ASLIMIZ ASİLDİR!

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

fatih_garcan_yuzakidergisi_temmuz2016
–Oğlum bir torba odunu hazırladım. Geçerken almayı unutma!

–Tamam anne.

–Öğretmenine de peyniri vermeyi unutma!

–O da tamam anne. Çantama koydun ya…

–Aman oğlum unutmayasın diye söyledim. Garibin kimi kimsesi yok, ne zamandır ben de bir şey gönderemedim. O da kesseler söylemez: «Şuna ihtiyacım var.» diye.

Hasan, beline kadar yükselmiş karlara bata-çıka okul yolunu tuttu. Köy yeriydi. İmkânlar mahdut, kış çetindi.

Köyün okulu tek katlı, tek sınıflı, tek öğretmenli, bir o kadar mütevâzı şartlarla teçhizatlı bir okul idi. Bir sınıfta, ilkokulun her sınıfının öğrencileri gruplar şeklinde ders görürdü. Köyün yegâne öğretmeni; o gruplar arasında âdeta mekik dokur, bir şeyler öğretmek için çırpınırdı.

Murat Öğretmen; yıllardır öğretmen yüzü görmeyen bu köye kendini adamış, köylünün de teveccühünü kazanmış, evlâdı olmuştu. Köy halkı, ellerinden geldiğince tüm ihtiyaçlarına destek olmaya gayret ediyordu.

Köy; özellikle kış döneminde, çok zor şartlar altında idi. O kadar ki buraya tayini çıkan öğretmenler, gerekirse haklarından vazgeçmeyi göze alıp, gelmeyi kabul etmemişlerdi. Herkes, Murat Öğretmenin de diğerleri gibi olacağını düşünüyordu.

Okul ise, eğitime kesinlikle elverişli değildi; ama Murat Öğretmen, bütün bahanelerini okulu maksadına uygun hizmet etmesi yolunda sarf ediyordu.

Köyün ileri gelenleri;

“Taşıma usûlü de olsa eğitim devam ediyor. Bu kadar kasmaya gerek yok!” dediyse de o vazgeçmedi. Aşkını, gönlünü ortaya koydu. Bir süre sonra köy halkı da onun bu samimiyetine ikna olunca, köyün gençlerine gün doğdu. Çünkü kış aylarında köy yolu kapandığı için kar kalkıp da yollar açılıncaya kadar eğitimlerine ara vermek zorunda kalıyorlardı.

Murat Öğretmen söz aldı ve;

“–Gücüm yettiğince okulda, vazifemin başında olacağım. Yağmur, kar fark etmez. Ben de sizin bir evlâdınızım. Eğer siz aranızda pay edip her gün okula yeteri kadar odun gönderir de sobamızı sıcak tutabilirseniz, Allâh’ın izniyle aşamayacağımız şey yok. Bir de kar yağdığında el birliği ile okula kadar bir yürüme yolu yapabilirsek bu iş tamamdır.” dedi.

Köy halkı arayıp da bulamadığı öğretmenine kavuşmuştu. Daha ne istesinler, onlar zaten dünden râzı idiler bu denilenleri yapmaya…

Okul, bu dertli gönüller sayesinde neşesine kavuşmuştu. Gün geldi Murat Öğretmen hasta oldu; ama o gün bile battaniyesine sarılıp vazifesine koşarak nasıl bir rûha sahip olduğunu herkese gösterdi. İşte bu tertemiz niyetlerin mahsûlü, mütevâzı sınıfın iki dâim üyesiydi Hasan ile Orhan.

Hasan, köyün kadîm sülâlelerinden bir ailenin çocuğu idi. Orhan ise, ortakçı bir ailenin çocuğu idi. Babası, küçük yaşta yetim kalmış bir garipti. Çok becerikli idi. Onun bu hâlini gören köyün hatırı sayılır kimselerinden olan Yakup Beyin ısrarı ile bu köye gelmiş ve onun adına hayvanların ve tarlaların bakımını üstlenmişti. Yakup Bey de hatır-gönül bilen insandı. Orhan’a sahip çıkmış, kendi torunlarından ayırmamıştı.

Takdir, Hasan ile Orhan’ı aynı sırada buluşturmuştu. Gün geçtikçe bu iki sıra arkadaşının dostlukları pekişmiş; okulun hem başarıda, hem gayrette bayraktarı olmuşlardı. Yaşadıkları zorluklar, onları yıldırmamış, samimiyetlerini daha da perçinlemişti.

Aradan iki sene kadar geçmişti. Bazen her şey plânlandığı gibi gitmeyebiliyordu. Yakup Beyin yaşı bir hayli ilerlemişti ve yakalandığı amansız bir hastalık onun dünyasını değiştirmesine sebep olmuştu. İşler değişmişti. Yakup Beyin tüm malı; evlâtları arasında pay edilince, Orhan ve ailesine yol görünmüştü. Bu durum Hasan ve Orhan’ı çok üzdüyse de birbirlerini asla unutmamak üzere sözleştiler.

Hasan, Orhan’ın gidişine çok zor alışmıştı. İlkokulu bitirdikten sonra babası onu ortaokul ve lise okumak üzere şehirdeki büyük ağabeyinin yanına gönderdi.

Yıllar, yılları kovaladı.

Hasan üniversite üçüncü sınıfa gelmişti. Arkadaşları ile fakültenin bahçesinde oturmuş muhabbet ediyorlardı. Aynı anda hemen sırt taraflarına denk gelen yerde de bir başka grup sohbet hâlinde idi. Yalnız aralarındaki muhabbet Hasan’ı çok rahatsız etmişti:

–Sen öldükten sonrasına inanıyor musun?

–Hayır! Bence benim gibi düşünenler de çoğunlukta. Ne varsa burada var. Gez, coş… Kopmak lâzım, takılmamak lâzım bu tarz şeylere…

–Ooo iyiymiş. Herkes koşsun, coşsun, kopsun o zaman. Peki fakir, fukaraya ne diyeceksin? Onlar da kendilerine bu hayatı Allâh’ın takdir ettiğini düşünüyorlar, öbür dünyada ebedî mutluluğa ulaşmak için bugün sabretmeleri gerektiğine inanıyorlar.

–Alâkası yok bence. Bizim kültürümüzde biraz gelenek hâlini almış düşünceler bunlar. Çok çalışacaksın kardeşim. Çalışırsan olur. Öbür taraf, züğürt tesellisi sadece. Yok öyle bir şey… Hani bir daha gelecek olsalar hangisi ister bu hayatı? Sor bakalım, ne cevap alacaksın?

–O zaman sence cennet veya cehennem diye bir şeyin anlamı yok.

–Niye olsun, inanmıyorum ki? Ben hakkım olanı alırım. Kimseye bakmam da bırakmam da… Gücü yetmeyenin başka çaresi olmadığı için, sözüm ona bırakıyor öbür tarafa.

Hasan çıldırmak üzereydi:

«Tövbe estağfirullah, şimdi alacağım ayaklarımın altına!»

Arkadaşı Yusuf, Hasan’ı tuttu;

–Sakin ol bakalım. İçlerinden bir tanesi birkaç çapraz soru soruyor. Az bekle bakalım, nereye varacak? Sonra beraber ne gerekiyorsa yaparız.

Hasan dönen muhabbete çok üzülmüştü. Hayat aslında o kadar zıt kutbu nasıl da bir arada barındırabiliyordu?

Yan taraftaki muhabbet devam ediyordu:

–Meselâ sen cennete inanıyorsan, bugün cennete gitmek için ne yaptın?

–Bira içtim!

–Ha ha ha!.. Peki sen ne yaptın?

–Ben inanmıyorum. Varsa da kesin cehennemliğimdir.

–Ha ha ha!.. Ya sen?

–Ben bir kız sevdim. Hâlâ seviyorum…

–Ha ha ha… Ya sen ne yaptın?

Son sorduğu kişide işin rengi değişmişti:

–Orhan sen var ya sapıksın! Bence kafayı yemişsin, herkese dinsizlik aşılıyorsun?

–Hayır, hiç de öyle değil! Ben inanmıyorum, dinsiz değil ateistim. İsteyen inanır, isteyen inanmaz!

–Oğlum nerelisin sen? Yurdumun neresinden çıkıyor senin gibileri merak ettim doğrusu.

–Bizde mekân yok. Doyduğum yer benim memleketim.

Hasan; «Orhan» ismini duyunca birden ürperdi ve muhabbetin devamına kulak kesildi:

–Milletin din sandığı bizim geleneklerimiz. Bak başka ülkelere, kaçını din yönetiyor? Herkes kendince bir yol bulmuş. Yoksa dinci tayfa yolunu nereden bulacaktı? Hattâ bir sektör bence…

Hasan dayanamamıştı. Yerinden bir ok gibi fırlayıp muhabbetin yönünü çeviren gencin yakasına yapıştı:

–Sen neler söylediğinin farkında mısın be adam? Din bu milletin mayasının hamurudur. Din bu milleti ayakta tutan, bizi biz yapan değerdir. Din bir yaşayış biçimidir. Hayatın ta kendisidir…

–Sen de kimsin be? Çek o pis ellerini yakamdan. Hem sana ne?

–Ne demek bana ne? Kaç saattir burada insanları zehirliyorsun! Bak hâllerinden belli çoğu daha yeni başlamış okula. Ne diyeceklerini bilmedikleri için ayıp olmasın diye dinliyorlar seni. Sen de meydanı boş buldun vara-yoğa atıyorsun tabiî…

–Bir kere onlar benim arkadaşlarım ve ben kimseyi zehirlemiyorum!

–O zaman sen geç başladın okula! Büyüksün bunlardan belli. Ne oldu yardım edenin olmadı mı yoksa? Hani inanmıyormuşsun ya!

–Sana ne be adam! Nereden çıktın sen?

–Bak aslanım, ağır ol bakalım. Burası müslüman bir ülke bir kere. Eğer sen bu memleketin bir evlâdı isen, bunu pekâlâ bilirsin. Değilsen, boşuna uğraşma. Bu boş lâflarına anca senin gibi şuursuzlar inanır!

–Sen bana engel olamazsın! İstediğimi söylemekte özgürüm!

–Sakin ol paşam. Ne oldu, karizma çizilince az önceki entelektüel tip gitti. Özgürlükse ben de özgürüm ve senin söylediklerine karşıyım. Ben de fikrimi açıkça söylüyorum ne var bunda? Sana engel olduğumu da nereden çıkardın?

–Lânet olsun! Bir daha karşıma çıkma, bir dahakine bu kadar anlayışlı olmam bilesin!

–O dediğin nasıl olacakmış bakalım?

–Hangisi?

–Lânet.

–Lânet olsun işte senin gibi adama. Karşıma çıktın ve bütün moralimi bozdun. Kahretsin işte…

–Lânet edecek olan kim? Veya bu lânet nereden geliyor, kim gönderiyor? Kim kahrediyor? Hani sen ateisttin? Ne oldu?

Orhan sinirli bir şekilde kendi kendine bir şeyler söyledi. Yarım ağızla söylediği sözlerden birini Hasan çok iyi anlamıştı. Bu söz kendi yörelerinde bir insanı aşağılamak için söylenen bir sözdü ve o kültüre ait olmayan birinin bunu anlaması mümkün değildi. Hasan, Orhan’ın kolundan sıkıca tuttu:

–Ne söylediğini çok iyi duydum ve ne anlama geldiğini çok iyi biliyorum. Kaportada bir-iki değişiklik yapmışsın; ama yetmemiş. Sen ortakçı Hakkı Ağabeyin oğlu Orhan olmayasın!

Orhan şok olmuştu. Gözleri, yuvalarından fırlayacaktı. Karşısındakinin rastgele bu ifadeleri kullanması mümkün değildi. Ne diyeceğini bilemedi. Ne desin? Karşısındaki kendisini azarlamadı bile… Yine de karizmayı kurtarmak için boş durmadı:

–Evet o Orhan benim, ne olacak?

Hasan, gayet olgun bir tavır ve ses tonuyla şöyle dedi:

–Bak kaç dakikadır seninle karşılıklı konuşuyoruz. Hiçbir arkadaşın sana sahip çıkamadı. Niye? Çünkü insan benimsediğine sahip çıkar. Bak öylece bakıyorlar. Belli ki bu dediklerin onlara çok uzak şeyler. Her biri bu vatanın evlâdı. İnsanların zihinlerini bulandırarak bir şey elde edemezsin! Ve sen de öyle bir aileye mensup biri değilsin, yapma bunu!

Hasan sonra Orhan’ın çevresindekilere dönüp;

“Arkadaşlar, siz de bazı şeylerden biraz haberdar olun ve değerlerinize sahip çıkmayı bilin. Hayatın bundan sonraki kısmında çok ihtiyacınız olacak.” dedi.

Hasan daha sonra Orhan’ın koluna girdi ve şöyle dedi:

–Orhan kardeşim ben Hasan. Yeşiltepe Köyü’nden sır arkadaşın Hasan.

–Evet sonradan tanıdım. Ama sana olan öfkem geçmiş değil. Bu, beni rezil ettiğin gerçeğini değiştirmez!

–Bilâkis, sana lâyık olduğun değeri hatırlattım; ama yıllar sonra seni böyle dinsiz ve… donsuz göreceğim aklıma gelmezdi.

Hasan’ın arkadaşları gülüşmelerini gizlemeye çalışıyorlardı. Hasan bir el işareti ile onları uyardı ve devam etti:

–Çok iyi biliyorum ki senin bu hâlinden ailenin haberi yok. Garibim Hakkı Amca seni böyle görse elindeki kürekle dalardı sana. Her ne oldu ise belli ki bu düşüncelerin baskın olduğu ortamlarda kalmışsın. Gel, aslına dön. Güzel bir çevre olalım sana. Hem nasıl sözleşmiştik hatırlasana. Ne olur uzattığım bu eli geri çevirme!

Orhan’ın gözleri kan çanağına dönmüştü;

“Bir daha karşıma çıkma!” diyerek ayrıldı yanlarından.

Aradan birkaç gün geçmişti. Hasan, fakülte camisinin bahçesinde otururken omzunda bir el hissetti:

–Müsaade var mı?

Gelen Orhan’dı.

–Tabiî ki kardeşim buyur, otur. Ne demek?

Orhan’ın önceki hâlinden eser yoktu.

–Seni burada bulacağımı biliyordum. Keşke babam bugün gelse de kürekle dalsa bana. Onu kaybedince her şey değişti zaten. Biliyorsun başka kardeşim olmadı. Annem de beni okuyayım diye gönderdi; ama ben de anlamadım. Acayip ortamlarda buldum kendimi. İnsan yadırganmayınca ve o yoz ortamlara alışınca bir müddet sonra o elbiseye bürünüveriyor. Bir de böyle konuşunca herkesin ilgisini çektiğimi düşünüyordum. Aslında çekmiyor değilim…

–Boş ver bu yalan ilgileri. Saman alevi gibi gelip geçer. Merhum babanın kemiklerini daha fazla sızlatma! Ben ve arkadaşlarım sana bu işin bir gelenek olmadığını anlatalım ve şuurlu bir müslüman ol. O gün söylediklerine senin de inanmadığın belli…

Orhan biçilmiş ekin gibi kendini bıraktı Hasan’ın omuzlarına:

–İnan Hasan, ben de hiç memnun değilim bu hayattan. Kurtulur muyum dersin? Günahlarım peşimi bırakır mı?

–Elbette kurtulursun. Tövbe kapısı ölene kadar açık. Yeter ki edeple o kapıya varmayı bil. Asla vazgeçme!

–Aslında bu vazgeçmemeyi ben o köydeki Murat Öğretmenden öğrendim ve hedeflerimden hiç vazgeçmedim.

–Ama hayata en bakılmayacak açıdan bakmışsın. Murat Öğretmen, koskoca gönlü ile kazandırdığı o güzelliklerin böyle hunharca harcandığını görse üzülmez mi? Hatırlamaz mısın, ne kadar inançlı bir insandı. İnsan hiç inanmasa o kadar zorluğa tahammül edebilir mi? Bir insan; kadere ve âhirete inanmasa, fedâkârlıklarının ecrini bir gün alacağını bilmese, kaç gün dayanabilir?

–Haklısın. O zaman bana söz ver, beni bir daha yalnız bırakmayacağına. Bana, seni sen yapan değerleri öğreteceğine…

–Söz kardeşim. Bilirsin sözümü tutarım…