ÖMRÜMÜN DERSİ
YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com
–Yıllardır kahvaltısını yapmadan çıkmışlığı yoktur, bu babanızda bir değişiklik var; ama hayırlısı bakalım.
–Evet anne, babam son zamanlarda pek bir değişti.
–Aynen abla. Yatsıyı kılar kılmaz yatmaya başladı.
–Oğlum babanı bir takip ediversen… İş yerine gidip gitmediğine bir bakıversen ha!
–O da nereden çıktı annem yahu? Adam yirmi iki yılını gömdü o fabrikaya… Gitmez mi hiç?
–Vallâhi oğlum ben pek bir tedirgin oldum…
–Neden öyle dedin anne?
–Kızım babanızın yıllardır bir kere saat kurduğunu hatırlamam! Saat üç, yataktan uç…
–Anne sen ne demek istiyorsun?
–Vallâhi kızım, bu adamın işe gidişini ezbere bilirim. Seyrinde olmayan bir şeyler var.
–Evet ben de bir kere şahit oldum. «Neden bu kadar işkoliksin?» demiştim. O da; «Allah muhafaza fabrikanın bir saat durması bile kaç arkadaşımızın ekmeğine tesir edecek bir bilsen…» demişti.
–Oğlum sana zahmet bir araştır; ne yap, et!
–Kolayı var anne! Sen ara, sor!
–Oğlum öyle değil işte. Babanın bir damarı vardır ki kesseler söylemez bazı şeyleri.
En son, evin tek erkek evlâdı Halil İbrahim, tüm cesaretini toplayarak üstlendi bu zor vazifeyi.
Babasının çalıştığı fabrikaya vardığında yapılan değişiklikler dikkatinden kaçmadı. İş çıkış saati geçmiş olmasına rağmen babasının çıkmayışı, merakının yerini telâşa bırakmıştı.
Güvenlik görevlisine;
“–Affedersiniz, ben Saffet Ustanın oğluyum. Kendisi çıkmadı da bilginiz var mı?” diye sordu.
–Saffet Usta?!.
–…
–Hangi Saffet Usta?
–Ne demek; «Hangi Saffet?» Burada kaç Saffet Usta var Allah aşkına?
–Aslında şu an hiç Saffet adında bir personel yok burada!
–Nasıl yani? Saffet MUTLUER burada çalışmıyor mu?
–Hayır, ben işe başlayalı bir ay oldu. Saffet MUTLUER adında bir kayıt hiç tutmadım. İstersen buyur listeye bak!
Halil İbrahim ürkek bir tavırla aldı listeyi eline, belki dört-beş defa baktıktan sonra yutkunarak teşekkür etti ve listeyi güvenlik görevlisine geri verdi.
Babasının eve geliş saati şaşmazdı. Hemen eve koşup babasının gelişini kollamaya karar verdi. Sokaktaki çay ocağına geçip bir nevi mevzî aldı. Çok geçmeden babası sokağa girdi. Babasının tedirgin adımları, Halil İbrahim’in gözünden kaçmadı. Hele bir de; «Etraftan bakan var mı?» dercesine sokağı kolaçan eder bakışı ise Halil İbrahim’in gözyaşlarına yol verdi.
Ertesi gün Halil İbrahim soluğu, baba dostu Ekrem Amcanın yanında aldı. Baba dostuna başından geçenleri anlattı.
Ekrem Bey:
–Aslında Saffet’in sırrına saygı duyarım; ama bu sefer iş başka. Evet evlât, baban o fabrikadan çıkarılalı bir buçuk-iki ay oldu.
–Sebep!
–Öğrendiğim kadarıyla; fabrika sahibinin oğlu güya özel bir üniversitede endüstri mühendisliği bitirmiş, gelmiş. Senin anlayacağın -sözüm ona- yeni fikirleri arasında babanın yeri yokmuş.
–Neden ki? Ne kötülüğünü görmüş babamın?
–Elbette görmedi! Baban hataları söyleme cesaretini gösterebilecek tek kişi… Anladın sen onu! Şimdi Mercan Yokuşu’nda bir toptancının yanında hamallık yapıyor.
–Neden? Babam, yılların tecrübesine sahip bir usta! Kıymetini bilen olmamış mı?
–Evet, film de orada kopuyor zaten. Babanın fabrikanın imajını kurtarmak adına sergilediği tavır, beyimizin ters yorumuyla tam bir haysiyet meselesine dönüyor. İş bu kadarla kalmıyor. Baban çok vasıflı bir usta, gittiği iş görüşmelerinde, daha önce ne iş yaptığı sorulduğunda işin rengi değişiyor. Çünkü kimse böyle bir elemanı, ne pahasına olursa olsun, asla bırakmaz! Hattâ emekli olduktan sonra bile rica-minnet işe devam ettirilir. O tecrübe çünkü kolay kolay yetişmez. Ama her biri ister istemez şu hataya düştü: «Böyle birini kimse bırakmaz! Bu adam ya işinin ehli değil ya da güvenilir biri değil!»
Zaten baban öyle kapı kapı dolaşıp iş arayacak fıtratta biri değil. Durumun fotoğrafını çekmesi çok uzun sürmedi. O yüzden gitti o toptancının yanına, kim olduğundan ve tecrübesinden tek kelime etmeden girdi yüklerin altına. Beni de dinlemedi. Yardımcı olmak istedim ama…
Halil İbrahim, eve varıp ev halkını karşısına aldı ve olan biteni özetledi. Ve sıkı sıkı tembihledi:
–Şimdi bize düşen babamın gönlünü bir nebze olsun evinde sürûra erdirmek. Emekliliğine az kalmış, onu öğrendim. Ben de bir işin ucundan tutarım. Biz ne yapıp edip, onu emekli olmaya ikna edeceğiz. Sonrası Allah Kerim…
Ev halkı, Halil İbrahim’in bu görüşünde ittifak etmişlerdi.
Ertesi gün, baba dostu Ekrem Bey, Halil İbrahim’i aradı ve dükkânına çağırdı.
Ekrem Bey, çok kısa ve netti:
–Evlât, yeni haberler var. Babanın çalıştığı fabrikanın sahibi son anlarını yaşıyor imiş. Adamın son isteği ne olsa beğenirsin?
–Ne imiş?
–Aslında patron bilmiyormuş babanın işten çıkarıldığını. Ona da bir dostu fısıldayıvermiş olan-biteni. Adam aynen şöyle demiş:
“Saffet Ustayı işe geri alacak ve baş tâcı edeceksin! O adam, sen baba parası ile keyif çatarken fabrikayı ve onca personeli omuzlayan tek isimdi. Adam hasta olduğunda bile geldi iki büklüm çalıştı. O ömrü boyunca bir liyâkat ve sadâkat imtihanı verdi. Şimdi sıra bizde! Eğer o adamcağızı ortada bırakırsan sana hakkımı helâl etmem!”
–Peki Ekrem Amcam, babam bunu kabul eder mi dersin?
–Artık orasını, patronun oğlu halledecek.
Halil İbrahim, fabrikanın kapısında her zamanki yerini aldı. İş çıkış saati geldiğinde büyük bir heyecan kaplamıştı yüreğini. Ve çıkış zili ile bir, babası göründü fabrikanın bahçesinde. Halil İbrahim’in heyecanı tariflere sığmazdı. Kendisi için de müthiş bir ömür dersi olmuştu bu liyâkat ve sadâkat sahnesi…
–Hayırdır oğlum? Uzun zamandır uğramıyordun.
–Hiç işte öyle geçerken, denk geldi de…
–Haydi oradan, harçlık bitti demiyor da…
–Vallâhi babam senden de hiçbir şey kaçmıyor!..
O gün, Halil İbrahim’in gönül levhasına kalın harfler ile kazınmıştı. Her şeye kādir olan yüce Mevlâ’nın elbet bir bildiği vardı… Belki de bu imtihanın hikmet boyutu babasına değil kendisine idi…