CEMAAT RAHMETTİR

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

m_kucukasci-SAYİ140

Kurt dumanlı havayı sever.

Çünkü puslu, dumanlı havalarda, yani ortalığın karışık olduğu, görüş mesafesinin kısaldığı, ufkun daraldığı anlarda avlanmak kolaydır. Kafa karışıklığı içindeki avlarına çok kolay pusu kurar.

İnsan kuzularının; can düşmanı kurt şeytan da kafaların karışık olduğu, kargaşaya müsait zamanları iyi kollar.

15 Temmuz; halkımızın iradesinden yana, vatanından, milletinden, bayrağından yana net bir duruş sergilediği bir süreç oldu. Ancak sonrasında, 15 Temmuz’a sebebiyet veren örgütün, şeklen dînî bir cemaat hâlinde teşkilâtlanmış olması; gizli ve açık din düşmanlarınca bir fırsat olarak değerlendirilmeye başlandı.

Şu kadar hâkim ve savcı, terör örgütü üyeliğinden atıldı. Kimse; «Hukuk ne kötü bir şey?» demedi. «Kaldırın şu mahkemeleri!» demedi.

O meş‘um girişimde şu kadar asker, halkına ateş açtı. Kimse; “Bu askerlik ne kadar kötüymüş!” diye ahmakça bir yorum yapmadı. Öğretmen, doktor, iş adamı… misaller çoğaltılabilir.

Çünkü akl-ı selîm sahibi herkes bilir ve teslim eder ki, istismar ve sû-i istimal edilen şeyi suçlamak doğru değildir. Bu müesseseler, bu meslekler lüzumlu hattâ zarurîdir. Zaten kıymetlerinden dolayı ele geçirilmeye çalışılmıştır. Bize düşen sapla samanı ayırmaktır.

Fakat aynı hassâsiyet, cemaat ve tasavvuf hususunda gösterilmedi.

Her cemaati, potansiyel bir Fetö namzedi olarak göstermeye kalkanlar oldu. Hattâ kendisinin de neşriyat vasıtaları, gerek sivil toplumda gerek sosyal medyada örgütlenmeleri olan bir şahıs çıkıp; “Fetö’den daha beter cemaatler var.” diyerek, ortalığın dumanına duman katmayı vazife bildi. Üstelik bu şahıs birkaç sene evvel Fetö elebaşının ayakkabı bağına dahî methiyeler düzen birisi olduğu hâlde…

Hâdiselere, aktüalite sisinin içerisinde bakarsak boğuluruz.

Tarîkat ve cemaatler, ülkemizin de İslâm toplumunun da bir hakikatidir.

Kimi cemaatlerde Kitap ve Sünnet’e uygun olmayan hâller olabilir. Kul kusursuz değildir, cemaatlerin de o kusurlu kulların bir araya gelmesiyle meydana geldikleri unutulmamalıdır. Fakat bunların kesişme noktası, takvâdır. İnsanlar içlerinde hissettikleri mânevî boşluğu doldurmak için cemaatlere yönelirler.

Cenâb-ı Hakk’ın emri açık:

“İyilik ve takvâ (Allâh’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın.” (el-Mâide, 2)

Cemaat demek, iyilik ve takvâda yardımlaşmak için bir araya gelmiş mü’minler demektir. İslâm medeniyetinin tezâhürlerinin büyük kısmını bu cemaatlere borçluyuz.

Üsküdar’ımızda günümüzde de fukarâya her gün aş veren, erzak dağıtan bir dergâh varsa, bunun kökleri, Aziz Mahmud Hüdâyî ve hocası Üftâde Hazretleri’ne dayanır.

Bütün dünyaya İslâm’ın mütebessim çehresini ve derin merhamet ve muhabbet davetini duyuran Hazret-i Mevlânâ varsa, onu yetiştiren Seyyid Burhâneddinler ve Şemsler sayesindedir. Yine onun izinden yürüyen Sultan Veledler, Şeyh Gālibler, Yaman Dedeler, Tâhirü’l-Mevlevîler sayesindedir.

Fatih’imizin ardında Hacı Bayram ve Akşemseddin, Muhteşem Süleyman’ımızın yanı başında Yahya Efendi vardır.

Yakın tarihte ise tasavvuf ve tarîkat bir var oluş mücadelesini gerçekleştirmiştir.

Gerek ülkemizde gerek İslâm dünyasının tamamında iki asırdır dînî hayata; büyük sadmeler vurulmuş, işgaller, yasaklar ve baskılar uygulanmış, halk kitlesinde bu umumî cereyana kapılarak dinden uzaklaşan çok kalabalık kesimler olmuş, ancak bugün cemaatler denilen yapılara sığınanlar, bu fırtınalardan kurtulabilmiştir.

Bugün;

“En iyi cemaat cami cemaatidir.” gibi sözler söyleyenler, yakın geçmişte baskılar neticesinde cemaatsiz kalan camilerin ahıra çevrildiğini, satıldığını unutmamalılar. Bugün camilerimize sahip çıkan cami cemaatlerinin meydana gelmesinde de; karanlık zulüm günlerinde samanlıklarda, dağlarda ve takibat altında İslâm’a hizmet eden gönüllerin katkısı inkâr olunmamalıdır.

Daha dün kadar yakın geçmişte, 15 yaşından küçük bir evlâdın Kur’ân kursuna gitmesi yasak idi. Bir düşünelim, o dönemde kimler ne pahasına olursa olsun dînî eğitimi sürdürdü?

Hattâ bunca karanlık devirden sonra bugün dindar insanları devletleriyle barıştıran son yıllardaki faaliyetlerin zeminini yoklarsanız, bunlara muvaffak olan kadroların hareket noktasında yine tasavvufî ocaklarla karşılaşırsınız.

Eksiği noksanı olsa da halkın îmânı için kale vasfında olan bu yapılara İslâm düşmanlarının husumet beslemesi gayet anlaşılır bir şeydir. Bu sebeple gizli bir teşkilâtlanmayla ileride bütün cemaatleri zor duruma düşürecek bir «sahte cemaat» kurulup bugünlerin çok önceden plânlandığını düşünmek akla uzak değildir.

Kurt tıynetli insanların avlanmak için sevdiği dumanlı havalarda, merhametli gönüller de imdâd olmak için meydanlara koşarlar. İslâm tarihi boyunca Moğol istîlâları, Haçlı seferleri ve benzeri bilumum fetret devirlerinde mü’min halka teselli gönül ehlinden gelmiştir.

Fakirlik ve zaruret de, zenginlik ve kudret de taşkınlıklara sebebiyet verebilir. Tasavvuf ehli; böyle zamanlarda gönlünde o boşluğu hisseden insanlara kol kanat germiş, taşkınlıklara mâni olmuş, devletin dahî olmadığı devirlerde halk için her şey olmuştur. Cihanın en büyük devleti olan Osmanlı’nın kurulduğu zemini kılcal damarlarına kadar dokuyan tamamen tasavvuftur, tarîkatlardır ve onun sivil toplum teşkilâtlanmaları demek olan ahîlik ve benzeri teşkilâtlardır.

Aslen tasavvufun işi, gönül dünyasının îmârıdır.

Tasavvuf; kötü huyları terk edip güzel ahlâkı benimsemektir, benimsetmektir.

Tasavvuf; nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesidir. İnsan yapısında mevcut olan kötülük meyillerini (fücûr) kontrol altına alıp «takvâ» tohumlarını yeşertebilmek için girilen mânevî bir terbiye ve mukaddes bir eğitimdir.

Tasavvuf; «takvâ»ya erebilme sanatıdır.

Tasavvuf; istikamet üzere yaşayabilme dirayetidir. İstikamet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir. Kitap ve Sünnet’in rûhâniyeti içinde yaşamanın, kalpte en büyük lezzet hâline gelmesidir.

Tasavvuf; rızâ ve teslîmiyettir. Hayatın med-cezirlerine takılmama, değişen şartlar karşısında gönül muvazenesini/dengesini koruma, şikâyeti unutup daima Allâh’ın takdîrinden râzı olma olgunluğudur.

Tasavvuf; «muhabbetullah» ve «mârifetullâh»a ulaşarak Allâh’a sâlih bir kul olabilme maharetidir.

Tasavvuf; maddî-mânevî bakımdan kendini ikmal etmiş olan mü’minlerin, diğergâm bir gönülle mahlûkāta yönelerek onların noksanlıklarını telâfiye çalışma mes’ûliyetidir. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara; şefkat, merhamet, muhabbet ve hizmetin, tabiat-ı asliye hâline gelmesidir.

Tasavvuf; kulu hakîkî muhabbet ve dostlukla Allâh’a vâsıl eden mukaddes bir yolculuktur.

Tasavvuf; esas hayatın âhiret hayatı olduğu idrâkine ererek dünyanın gelgeç nefsânî arzularına gönül bağlamaktan kurtulmaktır.

Tasavvuf; Rasûlullah Efendimiz’in mübârek hayatıyla zâhiren ve bâtınen bütünleşerek, engin bir muhabbetle kaynaşmaktır.

Tasavvuf, Rasûlullâh’ın zâhirî-bâtınî tecellîleri, yani «hâl»idir. Onun içindir ki tasavvuf, Hazret-i Peygamber’in rûhâniyetinden hisse alabilme gayretinden ibarettir.

Neticede tasavvuf, Peygamberimiz’in ve ashâb-ı kirâmın vecd içinde yaşadığı takvâ hayatıdır. Bunların dışında kalan, özünü ve ölçüsünü Kur’ân ve Sünnet’ten almayan her şey -ne kadar tasavvufa izâfe edilirse edilsin- bâtıldır.1

Tasavvuf, bir makam-mevki değildir. Tam tersine hiçliği, abd-i âcizliği telkin eder.

“Günümüzde gerçek bir tasavvuf ve sahih bir İslâm istikametine sahip olmayan yapılara kim dur diyecek?” diye sorulursa; müslümanların henüz bu kadar güçlü, müstakil (bağımsız, tesir altında olmayan), üst teşkilâtlara sahip olmadığını üzülerek belirtmemiz gerekir. Zaten bu problemin bir sebebi bu sahipsizliktir. Geçmişte, halîfelik, şeyhülislâmlık, meclis-i meşâyıh gibi müesseselerimiz varken bunların murâkabesi daha kolay idi. Yine de halkımızın dînî bilgi seviyesi artırıldıkça, nesiller Kitap ve Sünnet istikametinde yetiştirildikçe, içlerindeki mânevî boşluğu, yanlış adreslerde doldurmaya çalışmalarının önüne geçilebilecektir.

Bazen insanlar, tasavvufî terbiyeyle İslâmî tedrisatı da karıştırabiliyorlar. İlmî tedrisat ihtiyacı başkadır, tasavvufî terbiye ihtiyacı başkadır. Muhammed Hamidullâh’ın şu mektubundaki notlar, tasavvufun bu gönle hitap eden dilini ne güzel ifade eder:

“Benim yetişme tarzım akılcıdır. Hukukî çalışma ve incelemeler bana, inandırıcı bir şekilde tarif ve ispat edilemeyen her şeyi reddettirmiştir. Muhakkak ki ben, namaz, oruç vs. gibi İslâmî vazifelerimi tasavvufî sebeplerle değil, hukukî sebeplerle îfâ ediyorum. Kendi kendime diyorum ki:

«Allah benim Rabbimdir. Sahibimdir. O bana bunları yapmayı emretmiştir. O hâlde yapmalıyım. Bundan başka, hak ve vazife birbirine bağlıdır. Allah bunları ben istifade edeyim diye bana emretmiştir; şu hâlde ben ona şükretmekle vazifeliyim.»

Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığım zamandan beri hayretle görmekteyim ki, hıristiyanların İslâmiyet’i kabûlü; onları İslâm’ı kabule sevk eden, fıkıh ve kelâm âlimlerinin görüşleri değil, İbn-i Arabî ve Mevlânâ gibi sûfîlerdir. Bu konuda benim de şahsî müşâhedelerim olmuştur. İslâmî bir konuda benden bir îzah istendiği zaman, benim verdiğim aklî delillere dayanan cevap, soranı tatmin etmiyordu; fakat tasavvufî îzah meyvesini vermekte gecikmiyordu. Bu konuda tesir gücümü gittikçe kaybettim. Şimdi inanıyorum ki, Hülâgu’nun yakıp yıkan istîlâlarından sonra Gazan Han zamanında olduğu gibi, bugün en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan, ne kılıç ne de akıldır; fakat kalp, yani tasavvuftur.

Bu müşâhededen sonra, tasavvuf konusunda yazılan bazı eserleri incelemeye başladım. Bu, benim gönül gözümü açtı. Anladım ki; Hazret-i Peygamber zamanındaki tasavvuf ve büyük İslâm mutasavvıflarının yolu, ne kelimeler üzerinde uğraşmak ne de mânâsız şeylerle meşgul olmaktır; fakat insan ile Allah arasındaki en kısa yolda yürümektir, şahsiyetin geliştirilmesi yolunu aramaktır.

İnsan, kendisine yüklenen vazifelerin sebeplerini arıyor. Mânevî sahada maddî îzahlar bizi hedeften uzaklaştırmaktadır; ancak mânevî îzahlardır ki insanı tatmîn etmektedir.”2

İnsanımızın; “Hak şerleri hayr eyler.” nüktesiyle bu sancılı devirden, daha güçlü çıkması temennisiyle…

____________________

1 Osman Nuri TOPBAŞ, Altın Silsile, s. 25-26.

2 Mustafa KARA, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, s. 542-543’ten naklen.