Liyakatin Göz Ardı Edilmesinde MESELENİN DÜĞÜMLENDİĞİ YER ve HÂL ÇARESİ

YAZAR : Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ

h_ogmus_yazi

Türkiye’de ideolojik kamplaşmanın tarihi batılılaşma tarihiyle birlikte başlar. XIX. asrın ikinci çeyreğinden başlayarak XX. asrın ikinci çeyreğine kadar giderek artan bir hızla; Batıcılık, Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük gibi cereyanlar ortaya çıkıp gelişir. Bunlar kısmen tedâhul eden yönlere sahipse de umumiyetle rekabet içindedir. Bu cereyanları destekleyenlerin her birinin memleketin kurtuluşu ve «hasta adam»ın ayağa kaldırılışı hakkında farklı reçeteleri vardır, hepsi de doğru olanın kendi reçetesi olduğu iddiasındadır. Tanzimat devrinin adliye, eğitim vb. müesseseler bakımından renklilik arz etmesinin temel sebebi; sunulan kurtuluş çarelerinin ve buna bağlı olarak atılan adımların farklı oluşudur. Bu devirde; ticaret hukuku, ceza hukuku vb. batıdan alınıp terceme edilirken; medenî hukuk, eşya hukuku ve aile hukukuyla ilgili Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye ve Hukûk-ı Aile Kararnâmesi İslâm fıkhı esas alınarak; Arazi Kanunnâmesi de Osmanlı örfüne dayanılarak hazırlanmıştır. Yine bu devirde; şer‘iyye mahkemelerinin yanı sıra nizâmiye mahkemeleri, medreselerin yanı sıra mektepler vardır. Hattâ bunların dışında azınlıklarla yabancıların açtığı mektepler ve onlara bakan mahkemeler de faaliyettedir. Edebiyat ve mûsıkîden, giyim-kuşam ve hayat tarzına kadar sosyo-kültürel sahada da benzer bir ikilik zuhur etmiştir.

Hemen hemen her sahada görülen bu ikiliği gidermek için, batı menşeli kurumlar lehine radikal kararlar alınıp hızla tatbik edilen cumhuriyet devri; radikalliği ve hızı nisbetinde ideolojik kamplaşmanın da derinleştiği bir devir olmuştur. Diğer cereyanların destekçileri, hususiyle de İslâmcılar; savundukları kurumları artık kaybetmişler, hattâ bundan da öte -özellikle tek parti döneminde- illegal ilân edilmişler, nisbî bir rahatlama yaşadıkları sonraki dönemlerde de askerî müdahalelerle takibata uğramışlardır. Devletin işleyişinde kilit öneme sahip kurumlarda, hususiyle de askeriyede Kemalist ideolojiye sahip olanlardan başkasına yer verilmemiştir. “Kamusal alanda başörtüsü takılamaz.” denilerek başörtülü öğrenciler üniversitelere dahî alınmamış, çocuklarının dinlerini de öğrenecekleri bir eğitim almasını isteyen ailelerin tercih ettiği İHL’ler değişik dönemlerde tırpanlanmış ve bu okullardan üniversiteye geçiş engellenmiş veya kısıtlanmıştır. İşte devletin gerçek ve meşrû sahibi olarak tek bir zihniyeti gören ve onun dışındakileri dışlayan bu yaklaşımdır ki, diğer ideolojiye sahip olanlarda devlet içinde kadrolaşma ihtiyacı uyandırmıştır. Bu sebepledir ki; ideolojik bakışa hiç yer verilmemesi gereken bir sahada, yargı sahasında kendi zihniyetindeki kişilere kadro açmakla itham edilen sosyal demokrat bir bakan, hiç fütur getirmeden açık açık;

“Solcuları almasaydım da ülkücüleri (Türkçüleri) mi alsaydım?” diyebilmiştir! Dîni istismar ederek emniyet, yargı, askeriye vb. kurumlarda kadrolaşan ve hâlen ülke gündemini işgal etmekte olan grup da; rejim tarafından dışlanan dindar insanların kendisini mağdur hissettiği bu iklimde neşv ü nemâ bulmuştur. Devleti tek bir ideolojiye hasretmenin ve buna tepki olarak gelişen gizli/takiyyeci kadrolaşmaların neticesinde geldiğimiz nokta; başta askeriye olmak üzere emniyet, yargı, mülkiye, hâriciye bürokrasisinde ve hattâ maarif, diyanet gibi diğer sahalarda birçok memurun açığa alınıp ihraç edildiği büyük bir güven bunalımıdır. Bu, haklı olarak reddettiğimiz «medeniyetler çatışması» tezinin sahibi Huntington’un ideolojik kamplaşmayı ifade etmek üzere ülkemiz ve benzeri ülkeler için yaptığı «yırtık ülke» tespitini -ne yazık ki- doğrulayan acı verici bir tablodur.

Gelinen bu müessif durumu;

“Bunun sebebi din istismarı ve lâiklikten uzaklaşmadır, Cumhuriyetin kurucu felsefesine dönelim!”, “Bir grubun yaptığı yanlış; bütün dînî gruplara mâl edilerek dindarlar dışlanmak isteniyor, buna pabuç bırakmamalıdır!” vb. şekillerde hâlâ birbirimizi suçlama ve diskalifiye etme aracı olarak kullanırsak; problemi çözmek bir tarafa daha da derinleştirir, ideolojik kesimler arasında zaten var olan güvensizliği körükleyerek zaman ve enerji israfına yol açar, ülkeye zarar veririz. Yapılması gereken şudur:

Devleti herhangi bir ideolojiye hasredip, ülkenin gerçek sahiplerinin o ideolojinin savunucuları olduğu iddiasından vazgeçilmelidir. Bu takdirde başka ideolojilerin savunucuları «devleti ele geçirmek» için gizli/takiyyeci kadrolaşmalarda bulunma ihtiyacı hissetmeyecek, hâlâ böyle bir tutum içinde olanlar varsa hiçbir haklı gerekçeye sahip olmadıklarından kimse tarafından mazur görülmeyeceklerdir. Bu durumda devlette vazife alırken kimsenin ideolojisine bakılmayacak, kriterler ülkeye sadâkat ve liyakat olacaktır. «Ülkeye sadâkat»in altını kalın kalın çizmek ve bunu hep bu şekilde mef‘ûlüyle birlikte dile getirmek gerekir. Yalnızca «sadâkat» denilirse zamanla kişilere ve zümrelere sadâkat olarak anlaşılıp yorumlanabilir ve şu an yüz yüze olduğumuz problemle -Allah muhafaza- ileride yine karşılaşabiliriz.

İdeolojik bakışı bir kenara bırakarak yalnızca ülkeye sadâkat ve liyakat kriterlerini esas almak için, farklılıklarımızı değil de müşterek noktalarımızı öne çıkarmamız gerekir. Unutmayalım ki dindar-lâik, Türk-Kürt, Sünnî-Alevî hepimiz aynı ülkede yaşıyoruz, ideolojik kamplaşmanın başladığı 200 yılı da içine alan uzun bir zamandan beri aynı gemideyiz. Eski alışkanlıklarımızı sürdürürsek, gemiyi sağlıklı yürütemeyiz. Gemi batarsa hepimiz batarız. Geminin batmaması için birbirimize müsamahalı olmayı öğrenmeliyiz. Bunun için bütün kesimlerin uzlaşacağı ortak bir sözleşme (:anayasa) etrafında birleşmeliyiz. Hürriyetçi bir temele dayanan ve herkesi kucaklayan bu sözleşme, toplumsal uzlaşmanın ürünü olacağından her kesimin az ya da çok içine sindiremediği hususlar içerecektir. Böyle de olsa hiçbir kesim toplumsal uzlaşmanın hak ettiği saygıyı ondan esirgememelidir. Mademki farklılıklarımız var ve mademki hiçbirimizin başka bir coğrafyaya gitme imkânı yok ve hep birlikte bu ülkede yaşamak mecburiyetindeyiz, söz konusu saygıda kusur etmemeliyiz! Başka çaremiz yok! Kaldı ki, -Diyanet İşleri eski başkanı Ali BARDAKOĞLU Hocamızın son günlerde yazdığı bir yazıda belirttiği üzere- ortak değerlerimiz hiç de az değildir. Başta asırlardır birlikte yaşamakta olduğumuz vatan toprağı olmak üzere; onun üstünde edindiğimiz ortak tarih şuuru, bu uzun tarih boyunca oluşturduğumuz kültürel değerler ve -son dönemlerde biraz küllense de- başka düşünce ve inançlara karşı gösterdiğimiz müsamaha… Sonra, dünya görüşlerimizin farklı olması, yukarıda sayılan değerler dışında müştereklerimizin olmayacağı mânâsına da gelmez. Bilâkis farklı dünya görüşlerinin kabul ettiği birçok müşterek değer de vardır. Sözgelimi toplumdaki yoksul tabakaları güçlendirecek sosyal politikalara, dindar kesimin hiçbir itirazı olmaz; aksine bunu onlar da gönülden desteklerler.

İslâm, halkın kültür ve yaşantısında çok önemli bir ağırlık noktası teşkil etse de, ülkemizdeki mevcut sosyolojik gerçekler dikkate alındığında bahsini ettiğimiz toplumsal uzlaşmanın odağını oluşturacak düzeye ulaşmaktan -ne yazık ki- hâlâ epeyce uzaktır. Bu durumda başka hayat tarzlarına olduğu gibi İslâmî yaşantıya da tam hürriyet tanıyan, değişik dünya görüşlerinin bir arada ve barış içinde yaşadığı bir sözleşme yazılacaktır. Böyle bir sözleşme ister istemez lâikliği akla getirebilir. Peki, müslüman lâik olabilir mi, olursa ne kadar olabilir? Bu soruların cevabını da başka bir yazıda ele alalım.