Adâletin Kuvvetli Mührü HIZIR BEY

YAZAR : Mücahit BULUT

m_bulut-SAYI140

“Fatih Sultan Mehmed Han’ın padişahlığının ilk senelerinde, bir Arap âlimi Edirne’ye gelir. İlminin derinliğini göstermek için Sultan’ın huzûrunda zamâne Osmanlı âlimlerine sualler yöneltir. Lâkin âlimler tatmin edici cevaplar veremezler. Vaziyetten memnun kalmayan Fâtih vezirlerine;

«Ülkemde bu adama cevap verecek bir ilim adamımız yok mudur? Çabuk olun, araştırın ve bana derhâl müsbet bir cevap getirin!» diye emir verir. Sivrihisar Medresesi’nde vazife yapan Hızır Bey, Arap âlime rakip olarak çağrılanlardan biridir.

Hızır Bey, o zamanlar daha otuz yaşlarında ve sipahî kıyâfetiyle bulunduğundan; yaş ve kıyafeti, meşhur âlimlere meydan okuyan zâtın alay edercesine gülmesine sebep olur.

Hızır Bey;

«Gereksiz yere gülenler, hoşa gidenlerden sayılmaz. Soracağın her ne ise hemen bildir. Sözün gelişi beni de başarısızlığa uğrayacaklardan biri say!» der. Bunun üzerine misafir âlim, padişahın huzûrunda ve kendinden son derece emin bir vaziyette Hızır Bey’e sualler yöneltir. Hızır Çelebi mütevâzı bir şekilde, suallerin hepsini teker teker cevaplar ve çözülecek hiç bir mesele ortada bırakmaz.

Sual sorma sırası Hızır Bey’e geldiğinde. Hızır Bey değişik ilimlerden birer sual yöneltir. Lâkin Arap âlimi çoğunu cevaplayamaz. Düştüğü vaziyet üzerine misafir âlim;

«Hızır Bey, İslâm âleminde benzeri pek az bulunan ilim adamlarınızdan biridir. Kendisinde öylesine bir hâfıza ve zekâ var ki, karşısında durmak mümkün değildir.» diyerek mağlûbiyeti kabul eder.

Bir Osmanlı âliminin bu başarısı karşısında çok memnun olan Fatih Sultan Mehmed Han sırtından kürkünü çıkarıp Hızır Bey’e giydirmiş ve onu Bursa’daki Çelebi Mehmed (Sultâniye) Medresesi’ne 50 akçe ile müderris tayin etmiştir.”

Osmanlı âlimi ve İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey, 1407 senesinde Eskişehir’e bağlı Sivrihisar kazasında doğdu. Babası Sivrihisar kadısı olan Celâleddin Efendi’dir. Bazı kaynaklar; anne tarafından Nasreddin Hoca’nın torunu olduğunu söylemektedir. Eğitimini evvelâ babasından aldı, ardından Bursa’da Molla Yegân olarak şöhret bulan Ahmed bin Armağan’ın yanında tahsiline devam etti. Bu arada hocasının kızı ile evlendi. Tahsil hayatını tamamladıktan sonra Sivrihisar’daki bir medresede müderris olarak vazifeye başladı.

Arap âlim karşısında aldığı zaferle şöhret bulan Hızır Bey, Bursa’da müderrislik yapmaya devam etti; Hocazâde Muslihuddin ve Hayâlî Ahmed Efendi gibi iki talebesinin de yardımıyla her biri ileride adını duyuracak olan birçok öğrenci yetiştirdi. Muslihuddin Kastalânî (Kestelî), Alâeddin Arabî, Hocazâde, Hatibzâde ve Muarrifzâde bunlardan bazılarıdır.

Hızır Bey’in üç oğlu ve iki kızı olmuştur. Çocuklarını da kendisi gibi yetiştirmiş; oğulları Yâkub Paşa, Müftü Ahmed Paşa ve Tazarrûnâme eseri ile Türk secîli nesir üslûbunda ve tasavvufî münâcât türünde çığır açan Sinan Paşa dönemlerinin mâruf ilim adamlarından olmuşlardır.

Taassuptan uzak, açık fikirli ve ince ruhlu olduğu belirtilen Hızır Bey yüksek bir şiir kabiliyetine de sahiptir. İyi derecede Arapça bilirdi ve Fahreddin Râzî’nin kelâm ekolünü devam ettirenlerden biridir.

Zamânenin diğer meşhur âlimleriyle beraber İstanbul’un fethine katılmış ve fetih için ebced hesabıyla şu tarihi düşürmüştür:

Feth-i İstanbul’a nusret bulmadılar evvelûn,
Feth idüb Sultân Mehmed kıldı târih: «Âhirûn».

İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed Han tarafından İstanbul’un ilk kadısı olarak tayin edilmiştir. Vazifesi belediye hizmetlerinin reisliğini de içermekte olduğundan İstanbul’un ilk belediye başkanı olarak da bilinir.

İstanbul’un Kadıköy ilçesi adını; buranın Fatih Sultan Mehmed tarafından Hızır Bey’e arpalık* olarak tahsis edilmesi dolayısıyla almıştır. İstanbul Unkapanı’nda onun adını taşıyan bir mahalle ve bir mescidinin olduğu bilinmektedir.

Hızır Bey’i tarihimizin içinde ehemmiyetli kılan diğer bir hâdise ise Fatih Sultan Mehmed Han’ın dâvâ edilme hâdisesidir. Rivâyetlere göre hâdise şu şekilde cereyan etmiştir:

Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’da Ayasofya’dan daha büyük bir cami yaptırmak istemektedir. Bu işe zamanın ünlü bir Rum mimarı talip olur. Mısır’dan çok büyük zahmetlerle dev sütunlar getirtilir. İnşaat sırasında Rum mimar iddiaya göre bu kadar yüksek sütunların deprem sırasında kubbeyi taşıyamayacağını düşünerek caminin sütunlarını kestirir. Sütunlar kesilince cami Ayasofya’dan ufak kalır. Fatih Sultan Mehmed Han bu hâdisenin haberini alınca çok hiddetlenir ve mimarın kolunun hemen oracıkta mahkeme edilmeden kesilmesi emrini verir. Emri elbette ki hemen uygulanır.

Sütunları kestirme sebebinin hâlis olduğunu ve haksızlığa uğradığını düşünen Rum mimar, Padişah’ı İstanbul kadısı Hızır Bey’e şikâyet eder. Hızır Bey mimarın gerekçelerini haklı bularak dâvâ görülmesine karar verir.

Mahkeme; Üsküdar Ahmediye’de bulunan bugün Üsküdar Adâlet Tarihi Müzesi hâline getirilen binada gerçekleşmiştir. Dâvâya Rum mimar müştekî, Fatih Sultan Mehmed Han ise zanlı sıfatıyla katılır. İstanbul Kadısı olarak dâvâya Hızır Bey bakmaktadır. Hızır Bey iki tarafı da dinledikten sonra kararını verir:

Kısas!

Fatih Sultan Mehmed Han müştekîyi diyete ikna edemezse onun da kolu kesilecektir. Duydukları karşısında şok olan Rum mimar, Fatih’in ayaklarına kapanmış, dâvâdan vazgeçtiğini söylemiştir. Ölünceye kadar maîşetini temin etmek karşılığında anlaşmalarıyla dâvâ sona ermiştir. Kimi kaynaklar Rum mimarın İslâm’ın bu, makam-mevki gözetmeyen adâletinden etkilenip müslüman olduğunu da yazmaktadır.

Fatih Sultan Mehmed Han, mahkeme sonrası kadı Hızır Bey’in yanına gelir ve mahkeme esnasında gösterdiği adâlete teşekkür edip;

“–Eğer bana, bir suçlu gibi değil de, bir padişah gibi muâmele etseydin, seni şu kılıcımla parçalayacaktım.” der.

Hızır Bey de kaftanın altındaki hançerini göstererek;

“–Eğer padişahlığına güvenip, dînin emri olan hükmüme karşı gelseydin, seni bu hançerle öldürecektim.” diyerek mukabelede bulunur.

Mahkemeden sonra yaşandığı rivâyet edilen şu konuşma, Osmanlı Devleti’nin altı yüzyılı aşkın bir süre üç ayrı kıtada nasıl hüküm sürdüğünün izahı niteliğindedir. Zira Hazret-i Ömer’in söylediği gibi;

“el-Adlü esâsü’l-mülk: Adâlet mülkün (devletin) temelidir.”

* Arpalık: Osmanlılar’da devlet memurlarına hizmette bulundukları sürece maaşlarına ilâveten, görevden ayrıldıktan sonra ise bir nevi emekli maaşı olarak tahsis edilen gelir için kullanılan terim. (TDV İA)