İKİ CİHAN SAÂDETİ
YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com
‒Kaç yaşındasın?
‒50.
‒Demek ki sana 18.250 kez ispatlandı.
‒Peki, baban yaşıyorsa kaç yaşında?
‒100.
‒Demek ki ona da 36.500 kez ispatlandı.
‒Merak ettim, ispatlanan nedir?
‒Yarının mutlaka bugün hâline geldiği. Yani Allah her gün, yarını bugün yapıyor. Yarın denilen mahşer de nihayet bugün olacak.
Fakat insanların çoğu;
Şüphe içinde. Acaba, başka bir alternatif olur mu?
Bunların kimisi belki inanıyor fakat ihtimal vermiyor. En büyük itikat problemi de bu. İnanmak, fakat ihtimal vermemek. İnsanın bu tezatlı hâli karşısında Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Dikkat edin;
•Onlar,
•Rablerine kavuşmaktan
•Şüphe içindedirler.” (Fussılet, 54)
Yine buyurur:
“(Gafil) insan;
•Başına gelen sıkıntıdan sonra,
•Kendisine, yüce katımızdan,
•Bir rahmet tattırsak,
Der ki:
‒Bu benim hakkımdır!
‒Kıyâmetin kopacağını (da) sanmıyorum.
‒Rabbime döndürülürsem,
‒Vallâhi,
‒O’nun katında benim için daha güzel şeyler vardır!
Andolsun;
•İnkâr edenlere işlediklerini bildireceğiz.
Andolsun;
•Onlara çetin bir azap tattıracağız.” (Fussılet, 50)
İnsanoğlunun şuur altında kıyâmeti kopmayacak zannetmesi, dünyayı harabeye ve zulüm arenasına çeviren en fecî gaflet. O gerçek yarını inşâ etmeyenlerin cehâleti bu.
Hâlbuki insan, hep yarınları için çalışıyor. Yarın daha güçlü ve rahat olmak için didiniyor!
Lâkin mahşer denen yarına ihtimal vermeyenler hep ihmalde. Bir anlasalar, onların da gündeminde âhiret saâdetinden başka hiçbir şey bulunmazdı. Hangi makamda olursa olsun bütün endişeleri, hesap gününden ibaret olurdu. Bir nefeslerini dahî boşa harcamazlardı. Zulme meyletmezler, bilâkis bütün zulümleri kökünden kazırlardı.
Hayat mücadelesinin baş levhaları şu âyet olurdu:
“Ey mü’minler! Allah’tan takvâ üzere hakkıyla korkun! Herkes yarına ne hazırladığına baksın!” (el-Haşr, 18)
Üstad Necip Fâzıl ne güzel söyler:
Hasis sarraf, kendine ayrı bir kese diktir,
Mezarda geçer akçe neyse onu biriktir!
Orada geçer akçe;
Îman ve amel-i sâlihler,
Ahlâk-ı hamîde, Allah yolunda hizmet, cihad, gazilik ve şehidlik.
Fakir ve garip gönüllere dergâh olmak, cömertlik ve merhamet.
Gerçek saâdet, bunların meyvesi.
İnsan ki, sadece saâdet içinde huzurlu.
Aradığı hep bu.
Çırpınışları, kavgaları hep bunun için.
Fakat;
Saâdetini perişan edecek bir kavga ile onu elde etmek mümkün değil.
Saâdet, iki cihanı içine alan bir hakikat olduğunda mânâlı.
Bu itibarla;
Âhiret saâdetini felâket hâline getiren bir anlayış, her zaman hüsran.
Âhiret saâdeti ki, dünya saâdetinden daha mühim.
Bunu anlamak için geçici olan ile kalıcı olan arasındaki farkı idrak etmek kâfî. Yazık ki gafil insanoğlu geçici olanın kendisinde oluşturduğu tazyikler karşısında kalıcı olanı bir kenara fırlatıp atıyor. Sorması lâzım:
Saâdet nerede?
Rahatlık ve tembellikte mi?
Dünyaya dalmakta mı?
Keyif ve eğlencede mi?
Asla!
O;
Ancak fedâkârlıklar içinde. Keder ve çilelerin ortasında. Âyette buyurulur:
“…
•Kaybettiğinize ve
•Başınıza gelen musîbetlere,
•Üzülmeyesiniz diye,
Allah sizi;
•Kederden kedere uğrattı…” (Âl-i İmrân, 153)
Kederden kedere?
Kaybedilen şeylere ve başa gelenlere üzüntü çekilmemesi için…
Yoksa, gerçekten;
Dünyayı kaybetmeyeyim diye âhireti kaybediyor insan.
Hiç;
Güzel bir ev alan kimse, verdiği paraya acır mı? Hele oldukça ucuza, çok çok mükemmel bir ev almışsa, üzülür mü? Üzülse çünkü, herkes ona aptal der. Kaçırdığı fırsat sebebiyle herkes kınar. Aynen böyle; dünyaya dalan âhiretten öyle şeyler kaçırmakta ki! Bu sebeple yüce Allah, sonsuz hazin bir âkıbetten kurtarmak için insanı dünyada kederden kedere savuruyor. Tâ ki düşkünlük, dünyaya değil de âhirete olsun. Tıpkı çürük diş meselesi gibi. Yüce kudret, öyle bir ağrı saplıyor ki cana, insan istese de istemese o çürük dişi ağzından söküp atıyor. Sonra da; «Tüh dişimi kaybettim!» diye üzülmüyor, bilâkis; «Çok şükür kurtuldum şu felâketten!» diye seviniyor.
İşte Hazret-i Allâh’ın dünyada kullarını kederden kedere uğratması bu yüzden.
Dünyada bir mazlumu, bazen bin bir zalim karşısında öyle âciz bırakıyor ki, o mazlum, hakkını alabileceği tek yer olan âhiret yurdunu özlüyor, hasretle oraya yöneliyor. Aslında fânîde kaybediyor zannedilen bütün mazlumlar; ebediyette öyle bir kazanca erişiyorlar ki, gözler kamaşır. Yine fânîde kazanıyor zannedilen bütün zalimler de ebediyette öyle kayıplara dûçâr oluyorlar ki, korkunç ve ürpertici!
Bu bakımdan;
Dünyada kalışa göre değil, âhirette kalışa göre yaşayış şart.
Çare;
Kederden kedere bir hayat…
Bu yolda sabredenlerin neticesi de, ebedî huzur ve emniyet.
Yarın buyurulacak:
“Selâm size!
Hoş geldiniz! Temelli olarak girin cennete!” (ez-Zümer, 73)
İşte bayram!
Önce birkaç gün sabır ve gayret, sonra sonsuz bir saâdet!
Hâsılı;
İki cihan saâdetinin tek sırrı, âhireti kazanmanın mutluluğu.
Burada zahmet, orada rahmet!
Burada birkaç yudum keder, orada ebedî bir kevser!
Yâ Rab,
Nasîb et!
Âmîn…