Mahrum Bırakıldığımız İLİM, İRFAN ve MEDENİYET HAZİNEMİZ

YAZAR : Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

raif_kocak_yuzakidergisi_temmuz2016

Kıyâmete kadar gelecek insanlığın, son ve tek kurtuluş yolu olan İslâm dîninin mensubu biz müslümanların, son asırdaki manzarası; maalesef geri kalmışlık, iç savaşlar ve fakirlikle boğuşan insanlar ile anılır oldu. Şimdilerde ise nereden ve kimden emir aldıkları belli olan birtakım insanlar yüzünden, yüce dînimiz İslâm ile «terör» aynı anda zikredilir hâle geldi.

Müslümanlar olarak, bizi diriltecek ve değiştirecek olan İslâm dîni ile inşa olmak yerine; onu yıpratmak, tahrip etmek ve değiştirmek için elimizden geleni yapıyoruz. Bu hususta belki de en büyük hatamız; İslâm’a müntesibi olarak içeriden bakmak ve emirlerine harfiyen uymak yerine, bir medeniyet (!) putu hâline getirdiğimiz ve bizim inancımıza düşman olan batılıların gözü ile bakmak olmuştur.

İslâm dînindeki bazı hükümleri modern (!) zamanlara bakarak, değişebilir veya güncellenebilir bir konumda görmek, şimdilerde etiket sahibi olmak ya da meşhur olmanın en kestirme yolu hâline geldi. Özellikle akademik çevrelerde; binlerce yıldır devam eden, sahih ve sağlam bir silsile ile bizlere ulaşan İslâm dîninin hükümlerini kafalarına göre yorumlayan, te’vil eden, hattâ inkâr eden insanlar türedi.

Yeryüzünde hiçbir insan yoktur ki, bir inanca sahip olmasın. Bu inanç, -inkâr bile olsa- dayandığı temelleri, itikat ilkeleri ve mutlaka bir düşünce sistemi vardır. Yeryüzünde insanların problemlerini çözme iddiasında olan hangi görüş, hangi düşünce varsa; mutlaka temelinde itikat ile ilgili meseleler vardır. Bu düşünce sistemlerinden herhangi birine mensup olan insan, öncelikle o sisteme ait bazı itikat umdelerine inanmak zorundadır.

İnsan olarak yaratılışımız gereği nasıl ki, havaya, suya ve gıdaya ihtiyacımız varsa, bu nimetler olmadan nasıl ki hayat süremez isek; bir kul olarak da, bir inanca sarılmak ve o inancın gereği olarak belli ibâdetleri yapmak zorundayız. Yaşantımızın ve amellerimizin makbul ve ebedî kurtuluşumuza sebep olabilmesi için, mutlaka sahih bir inanca sahip olmak ve bu inancın gereği olarak da amel etmek durumundayız.

Amel etmeden evvel ne ile amel edeceğimizi bilmek zorundayız. İmâm-ı Âzam Efendimiz’in şu güzel sözleri bu mevzuyu en güzel şekilde izah etmektedir:

“Organlar göze tâbî olduğu gibi, ameller de ilme bağlıdır.” yine ilimle ilgili olarak;

“Fıkıh; kişinin, kendi leh ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir.” diyerek bizlere ilmin amelden önce olduğunu hatırlatmaktadır.

Her insan elbette bir inanca sahip olacaktır. İnandığı değerlerin eğitimini almak; insanın hem yaratılıştan gelen hakkı, hem de devletin anayasa ile verdiği haklarındandır. Ancak gelin görün ki, günümüzde bu eğitimi almak konusunda, maalesef istenilen seviyede değiliz. Temel İslâmî değerlerimizi öğrenmek hususunda, ülkemizde büyük bir boşluk yaşanmaktadır. Son yıllarda bazı cemaatlerin özel gayretleri ve imkânları ile bu boşluk doldurulmaya çalışılsa da, ne yazık ki müslümanların bu ihtiyacı karşılanamamakta. İlköğretimin belli bir döneminde ve liselerde verilen dînî eğitim yeterli gelmemektedir.

Gelişen teknolojik imkânlar, sosyal medya ve internetin kirli sokakları, gençlerimizin akıllarını çelen bir sürü tuzakla dolu olduğu hâlde; evlâtlarımız bu tuzaklara karşı koyabilecek ilmî birikimden ve mâneviyattan mahrum kalmaktadır. Her gün televizyonlarda boy gösteren sözde ilâhiyat hocaları, zaten eksik olan din bilgisini de alıp götürmekte ve genç nesillerin sapkın görüşlere ve inançsızlık batağına sürüklenmesine sebep olmaktadır.

Dînî ilimlerin öğretilmesi için var olan ilâhiyatlar, maalesef dîni ifsad eden ilim (!) adamları yetiştirmek için âdeta birbirleri ile yarışmakta; bu insanlara belli odaklardan maddî imkân sağlanarak, sahih İslâm inancının altı oyulmaktadır. Bu durum; yıllar önce ilâhiyatlar kurulurken müfredâtına bakan Ali Fuat BAŞGİL’in engin bir basîret ve ferâset ile söylediği;

“Buralardan din âlimi yetişmez, ancak din münekkidi yetişir.” sözlerini âdeta doğrulamaktadır.

Bizler hem ilmî noktada hem de kültür noktasında geçmişi ile olan bağları koparılmış bir milletiz. Büyük bir kültür mirası barındıran Osmanlı Devleti ile olan bağlarımız, sözde devrim diye kesilerek; o engin mirastan payımıza düşen ilmi, irfanı ve inancı elde etme imkânlarından mahrum bırakılmışız. Bugün hâlen daha Osmanlı döneminde yazılan kaynak eserlerin kullanıldığını düşündüğümüzde, bu ilmî mirasın ne kadar muazzam olduğu ortaya çıkmaktadır.

Geçmişi ile bağlarını koparan milletlerin hayat damarlarından en önemlisi kurumuş demektir. Bu mevzuda Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:

“Bu ümmetin önce geçen kuşaklarıyla sonra gelen kuşakları arasındaki irtibat kopmadıysa, dâim ve kāimse korkmayın; bu ümmet hayır ve salâh üzeredir. Ne zaman ki irtibat kopar, sonra gelen önce gelenle irtibatı kaybeder, işte büyük fitne ve belâ oradadır.”

Geçmişinde, muazzam medeniyetler kuran bir milletin vârisleri olan yeni nesillere; ilim, irfan ve itikat sahasında bu kadar kifâyetsiz bir eğitimin verilmesi ve gençlerimizin İslâmî bilgi noktasında, bu kadar yetersiz olması yüreklerimizi sızlatmaktadır.

Bugün; bırakın ilköğretim veya liseyi, üniversiteye devam eden gençlerimizin birçoğunda İslâmî bilgi; ya yok denecek kadar az ya da aşırı uçlara giderek sapıtmış, sulandırılmış bir seviyededir. Bu durumun sebebi; şüphesiz ki gerek ilköğretim, gerekse lise ve sonraki eğitim sürecinde uygulanan müfredâtın, temel İslâmî değerlerimiz ile örtüşmeyen, materyalist düşünce ile hazırlanmasıdır.

Bizler İslâm dînine mensup müslümanlarız. Bu din, kıyâmete kadar devam edecek olan son hak dindir. Dînimizin hükümleri üç ana başlıktan oluşmaktadır. Birincisi itikat, ikincisi ibâdet, üçüncüsü de ahlâk hükümleridir. Bizler hayata, insanlara, eşyaya ve çevremizde meydana gelen bütün hâdiselere bakarken bu hükümler çerçevesinde bakıyoruz.

Bu inanç esasları; öncelikle insanın Yaratıcı’sı olan Rabbine karşı, sonra kendine, yaşadığı çevreye, birlikte yaşadığı insanlara ve içerisinde yaşadığı devlete/yönetime karşı nasıl hareket etmesi gerektiğini düzenleyerek sağlıklı ve sıhhatli bir toplum oluşmasını sağlamaktadır.

Bu esaslar, küçük yaştan itibaren yeni nesillere kazandırılır ve bu itikat esaslarına göre toplumun şekillenmesi sağlanırsa, bugün yaşadığımız birçok olumsuzluğun önüne geçme imkânı kazanılmış olur.

Modern (!) çağın getirdiği birçok tehlikeli akımın önüne, şu anda mevcut eğitim sisteminde verilen dînî eğitim geçememektedir. Bu tehlikeli akımlardan korunabilmek için; öncelikle Ehl-i Sünnet itikadının öğretildiği ve uygulamalı olarak eğitiminin verildiği, medrese tarzı eğitim kurumlarının yeniden ihyâ edilerek genç nesillerin kurtarılması gerekmektedir. Daha sonra bu akımlara karşı savunma yapabilecek âlimler yetiştirmeli veya mevcut âlimleri destekleyerek bunlarla mücadele etmelidir.

Yazımızın başında söylediğimiz, yüreklerimizi yaralayan, fakirliğin, geri kalmışlığın ve olumsuz görüntüler ile İslâm dîninin bir arada gösterildiği bu ayıptan kurtulmanın ve yeniden şanlı dönemlerimize dönmenin en kısa yolu; bize ait olan ilim ve kültür mirasını ve bu mirasa hayat veren îman rûhunu yeniden ele almak ve kendimizi bu ruhla yoğurarak yeniden bir medeniyet kurmaktır.