onları kullanarak; devleti ele geçirtip, hiç direnme göstermeden teslim bile alabilmektedir. Bu cümleden olarak; komşu Irak böyle bir tertiple, -ordusu âdeta bir kurşun atmadan- işgal edilmiştir. 15 Temmuz’da ülkemizde de oynanmak istenen aynı oyunu; çok şükür ki, Allah Teâlâ’nın yardımıyla, milletimiz topyekûn direnerek akāmete uğratmıştır.

Gönül coğrafyamızın akîde âhengi, birliği ve bütünlüğü; «ılımlı, aşırı, selefî, çeşitli sosyal akımlar, reformcu, birtakım şahıslara izâfe edilen… maske ve etiketlerle, araya sokuşturulan dikenlerle» delik deşik edilmiştir. İdrak ve vicdanını kaybetmiş terör gruplarına dönüşen bir kısmı da; kelime-i tevhid bayrağı sallayarak; akla ziyan katliâmları irtikâp ederek, milletin emânet ettiği silâhlarla milleti biçecek kadar zıvanadan çıkarak… İslâm aleyhtarlığına malzeme olup, hem sömürgecilere hizmet ediyorlar, hem de ümmetin gücünü zayıflatıyorlar.

«Dîni Allâh’a has kılarak, ihlâs ile kulluk eden» Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, «en güzel örnek» olarak insanlığın ufkunu aydınlatırken; bu şaşkınlık, bu istikamet kargaşası, altın asırların vârisleri için fevkalâde vahim bir yüz karasıdır.

Bölgemizde; fırkacılık taassubuyla körleşmiş devletler ve ümmetin bünyesinden türeyen terör gruplarıyla ittifak kuran sömürgeciler, menfaatleri doğrultusunda, coğrafî sınırları yeniden tanzim etme gayretindeler. Bu müttefiklerin kabul ettikleri tek düşman da, ehl-i sünneti temsil eden ve adâleti hüküm-fermâ kılma dâvâsını güden Osmanlı’nın vârisi mevkiindeki ülkemiz. Bu da; İslâm coğrafyasını, sokulan fitnelerle zelil duruma düşürme hesabının, hangi emellere hizmet ettiğinin açık bir delilidir.

İnsan; Allah Teâlâ’nın mahlûkatın en şereflisi ve en güzel kıvamda yarattığı ve ona yüce Zât’ı adına yeryüzünü adâletle idare etmesi pâyesini tevdî buyurduğu varlıktır. Ecdâdımız; bu hususiyeti hep göz önünde bulundurmakla, o tarihe altın sayfalarla geçen şanlı medeniyeti tesis etmiştir. Osmanlı’nın temeli atılırken, Şeyh Edebâlî Hazretleri’nin;

“Oğul; insanı yaşat ki devlet yaşasın.” diye öğüt vermesi de bu hususa istinâdendir.

Kur’ân-ı Kerim’de, «belhüm edall» diye bir insan tipi şöyle vasfedilir:

“And olsun ki; cehennem için de birçok cin ve insan yarattık. Onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar, hayvanlar gibi hattâ daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerdir.” (el-A‘râf, 179)

Bütün teröristler; beyan buyurulduğu üzere, insanlıktan çıkmış olmaları hasebiyle; mukaddeslerden habersiz, merhamet, şefkat, hamiyet, sevgi… gibi insanı insan yapan fazîletlerden mahrumdurlar. Dolayısıyla da; ona lutfedilen değerden gafil bulunduklarından, önlerine çıkan her şeyi yok etmeye programlanmış birer robot hâline gelmişlerdir. «Cemaat, cihad, imam, hizmet, halîfe…» gibi dînî mefhumları mânâlarından saptırarak sömüren, kendilerinden başka herkesi tekfîr eden veya tek doğru yol olarak kendilerini gören din maskeli terör teşkilâtlarının da, diğerlerinden hiçbir farkı yoktur. İlâve olarak; insanların dînî duygularını sömürerek onları teshir edip, bir barış ve saâdet dîni olan İslâmiyet’i, insanlar nezdinde terör dîni gibi göstererek, sahiplerine fazladan hizmet emektedirler.

«Gaye için her şeyi mubah» gören, reislerinin kendilerini; halîfe, Mehdî, Mesih, imam… ilân ettikleri bu mâhut teşkilâtların, hadîs-i şerifleri istismar ederek;

“Suriye’de, kâfirlere karşı kıyâmet savaşını kazanacakları; İstanbul’u fethedip, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in methine mazhar olacakları; dünyaya hükmedecekleri…” gibi boş hayallerle müslümanları büyüleyip âdeta köleleştirmeleri, sapıklıkta sınır tanımadıklarının bir göstergesidir. Ancak ihsan edilen akıl nimetinden vazgeçip, bu nevî safsatalara kapılarak kayıtsız şartsız teslim olan; kendilerini hem dünya hem de âhiret bedbahtı kılan müslümanların varlığı da, İslâm câmiâsının halledilmesi gereken problemleri cümlesindendir.

Kur’ân-ı Kerim’de, iç çekişmelerle ilgili olarak;

“Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun; çünkü, Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Enfâl, 46) buyurulur. İçtimâî bünyeye sokulan fırkacılık fitnesiyle, birlik ve beraberliğin bozulması, memleketi düşman istîlâsına hazır hâle getirir. Ancak; «Tarih, tekerrürdür.» kaidesince, milletler de hep bu içtimâî virüsün kurbanı olmaktan kurtulamazlar. Şanlı medeniyetimizi taçlandıran Osmanlı da dâhil olmak üzere, bütün devletler az çok veya tamamen bu fitne sebebiyle zeval bulmuş; uzun asırlar müslümanlara vatan olmuş topraklar ya tamamen ya da kısmen kaybedilmiş, hüviyet değiştirmiştir.

Bugün de; mazlum İslâm âlemi ve onun dirilme ümidi olan ülkemiz, fevkalâde ağır bir baskı altındadır. İçtimâî bakımdan bir zenginlik kabul edilmesi gereken farklılıklar, bir ayrışma unsuru olarak gösterilip; iç ve dış tahriklerle ülkeyi buhranlara sürükleyen fırkacılığa, terör hareketlerine dönüştürülmüştür. Birleştirilen bütün terör teşkilâtları; devletimizi etrafı ile ilgilenemez, kendi derdiyle baş etmeye uğraşan bir hâle düşürmek için hücuma geçirilmiştir. Vatanımız; sınırları dışından da kuşatılıp tecrit edilerek, bölge sınırlarının yeniden tanzimine çalışılmaktadır.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Mü’min zarar gördüğü delikten iki kere sokulmaz.” (Buhârî, Edeb, 83) buyuruyor. Şaşmaz ölçü bu iken; değil iki kere, yüzlerce, binlerce kere sokulmanın nasıl bir izahı olabilir? Hadîs-i şerifte;

“Mü’minin ferâsetinden sakının; çünkü o Allâh’ın nûruyla bakar.” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 16) buyuruluyor. İnsan olmak; gerçeği aramak, bulmak aşkı ile dolu olmayı ve insânî hasletlerle donanmayı gerektirir. Bu fıtrî hususiyetten habersiz, aklını bir nâmerde teslim edip, ömrünü çıkmaz sokaklarda heder etmek hamâkatinin karşılığı, iki cihanda da ancak hüsran olur. Ulemâ (Ebû Hanife, Şâfiî, Ahmed bin Hanbel… -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri gibi), Kur’ân-ı Kerim ve sünnetin beyanına göre; «küfrün tek millet olduğu»nu ifade ediyor. Bütün imkânlarıyla saldıran bu gürûha karşı; mü’min olma ferâset ve basîreti de, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in izinde, O’nun mukaddes vasiyeti, «Kur’ân ve Sünnet» çerçevesinde toplanmayı, safları sıkıştırmayı gerektirir.

Bu birlik ve beraberlik, ümmetin kurtulması ve ecdâdımızdan kalan «yüce dâvâ»nın sürdürülmesi için en büyük güçtür.