Varlıkta da Yoklukta da PAYLAŞMANIN GÜZELLİĞİ
Önceki makalemizde;
“Başarıya giden yolun bir basamağı da paylaşmaktır.” demiştik.
Paylaşmak. Mevlâ sana bazı nimetleri bol bol verdi. Bazı kardeşlerine ise vermedi. Senden; sendeki nimetleri, olmayanlarla paylaşmanı istiyor.
İlim, servet, güç-kuvvet, emek ve zaman… Hepsi birer nimet. Sende varsa, olmayanlarla paylaş. Kimseyi rencide etmeden istifade ettir.
Âyet-i kerîmede meâlen buyuruluyor:
“…Allâh’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et…” (el-Kasas, 77)
Yani «Paylaş!» buyuruluyor. “Bir köprü ol. Allah sana ihsan etti. Sen de mahrumlara ihsan et. Misafirlerine ikram et. Akrabalarınla, yoksullarla, maiyetinde çalışanlarınla paylaş…
Böylece o nimet deverân etsin. Sende takılıp kalmasın. Çürümesin. Sana da kazandırsın, paylaştıklarının da yüzünü güldürsün.”
Sende ilim varsa bu ilmi, bu bilgiyi başkalarıyla paylaşacaksın, öğreteceksin, cimri olmayacaksın. Bu her çeşit faydalı ilimde geçerli bir hakikat.
“Verdiğim bilgiye karşılık ne ücret alıyorum ki kendimi yorayım…” demek cimriliktir, nankörlüktür.
Allâh’ın sana lütufta bulunduğu ilmi; sen de başkalarının öğrenmesi için vesile ol, sen de öğret, sen de paylaş.
Bu prensip âhiret için de dünya için de geçerlidir: Paylaşırsan Allah Teâlâ arttırır, şayet paylaşmazsan alır. Mevlâ’m; serveti, aklı, gücü emânet olarak vermiş. Bu nimetleri israf etmemek şartı ile istifade etmene müsaade etmiş, başkalarını da istifade ettirmeni istemiştir.
Çünkü Mevlâ’m, verdiği nimetin; bencil, cimri, tembel bir kişide takılmasına râzı olmaz. “Bakalım paylaşacak mı?” diye imtihan etmek üzere vermiştir. Cömert olursan arkası gelir, cimri olursan kesilir.
Paylaşmak deyince mânevî şeyler de gelir akla fakat, ilk mesele maddî servetlerdir.
Vâridatlı olan herkes; her yıl servetinin kırkta birini yoksullara zekât olarak vermeli, onlarla paylaşmalıdır. Zekât, dînin üzerine kurulduğu 5 temel direkten biridir. Yani o olmazsa, farz olan zekât ibâdetimizi yerine getirmezsek, inanç dünyamız yıkılır.
Mevlâ’mız birçok âyet-i kerîmede tekrar tekrar;
“Namazı kılınız, zekâtınızı veriniz.” diyerek ikaz etmiştir.
Zekât; İslâm’ın şartlarından biridir, farzdır. Verilmezse zekâta ihtiyacı olan kişinin hakkına tecavüz edilmiş olur. Zekât emri, merhamete gelip yardımcı olmak duygusundan ibaret değildir. Bu açıkça bir borçtur. Kul hakkıdır, cezası bellidir.
Nasıl bir arabayı satmak isteyince; «Borcu var mı?» diye bakıyorlar. Vergi, ceza vb. bir borç varsa, onu ödemedikçe arabayı devredemiyorsun. Nisap miktarını aşmış malın varsa; her yıl onun için de, fakirin fukaranın hakkı olan miktarda bir borç oluşuyor. O parayı kesin bir şekilde hesaplayıp vermek mecburiyetindesin. Vermezsen gasp etmiş olursun. Dünyada değilse bile, âhiret ekranında, bu borç ortaya çıkacak. O hesabı vermeden geçemeyeceksin. «Öde bakalım!» denilecek. Fakat o gün, ne para vardır artık ne de pul! Sevaplarını kaybederek, başkalarının günahlarını yüklenerek müflis bir vaziyete düşmek ne büyük bir acıdır.
Zekâtı ciddîye almamız gerekir. Bu işin hicrî yıl dönümüne riâyet ederek; net bir şekilde varlık dökümü ile hesabını tutmalı, verilmesi gereken yerler de güzelce araştırılarak verilmelidir.
“Nasıl olsa kırkta biri bulmuştur.”
“Fazla bile vermişizdir!” zanneden birçok mal sahibi; gerçek bir sayım ve hesap yaptıklarında, ödemeleri gerekenden geride kaldıklarını müşâhede etmiştir. Bu sebeple zekât ciddî bir iştir. Tarih, miktar ve hesap noktasında erbabından bilgi alarak; Rabbimiz’e karşı farz borcumuzu ve fakirlere karşı da zekât borcumuzu titizlikle edâ etmemiz icap eder.
Bağı, bahçesi, bostanı veya tarlası olanlar da zekâtlarını mahsullerinden verirler. Onun adına «öşür» denir, fıkhî kaidelerine göre mutlaka vermemiz gerekir.
Bir de infak var!..
Farz yerine geldikten sonra, bir de «infak» vardır. İnfak; sende olanı olmayanla paylaşmaktır, Mevlâ’m âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“Onlar; bollukta ve darlıkta Allah yolunda infâk edenler, öfkelerini yenenler ve insanları affedenlerdir. Allah, ihsan sahiplerini, yani iyilik edenleri sever.” (Âl-i İmrân, 134)
Bu âyet-i kerîmeyi tekrar tekrar yazıyoruz ki akıldan çıkmasın diye.
“Bollukta da darlıkta da, varlıkta da yoklukta da infak…” buyuruluyor. Sadece zenginlikte, geniş imkânlarda değil. Varını paylaşmak. Az da olsa, kıt da olsa… Paylaşabilmek…
Her şeyde, her yerde, her şeyi paylaşmamız…
Peygamber Efendimiz, infâkı emretmişti. «Muhtaçları doyurun.» buyurmuştu. Fakir sahâbîler;
“–Yâ Rasûlâllah! Biz sadaka olarak neyi verelim, hiçbir şey bulamıyoruz ki?” dediler.
Cenâb-ı Peygamber;
“–Neyiniz varsa! Velev ki yarım hurma bile olsa…” buyurdu. (Vâkıdî, II, 731-732)
Yani;
“Bir hurman da mı yok, yarısını paylaş!” diyerek, paylaşmamızı öğütlüyor. Çünkü Peygamberimiz ümmetini çok seviyor.
Rabbimiz buyurmuş:
“…Nimetlerime şükrederseniz, mutlaka artırırım.” (İbrâhîm, 7)
Nimete en güzel şükür, nimeti en güzel şekilde kullanmak. Nimeti en güzel kullanma şekli ise onu Allah yolunda infâk etmek. Yani fakirlere ikram etmek. Yetimleri doyurmak. Borçlulara yardım etmek. Yaşlıların, kimsesizlerin, düşkünlerin imdâdına koşmak.
Nimetler bunlar için harcanırsa, Allah nimetini artırır.
Nice ilâhî teminatlar var. Yüce Rabbim buyuruyor:
“…(Hayır-hasenat için) her neyi harcarsanız, O (Allah), onun yerini doldurur. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe’, 39)
İş hayatında da paylaşmayı bilene Mevlâ’m veriyor. İş hayatında cömert olup da;
“Verdim eksildi.” diyene hiç rastlamadım.
Nasıl eksilir ki, yine Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn buyuruyor:
“Allah Teâlâ … sadakaları verilen malı artırır…” (el-Bakara, 276)
O’nun artırdığını kim eksiltebilir?
Fizikî olarak eksiliyor görünür, fakat bereket dediğimiz sır devreye girer ve artar da artar. Rızık hazineleri O’nun katında. O; başka başka vesileler halk eder, bol bol verir.
Sonra, sadakalar belâyı def eder. Seni belki nice paralar harcamanı gerektirecek bir kazâdan, bir belâdan veya musibetten muhafaza eder. Senin, nasıl bir dertten kurtulduğundan haberin bile olmaz.
Fakat infak ve sadaka senin maddî-mânevî hayatına huzur ve ferahlık getirir.
Öyleyse;
Zengin de olsak, fakir de olsak; paylaşalım, verelim, vermeye alışalım ki Mevlâ’m da bize versin.
Biz kapımızdan kimseyi geri çevirmeyelim ki, Rabbimiz de bizi geri çevirmesin.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çok muhterem zevcesi Âişe -radıyallâhu anhâ- Annemiz’e bakın ne buyuruyor:
“Yâ Âişe! Yarım hurmayla da olsa fakirleri geri çevirme. Ey Âişe! Fakirleri sev ve onları kendine yaklaştır ki kıyâmet günü Allah da seni kendisine yaklaştırsın.” (Tirmizî, Zühd, 37/2352)
Medine’ye çok fakir bir grup gelince, Efendimiz, herkese ilân ediyor. “Bir hurması olan, yarısını versin!” diyor. Sonunda o yoksulluk, o perişanlık giderilince, Peygamber Efendimiz’in yüzü gülüyor, parıl parıl parlamaya başlıyor. (Müslim, Zekât, 69)
Herkes katılacak ki, başka bir bereket daha meydana gelsin. Herkesin payı var bu rahmette.
Nisab miktarları fıkıhta belirlenmiş. Bunlar mecburiyetlerin, farzların asgarî ölçüsü. En azı. Olmazsa olmazı…
Nasıl farz namaz var, vâcib namaz var, sünnet namaz var, nâfile namaz var. «İnsan; farzları edâ edecek, fakat Allâh’a fazladan nâfileler kılarak yaklaşacak.» buyuruluyor.
Zekât da infak vazifelerimizin farz yani mecburî olanı. Allâh’ın rızâsını kazanmak istiyorsan, Peygamberimiz’i memnun etmek, o gül yüzünü tebessüm ettirmek istiyorsan, daha fazla infâk edeceksin. Farz olan miktarı vermişsen de daha fazla cömertlik sergileyeceksin. Hattâ sana zekât farz olmasa da, infak heyecanını kaybetmeyeceksin.
Herkesi infâka davet etmenin bir nüktesi de şu:
Başkasından yardım almak, başkalarına muhtaç yaşamak izzet ve istiğnâ sahibi bir mü’minin en son başvuracağı bir hâl olacak.
Bir mü’min daima; «alan el» değil, imkân varsa mutlaka «veren el» olmaya çalışacak. Başkasına muhtaç değil, kendi kendisine yetebilen, hattâ başkalarına azıcık imkânlarıyla da olsa yardım edebilen bir kişi olacak.
Dînimiz, bu kadar zekât, sadaka ve infâkı emretmişken; niçin fakirlere de müstağni olmayı, alnının teriyle geçinmeyi, aza kanaat etmeyi tavsiye ediyor? Hem sürekli;
“İkram et, ihsan et, ver!” diyor.
Fakat diğer taraftan da;
“İsteme, elinin emeğiyle geçin, müstağnî ol!” telkininde bulunuyor.
Çünkü toplumdaki terazi ancak böyle dengeye gelir. Muhatabı tok gözlü oldukça, veren kişi daha bir coşuyor, daha bir zarâfet içinde ikram ediyor. Âdeta mahcup olarak ikram ediyor.
Düşünün:
Zengin bir adam, görüyor ki; imkânları kendisinden çok çok geride olan bir kardeşi, elinde ne varsa ondan infâk ediyor. Çorbasına su katıyor, biraz sulu çorba yapıyor, ama onu ikram ediyor, infaktan geri kalmıyor! Bu manzara karşısında zengin kişi de;
“Ben bu kişiden daha fazla infâk etmeliyim!” diye uyanıyor.
Şimdi sizlere anlatacağım hikâye gönlümüzde bu duyguları uyandıracak.
Bir âmâ arkadaşımız var: Hâfız Hamza. Çok güzel Kur’ân-ı Kerim okur, güzel ilâhîler söyler. Şu anda 70 yaşlarında. O anlatıyor:
“Çocukluğumda da gözüm yüzde iki kadar görürdü, göremediğim için bir iş yapamazdım. Anam ve ailem, cahillik ve çaresizlik içinde;
«Bu çocukla ne yapacağız? Bugün biz varız neyse ama yarın nasıl geçimini sağlayacak? Çobanlık yapamaz, çift süremez. Bir arabanın altında kalsa veya bir sebeple ölse kurtuluruz.» derlerdi.
Ama Mevlâ’m beni hiç müşkül durumda koymadı. Hattâ durumum diğer kardeşlerimden daha iyi oldu.
Üstelik;
Bu yaşa kadar hiç zekât almadım, şükür Alaybey Camii’nin köşesinde belediyeden kiraladığım bir büfem var. Bir de ortağım var. Geçimimi sağlıyorum. Onun geliri bana yetiyor elhamdülillâh!”
Hâfız Hamza bu şuuru nasıl elde ettiğini de şöyle anlatıyor:
“17-18 yaşlarında idim. Şeyh Camii’nin müezzini Mustafa Efendi ile camiden çıktık, eve gidiyorduk. Gözüm çok az da olsa görüyordu.
Gözü âmâ olduğu hâlde, kömür hamallığı yapan Yusuf isminde biri, sırtında bir çuval kömür ile gidiyordu.
Nasıl gidiyordu?
Elinden 10 yaşlarında bir kız çocuğu tutmuş gideceği yere götürüyordu. Bu manzara karşısında oradaki bakkal herhâlde duygulandı. Bunları durdurdu, dükkândan biraz para getirip âmâ hamalın avucuna sıkıştırdı.
Âmâ hamal;
«–Bu ne, bu ne?!.» diye bağırmaya başladı.
«Yoksa zekât mı? Bu parayı hemen geri al. Benim gücüm var. Hamallık yapıp maîşetimi kazanıyorum. Bunu alırsam, zekâta ihtiyacı olanın hakkını almış olurum. Ne zaman güçten düşersem o zaman belki!» diyerek parayı iade etti.
Bu hâdiseye şahit olduktan sonra, ben de hiç zekât almadım inşâallah bundan sonra da almam.”
Zekât alanın da verenin de bu kıssadan ibret alması lâzım.
Gözleri görmeyen bir insan, hamallık yaparak rızkını kazanıyor da, kendisi istemediği hâlde verilen bir parayı; “Zekâttır, fakirin hakkıdır! Ben muhtaç değilim!” diye almıyor.
“Benim de hakkım.” demiyor. Başkasını düşünüyor. Kimseye yük olmak istemiyor. Faydalı olmak, toplumda bir işe yaramak, katkı sağlamak istiyor. Zâhir gözü âmâ fakat, gönül gözüyle ne hakikatler görmüş!
Diğer taraftan;
Bu anlatılanlar, asla şu düşünceye sebep olmamalı:
“Dînimiz madem herkese; «Kendi başının çaresine bak, kimseden bir şey isteme!» diyor, biz de kimseye bakmakla mükellef değiliz! Kimse kimseye yük olmasın.”
Öyle de değil!
Zengin vermeye çalışacak, fakir de almamaya çalışacak.
Zengin arayacak, güzel güzel infak formülleri bulacak. Nakit kabul etmeyene, hediye götürecek. Kimsenin şahsiyeti incinmesin diye güzel güzel çareler üretecek.
Böyle olursa, o toplumda huzur paylaşılır. Tıpkı ecdâdımızın vakıf medeniyeti gibi. Huzur, ferahlık, bereket ve rahmet her yere yayılır. Bu güzel duygular da paylaşıldıkça artar ve bir rahmet toplumu, olur toplumumuz; bir huzur beldesi olur diyarlarımız…
Rabbim nâil olanlardan eylesin.
Nefsinin cimriliğinden kurtulup; kardeşliğin, fedâkârlığın, cömertliğin ve merhametin güzelliğini paylaşabilenlerden eylesin.
Âmîn…