BİRİ HAK GERİSİ BÂTIL!
YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com
Her ne sorulsa; «Fîhi kavlân!» yani; «Bu hususta iki görüş vardır.» diyen bir molla varmış.
Arkadaşları, bu cevabı veremeyeceği bir soru sorarak sıkıştırmak için âyet-i kerîmede geçen şu suâli sormuşlar:
“–E fi’llâhi şekkun?: Hiç Allah’ta şüphe mi var?”
Bizim molla yine;
“–Fîhi kavlân!” demiş.
Arkadaşları;
“–Pes yahu! Tövbe estağfirullah! Îmânını tazele!” deyince, açıklamış:
“–Bu cümlenin mânâsında elbette ihtilâf yok. Fakat bu cümlede hangi ibarenin mübtedâ (özne) hangi ibarenin haber (yüklem) olduğu hususunda iki görüş vardır. Ben onu ifade ettim.”
İnsanlar çeşit çeşit, idrakler de öyle. Nokta-i nazarlar yani bakış açıları da çeşit çeşit. Bu sebeple hemen her şeyde görüş zenginliği var.
Ana görüşlerin, ittifak edilmiş sâbitelerin yanında şâz denilen aykırı görüşler de tarih boyunca hep olmuştur. Dilbilgisi gibi bir sahada; ha bu kelime özne olmuş, ha şu kelime… Hattâ zenginlik bakımından güzel bile.
Fakat iş îman ve İslâm bahsine gelince, ihtilâflar ve bu ihtilâfların sürekli gündemde tutulması bu kadar masum değil.
Mübârek Ramazan günlerinde farklı farklı imsak vakitleri piyasaya sürenler, sıcak ve dinden uzak bir çevrede oruç tutma hususunda iradesiyle boğuşan bir insanda nasıl bir duygu uyandırmıştır?
«Zuhur şehveti» diye adlandırılan bir hastalık var. Farklı bir şey söyleyerek gündeme gelmek, bilinmek, duyulmak… Yılların sâbit bir hakikati hakkında;
“O öyle değil! Bugüne kadar hep yanlış bilinmiş. Doğrusunu ben biliyorum! Bu problemi ben çözdüm, ben, ben!..”
Kendisi zuhur ederken, neler neler dumûra uğruyormuş aldırmaz.
Hâlbuki;
Din sahasında sâbitelere ihtiyaç vardır. Temel taşlarına, dîni ayakta tutan sütunlara, direklere…
İslâm’ın çok farzı var. Fakat;
“İslâm 5 ana sütun üzerine binâ edilmiştir.” diye hadîs-i şerif var.
Altı îman umdemiz var.
Bir akîdemiz var. İnanç esaslarımız var.
Fakat aykırı görüşleri derleyip toplayıp ekranlardan zihinlere ve kalplere boca edenler, farkına vararak veya varmayarak mevzunun şu noktaya gelmesine hizmet ediyorlar:
Temel dînî bilgisi olmayan bir kişi, bu tartışmalar karşısında şöyle diyebilir:
“Biri öyle diyor, biri böyle diyor! Hangisi doğru bunun? Yoksa hiçbiri mi?”
Burada gizli ve farklı bir tür agnostisizm gelişebilir. Agnostisizm; bilinemezcilik diye tercüme edilen, inançsız felsefî bir akımdır. Münkir, güya;
“Ben inkâr etmiyorum, fakat bilinemez diyorum, ilgilenmiyorum.” demektedir. Bu kadar farklı görüşün varlığı; onlara göre, ortada ilmen tespit edilebilecek bir hakikatin olmadığını ve inanç meselelerinin sübjektif ve bilim dışı kaldığını ifade eder.
Ekranlara birbiriyle ihtilâf hâlindeki «hocaları» çıkaran bazı sunucuların edâsında vardır bu. Bıyık altından gülerek;
“Biriniz öyle diyor, biriniz böyle diyor, hanginize inanacağız?” diyorlar. Hâlbuki o sunucu hiçbirine inanmıyor.
Fıkıhta farklı görüşlerin tabiî olduğunu ve yer yer de uygulama esnekliğine vesile olarak «rahmet» teşkil ettiğini biliyoruz. Fakat akîde sahası bu ikircikliği kaldırmıyor.
BİRKAÇ MİSAL
Kader inancımız var. Bu altı îman esasımızdan biri. Fakat biri çıkıyor, bir şâz yaklaşım ile bunu kaldırmaya kalkıyor.
Diğeri, kaldırmaya cesaret edemiyor da, içini boşaltıyor:
“Aslında kader; miktar demektir, ölçü demektir.”
Hazret-i İsa, tekrar gelecek. Buna inanıyoruz. Fakat hemen şâzlar devreye sokuluyor. Âyetler te’vil ediliyor. Hadisler reddediliyor veya mecâza hamlediliyor.
Mehdî gelecek. Buna inanıyoruz.
–Âyette geçmiyor ki!
–Hadiste geçiyor.
–Ama hadisler…
–Hadisler tamam da bir şahıs gelmeyecek, bir akım gelecek diyen de var.
Psikoloji, sosyoloji sosları ekleniyor:
“Zaten kurtarıcı beklemek her toplumda görülen sosyal bir hastalık!..”
Kabir azabı hak. Buna inanıyoruz. Kur’ân’dan ve Sünnet’ten sayısız delil var. Fakat elde hiçbir delil olmasa bile, cezasını bekleyenlerin nezarethâne şartlarıyla, mükâfat bekleyenlerin beş yıldızlı bir otelin lobisindeki şartlarının bir olmayacağı hakikati bile aklen berzah âleminde bir şeyler yaşanacağını ispatlar! Fakat eğerek bükerek kabir azabını inkâra çalışanlar var.
STRATEJİ
Sâbiteleri yıkmak için sırasıyla şu tertip kullanılıyor:
• Kur’ân’da var mı?
➢ Kur’ân’da yoksa doğrudan red! (Hadislerin zaptı ve bağlayıcılığı hususunu inkâr ederek)
• Kur’ân’da varsa;
➢ Ya te’vil (Bu âyeti bana gelinceye kadar herkes yanlış anlamış!),
➢ Ya delâleti inkâr (Mevzumuzla alâkası yok!),
➢ Yahut da “tarihsel” diyerek inkâr. (Kur’ân’da var ama -hâşâ- geçmişi bağlar bizi değil!)
Bu hiçbir sâbitemizin kalmadığı karmaşık neticeyi doğuran bir sâik de üslûp.
ORTAYA KARIŞIK ÜSLÛP
Oryantalizm; bizim kendi kaynaklarımıza, kendi sâbitelerimize, objektiflik ve tarafsızlık nâmına soğuk ve yabancı bir bakışla bakmamıza sebep oldu. Ansiklopedi maddesi ve akademik makale lisanı; hep bütün görüşleri boca edip, kenara çekilme üslûbu üzerine kurulu.
“Şöyle diyenler var, böyle diyenler var. Şöyle düşünmenin daha doğru olduğu söylenebilir. Fakat şu da şurada durmaktadır.”
Hâlbuki ilim adamına düşen, bilgisayar gibi görüşleri toplayıp önümüze dökmekten fazlasıdır. Muhakkik âlim; cem, te’lif, te’vil, tetkik ve tahkik süzgeçlerinden geçirerek, bize bir sâbite çıkarmalıdır. Görüşleri delilleriyle mîzâna vurmalı, boşu doludan ayıklamalı, tercihini ortaya koymalıdır. Akaidde esaslar çıkarmalıdır. Fıkıhta müftâ bih bir fetvâ vermelidir.
İŞİN ÖZÜ
Bu kasıtlı müşkülleştirme karşısında bizim de şöyle düşünmemiz ve bu düşünce şeklini öğretmemiz lâzım:
Evet daima iki görüş var. Hep iki yol var. Biri cennet biri cehennem. Biri hak gerisi bâtıl. Biri müstakim, dosdoğru Allâh’a giden, gerisi eğri… “Oluklar çift, birinden nûr akar, diğerinden kir.”
Yani; “İki görüş var hangisi doğru ne bileyim ben?” dememeli;
“Bu yol ikiye ayrıldı, hangisi doğru, hangisi beni sâhil-i selâmete çıkarır acaba?” demeli. Dîni, müstakîm ve müttakî âlimlerden almalı. Sağa sola meyledenlere itibar etmemeli.
Kur’ân-ı Kerim’de müstakil bir makale mevzuu olan bir tabir var:
“Züyyine lehüm.”
“Onlara (yanlış itikatları, bozuk davranışları, çirkin ahlâkları…) süslü gösterildi.” (Farklı üslûplarda bkz. el-Bakara, 212; Âl-i İmrân, 14; el-En‘âm, 43, 108, 122, 137; el-Enfâl, 48; et-Tevbe, 37; Yûnus, 12; er-Ra‘d, 33; el-Hicr, 39; en-Nahl, 63; en-Neml, 4, 24; el-Ankebût, 38; Fâtır, 8; el-Mü’min, 37; Fussılet, 25; Muhammed, 14; Fetih, 12)
Bugün nice bâtıl anlayış; tutarlı, mantıklı görünen, kulağa hoş gelen, tatlı bir senaryo hâlinde süsleniyor. Sâbitelerimizi yıkmaya çalışan ekran hocaları hakkında halktan kimilerinin şöyle söylediğini işitiyoruz:
“Ama adam mantıklı konuşuyor.”
Adâlet diye bir derdi olmayan, hırslı bir avukat; müvekkili olan suçluyu kurtarmak veya cezasını indirtmek için mahkemede çeşit çeşit izahlara girişir. Bütün beden dili taktiklerini ve ses hâkimiyetini de kullanarak, kulağa hoş gelen bir mantık çerçevesi oluşturmaya çalışır. Hissiyata tesir etmeye çalışır. Suçu suç olmaktan, delili delil olmaktan çıkarmaya gayret eder. Onun derdi paradır, şöhrettir, başarıdır.
Gerçek bir hâkim ise bu tür müdafaaların sahte câzibesine kapılmaz. Hakikati arar, adâleti tecellî ettirmenin peşinde olur.
Şeytan, nefis ve dalâlet ehlini böyle bir avukata benzetirsek; vicdanımızı, kalbimizi yahut rûhumuzu da asıl hükmü verecek hâkime benzetebiliriz. Selîm bir kalp, sağduyu sahibi bir vicdan; -dîninin esaslarını doğru kaynaklardan öğrenmiş olmak şartıyla- bu tür şâz görüşlere itibar etmeyecektir. Uçurum kenarlarında değil, geniş ehl-i sünnet caddesinin ortasından gidecektir. Hadîse dil uzatanları, suça dair bir delili geçersiz kılmaya çalışan o cerbezeli avukat gibi görecektir.
Son söz bize bu dîni getiren Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“Allah Teâlâ, ilmi kullardan soymak sûretiyle çekip almaz. Ancak ilmi, âlimleri almak sûretiyle ortadan kaldırır. Allah hiçbir âlim bırakmayınca da, insanlar birtakım cahil başlar edinirler ve onlara sualler sorarlar, onlar da ilimsiz fetvâ verirler. Bu yüzden de hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar.” (Buhârî, İlim, 34; Müslim, İlim, 13, 14; Müsned, 2/162)
Rabbim îmanlarımızı muhafaza eylesin.