Kadîm Değerlerimiz ve İslâm’ın Sancaktarı CEMAATLERİMİZ

YAZAR : Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

r_kocak-SAYI-141

İslâm dîni gelmeden önce; özelde Mekke, genelde dünya, zulümlerin, savaşların ve haksızlıkların yaygın olduğu dönemleri yaşadı. Adâlet yerini zulme bırakmış; güçlüler haklı veya haksız olarak, kendilerinden zayıf olanlardan istediklerini alıyor, mallarına el koyuyorlar, mazlumlar ise haklarını alacaklarını bir makam bulamıyorlardı.

Bu zulümlerden, şirk batağından ve günah çukurundan uzak kalan hanîf insanlar da vardı. Ancak onlar da, yalnız başlarına kalıyorlardı.

Allah Teâlâ; Kureyş kabîlesinin Hâşimî kolundan her şeyi ile örnek bir insanı Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i elçi olarak seçti ve son din olan İslâm’ı insanlara gönderdi. İslâm’ın gelişi ile karanlıklar aydınlığa, zulümler adâlete dönüştü. Ezilenler ve yalnız olanlar birleşmeye, saflarına bir kişi daha katmak için çalışmaya başladılar. Kadınlar, gençler, köleler ve sâdıklar birer birer halkaya katılıyor, yeryüzünün incisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in etrafında nurdan hâleler oluşturmaya başlanıyordu.

Namazlar ve sâir ibâdetler, müşriklerin baskısı dolayısı ile gizli yapılıyor, âşikâre olarak tebliğ çalışmaları yapılamıyordu. Ne zaman ki Ömer bin Hattab -radıyallâhu anh- îmân etti o zaman müslümanların sayısı kırk kişiye ulaştı, bu durumda; «Artık gizlenmeye gerek yok!» denilerek cemaat olarak müşriklerin karşısına dikildiler.

Bir kişi yani -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile başlayan bu hareket; kısa zamanda onlara, yüzlere, binlere ulaştı. Vedâ Hutbesi’nde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i dinleyen binlerce sahâbe efendimiz; evlerini, yurtlarını o ulvî ve kutsî mesajı, başkalarına ulaştırmak için terk ederek yollara düştüler. Kimisi Çin’e, kimisi Anadolu’ya, kimisi de dünyanın diğer uçlarına giderek, aldıkları bu dînî hükümleri kendilerinden başka insanlara ulaştırmak için gayret sarf ettiler. Gerek tebliğ için, gerekse fetih için gittikleri beldelerde kaldılar. Vedâ Hutbesi’nde, yüz binin üzerinde sahâbe bulunmasına rağmen; Baki‘ kabristanında bu sahâbîlerin onda birinin bile bulunmaması bu gerçeği teyit ediyor.

Her şeyin bir başlangıcı ve sonu olduğu gibi, güzel günlerin de bir sonu vardı. Fetihlerden ve sınırların genişlemesinden sonra, İslâm coğrafyasında problemler çıkmaya başladı. Fethedilen yerlerdeki inanç ve fikrî akımlardan etkilenen bazı insanlar tarafından; İslâm’ın saf ve berrak ırmağına şüpheli şeyler katarak, müslümanların itikadını bozmak ve dîni ifsad etmek için çaba sarf eden çalışmalar görüldü. Kimi kaderi inkâr etti, kimi Kur’ân’ı farklı yorumladı, kimi hadisleri yok saydı. Ancak bu saf ve berrak ırmaktan beslenen ilim ve cihad ehli insanlar tarafından, bu fitnelerin başı ya kılıçla ya da kalemle ezildi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den teslim alınan mukaddes emânetler, her şeyden daha kıymetli bir hazine gibi kabul edildi. Bu mukaddes emânetler, uzun asırlar boyunca fitnelere rağmen korundu kollandı. İslâm’ın devleti olduğu dönemlerde; fitnecilerin fazla sesi soluğu çıkmasa da, hilâfetin yıkılması ile birlikte emânetler sahipsiz kaldı. Osmanlı döneminde; İslâm’a aykırı görüşü olanlar ya sürgün edilerek ya da toplumdan tecrit edilerek ümmete etki etmemesi sağlanırdı. Ancak, son devirlerde toplumun inancını, ahlâkını ve kültürünü inkâr edercesine icraatlar yapıldı.

İslâm’ı bozmak ve müslümanları ifsad etmek için; localar, kulüpler ve cemiyetler kuruldu. Sahipsiz kalan ümmete, üst üste darbeler vuruldu. İslâm’ı bu topraklardan silip atmak, Anadolu’nun bağrındaki İslâm sancağını indirmek için var güçleri ile saldırmaya ve asırlardır bağırlarında birikmiş küfür zehrini kusmaya başladılar.

Kâh Bedir’de, kâh Hayber’de, kâh Niğbolu’da, kâh Çanakkale’de kafaları ezilen küfür ehli; karşılarında zayıf düşmüş bu ezelî rakibi ortadan kaldırmak için, yüzlerini döndükleri batıdan aldıkları akıl ve imkânlarla topyekûn saldırıya geçtiler. Ancak, unuttukları bir gerçek vardı ki, o da bu dînin sahibi olan Allah Teâlâ’nın gönderdiği dîni korumayı va‘detmesiydi.

Osmanlı medeniyetinde, toplumun İslâmî hayatını düzenleyen tarîkatlar, yeni kurulan devletin fizikî baskılarını karşılamak ve dışarıdan gelecek fikrî etkilerden korunmak için içeriye kapanarak cemaatleşme yoluna gittiler.

Yeni kurulan devletin kurumlarında, İslâm’a ve İslâmî değerlere dair bir faaliyet yoktu. Eğitimde batılı değerler esas alınıyor, toplum yeniden şekillendirilmek isteniyordu.

Yeni dönemde İslâm’ı anlatmak, yaymak, suç sayılmasına rağmen, hattâ idam ile karşılığını bulan cezalar olmasına rağmen; Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sahâbeye, onlardan da bize kadar saf ve berrak olarak ulaşan, İslâm ırmağından beslenen tarîkatlar ve cemaatler, pörsümüş, küllenmiş gönüllere, yeniden hayat suyu vererek diriliş muştusu aşıladılar. Dağ köylerine, hayvan barınaklarına, mağaralara ve kuytu köşelere sığındılar. Hapse atıldılar, darağacına çekildiler, ser verdiler ancak sancağı yere düşürmediler.

Medreseler, tekkeler kanunla kapatılsa da; yüreklere, îmanlara hiçbir yasak engel olamadı. Yiğit düştüğü yerden kalkar misali, diriliş yine İstanbul’dan başladı. Es‘ad Efendi -kuddîse sirruhû-, Mahmud Sâmi Efendi -kuddîse sirruhû-, Ahıskalı Ali Haydar Efendi -kuddîse sirruhû, Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri -kuddîse sirruhû-, Süleyman Hilmi TUNAHAN Hazretleri -kuddîse sirruhû-, Mehmed Zâhid KOTKU -kuddîse sirruhû-’ların ve emsâlinin öncülük ettiği tasavvuf erbabı; ümmetin gönül dünyasına, yeniden İslâm tohumları ekmeye başladılar, sabırla ve şefkatle bu tohumları sulayarak yeniden yeşertmeyi başardılar.

Tasavvuf ehli cemaat ve tarikatlar; sadece ilmî alanda değil, fakir fukaraya yardım için vakıflar ve dernekler kurarak, yardımlaşmayı ve infak müesseslerini de yeniden ihyâ ettiler. Öyle yiğitler meydana çıktı ki; varını, yoğunu, işyerini, atölyesini, fabrikasının tüm gelirini Kur’ân kurslarına vakfederek, sadece kuru bir maaşla geçindiler. Tıpkı sahâbenin tebliğ için yollara düşmesi gibi; yeniden köy köy, belde belde dolaşarak, Anadolu’nun bağrında İslâm’dan başka bir inancın yeşermesini engellediler.

Şimdilerde; kalplerinde şüphe ve nifak bulunan belli çevrelerden, bu nezih ve fedâkâr insanların bulunduğu cemaatlere, tarîkatlara tenkitler ve iftiralar gelmeye başladı.

İslâm’ın özünü kavramış; Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bugüne kadar gelen, İslâm’ın en küçük bir hükmünü bile, kuyumcu hassasiyeti ile koruyan ve onunla amel etmeyi en büyük şeref kabul eden bu insanlara yöneltilen eleştiriler, dün olduğu gibi bugün de işe yaramayacak, kutlu kervan yoluna devam edecektir.

Anadolu’nun gerçeği ve bu topraklardaki İslâmî hayatın geleceği olan tarîkatler ve cemaatleri şekillendirmek, kendi kafalarına ve görüşlerine uydurmak isteyenler, önce bu cemaatlerin ortaya çıkma sebeplerini iyi tahlil etmeliler.

Bugün, ülkemizde İslâm adına, Müslümanlık adına ne varsa ve ne konuşuluyorsa, tarîkatler/cemaatler sayesindedir.

İstikametlileri müstesnâ; binlerce yıllık İslâmî geleneği yok sayan, hadisleri inkâr eden, «Kur’ân âyetleri bizi bağlamaz!» diyen ilâhiyatlardan yetişenler; bu ülke insanına dînini öğretemez. Bugünkü şartlarda rahat olsa da; devletten aldığı maaşla, kanunların müsaade ettiği kadar konuşabilen, devletin koyduğu sınırların dışına çıkamayan din görevlilerinden de bu millet tam mânâsı ile dînini öğrenemez.

Bu millete; onun dilini konuşan, onun gibi düşünen, inancı için bedel ödemiş, hizmet ve gönül ehli insanlar tarafından dinleri hakkı ile öğretilebilir.

Selâm olsun bu topraklarda İslâm’ın sancaktarlığını yapmış gönül erlerine ve selâm olsun bu gönül erleri ile yollarına devam edenlere!..