BALIKÇI

YAZAR : Dr. Halis Ç. DEMİRCAN cetindemircan2@hotmail.com

halis_c_demircan_yuzakidergisi_temmuz2016

Senai Beyi hatırlarsınız, hani daha önceki sohbetlerimizden birinde bahsettiğim Hacı Selim Ağa Kütüphanesinde tanıştığımız emekli deniz albayı Senai Bey.

Bir gün yine kütüphanede çalışırken;

“–Hadi hocam gel bir çay molası verelim.” dedi, beraber çıktık.

Üsküdar’daki Kuşkonmaz Camii’nin yanındaki çay bahçelerinden birine oturduk.

Her zaman ki gibi yine o anlattı ben dinledim:

“Hocam o yıllar örfî idare yıllarıydı, ben henüz çiçeği burnunda bir deniz üsteğmeniydim. Beni askerî bir tim ile «Şile Feneri»nde vazifelendirdiler. Sabahtan akşama kadar elimde dürbün, fenerden denizi gözlüyordum.

Hatırımda kaldığı kadarıyla aylardan Kasım, soğuk bir öğleden sonraydı. Karadeniz’in boyu üç metreye varan dalgaları kıyıdaki kayaları dövüyor; hem dalgaların çarpma sesi, hem denizin kapkara hâli ve uğultusu, ürkütücü bir tablo meydana getiriyordu. Bu görüntü karşısında Karadeniz’e neden bu ismin verildiği daha iyi anlamıştım.

Birden dalgaların arasında bir karaltı fark ettim, bu küçük bir tekneydi; «Allah Allah bu saatte, bu havada, bu teknenin denizde ne işi var?» diye düşündüm. Askerlerime de gösterdim ve dürbünle daha ayrıntılı incelemeye başladık.

Evet, bu bir balıkçı teknesiydi.

Teknedeki balıkçı; dalgalı denizde fındık kabuğu gibi sallanan teknesinde, bir taraftan elini kolunu sallıyor, bir taraftan sanki birilerine bağırıyordu.

«Acaba denize birisi mi düştü?» diye düşündüm, teknenin etrafını dürbünle kolaçan etmeye başladım, askerlerime de söyledim, fakat gözümüze çarpan bir şey olmadı.

Fakat balıkçı hâlâ bir eliyle el sallar gibi hareketler yapıyor, bir eliyle de oltasını tutuyor ve sürekli bağırıyordu.

Askerlerimden birini, hemen balıkçı barınağındaki çay ocağına gönderdim;

«–Git sor bakalım; bu adam kimmiş, bu havada denizde ne işi varmış, niye bağırıp durur, haberleri var mı?» diye.

Bir süre sonra askerim geri döndü;

«–Kumandanım sıradan bir balıkçıymış, yaz-kış demeden balığa açılırmış.» dedi.

«–Peki, ne diye bağırıp çağırırmış öyle denize biri düşmüş gibi?» dedim.

«–O konuda bilgileri yok komutanım.» dedi.

Sonraki günler de o balıkçıyı takip ettim; hemen hemen her gün soğuğa, yağmura, dalgaya bakmadan denize açılıyor, bağıra çağıra balık tutuyordu.

Bir gün dayanamadım yanıma iki asker aldım ve balıkçı barınağındaki çay ocağına gidip o balıkçıyla tanışmaya karar verdim.

Çay ocağına varınca; balıkçılarla sohbet etmeye başladık, bir taraftan çay içiyor bir taraftan sohbet ediyorduk. Akşama doğru o balıkçı, çay ocağına elindeki balık sepetiyle girdi. Altmışlı yaşlarda ihtiyar delikanlı bir balıkçıydı.

«–Selâmün aleyküm arkadaşlar!» dedi. Beni görünce; «Hoş gelmişsin komutan bey!» deyip yanımızdaki masaya oturdu.

«–Gel bakalım balıkçı, bu havada balığa çıkılır mı? Korkmuyor musun?» dedim.

«–Biz alışığız komutan bey, deniz bize bir şey yapmaz!» dedi.

«–Peki, neden bağırıp çağırıyorsun?» dedim.

«–Bağırmıyorum denizle konuşuyorum komutan bey.» dedi. Biraz müstehzî bir tavırla;

«–Peki ne konuşuyorsunuz bakalım?» dedim.

«–Dinlemek ister misiniz kumandan bey?» dedi.

«–Nasıl yani?» dedim.

«–Yarın beraber çıkalım balığa, hem siz de konuşursunuz denizle.» dedi.

Bir anda şaşırdım, ne diyeceğimi bilemedim. İhtiyar bir balıkçı, karşısında gencecik bir deniz teğmeninin askerlerinin yanında, diğer balıkçıların yanında; «Korktu komutan!» mı dedirtseydim hocam?

«–Tamam be! Pilâvdan dönenin kaşığı kırılsın!» dedim, ama bir taraftan da korkuyordum. Ertesi gün günlerden Pazar idi. Öğleden sonra sivil kıyafetlerimi giyip, balıkçı barınağına gittim. Balıkçıyla beraber tekneye binip; «Vira Bismillâh!» deyip denize açıldık.

Hava soğuk, deniz yine her zamanki gibi kapkaraydı. Mendirekten çıkar çıkmaz dalgalar sanki üzerimize hücum etmeye başladı, sadece balıkçıyı görüyordum. Gözleriyle beni takip ediyor gülümsüyordu. Bir ara bağırarak;

«–İtikadın var mı komutan bey?» dedi. Ellerimle teknenin iki tarafına tutunarak başımı sallayabildim. Elhamdülillâh müslümandım ama itikadım kuvvetli değildi. Ailem bu konuda bana karşı biraz gevşek davranmıştı.”

Balıkçı;

«Hadi o zaman.» dedi ve oltasını attı. Dalgalar üzerimize üzerimize geliyor, batıp çıkıyorduk. O kara uğultu içerisinde birden balıkçının sesi duyuldu:

«Lâ ilâhe İllâllah! Lâ ilâhe İllâllah! Lâ ilâhe İllâllah! Muhammedü’r-Rasûlullah! Lâ ilâhe İllâllah! Lâ ilâhe İllâllah! Lâ ilâhe İllâllah! Muhammedü’r-Rasûlullah!»

Balıkçı bir taraftan bağırıyor, bir taraftan balık tutuyordu. Ben ise iki elimle teknenin iki yanına tutunmuş, gözlerimi kapatmış, içimden;

«Eşhedü en lâ ilâhe İllâllah!» diyordum.

Dalgalar büyüdükçe büyüdü, uğultu artıkça arttı. Balıkçı;

«–Bağır komutan bağır!» diyordu. Ben de bağırmaya başladım:

«–Eşhedü en lâ ilâhe İllâllah! Eşhedü en lâ ilâhe İllâllah! Eşhedü en lâ ilâhe İllâllah!»

Bu mücadele ne kadar sürdü hatırlamıyorum, ama dalgaların dinmesiyle mendireğe girdiğimizi anladım. Balıkçı yine bir sepet balık yakalamıştı, bana gülümseyerek;

«–Nasıl komutan, konuşuluyormuş değil mi? Döktün mü derdini ummana?» diyordu.

Denizde kopan o hengâmenin bitmesi ile birlikte sanki içimdeki fırtınalar da dinmişti, sessizce başımı salladım. Sonraki günlerde balıkçıyı izlemeye devam ettim, hemen hemen haftanın üç-dört günü balığa çıkıyor, sonra birkaç gün kayboluyordu. Ortadan kaybolduğunda ne yaptığını merak etmeye başladım, onu daha iyi tanımak istiyordum. Birkaç kez balıkçı arkadaşlarına sordum;

«İstanbul’a gider ama; nereye gider, ne yapar bilmeyiz. Hep yalnız gider.» dediler.

O günlerde Şile’den İstanbul’a tek otobüs kalkıyor. Bir gün askerlerimden birine çarşı izni verdim;

«–Şu balıkçıyı takip et bakalım. İstanbul’da nereye gider, ne yapar?» dedim. Ertesi gün askerim geldi:

«–Komutanım balıkçıyı takip ettim.»

«–Anlat bakalım nereye gitti, neler yaptı?»

«Komutanım! Balıkçı baba; Üsküdar balık pazarında bir bakkal dükkânına girdi, orada bir süre oturdu sonra çıktı. O çıkınca ardından ben girdim ve bakkalın sahibiyle muhabbet etmeye başladık. Öğrendim ki bizim balıkçı baba ile bakkal dükkânının sahibi arkadaş imiş: Balıkçı baba her hafta dükkâna uğrar; bir tomar zarf alır, içlerine para koyduktan sonra ihtiyaç sahiplerinin evlerini bizzat dolaşır o zarfları dağıtırmış.»

«Eee ondan da bu beklenirdi zaten.» dedim. Asker bir şey anlamadı tabiî. Birkaç gün sonra yine balıkçı barınağındaki çay ocağına gittim. Akşama doğru balıkçı, her zamanki gibi bir sepet balıkla döndü:

«–Ooo hoş gelmişsin komutan! Denizi özledin galiba…»

«–Yok, balıkçı baba. Gel hele biraz, sohbet edelim. Nasıl dayanıyorsun bu mücadeleye?» dedim. Gülümsedi;

«–İtikat ile komutan bey.» dedi. «Onun için o gün sordum sana; ‘İtikadın var mı?’ diye. Olmasaydı zaten dayanamazdın, ammaaa teknenin içinde öyle iki yana sıkı sıkı tutunarak olmaz, balık tutmak istiyorsan itikadını arttırman lâzım komutan bey!» dedi ve ekledi.

«Dünya hayatında itikadın ne kadar kuvvetli ise kazancın o kadar bol olur; itikadın ne kadar ihtiraslı ise de güçlükler seni o kadar etkilemez olur. Evvel Allah, payına düşeni de fazlasıyla alırsın. Eee payına düşenden fazlasını da infak edersen, öbür dünyadaki hayatın da bereketli olur. Bak akşam ezanı okunuyor, hadi namazımızı edâ edelim komutan bey.» dedi.

Kalktık namazımızı kıldık. Şile Fenerindeki vazife yerime dönerken; yolda, balıkçıyla geçirdiğim o günü ve şimdiye kadarki yaşadığım hayatı sorgulama fırsatım oldu.

Zaman zaman hayat mücadelesinde zorlandığım zamanlar; o balıkçının sözleri aklıma gelir, itikadıma ihtirasımı da katar, ağlayarak iki rekât namaz kılar, bağırarak Allâh’a yalvarırım.

Allâh’ın rahmeti o balıkçının üzerine olsun!”

Senai Bey sözlerini bitirirken öğle ezanı okunmaya başlamıştı.

Kuşkonmaz Camii’nde namazlarımızı kılıp tekrar kütüphaneye döndük.